30 Eylül 2010

Seçenek

Her zaman iki seçenek olması garip değil mi? Neden hep iki şey arasında kalıp kafayı yer insan. Bazen de 4-5 farklı seçenek olsa da onlardan birini seçmek zorunda kalsak, sırf değişiklik olsun diye. Ama nedense olan hep ikinin laneti. Sanki hepimiz bir filmin son yarım saatinde yaşıyoruz da ana karakterin artan gerilimini anksiyete dolu bir fon müziğiyle tırnaklarımızı yiterek izliyoruz. Filmi hem izliyoruz hem de ana karakteri oynuyoruz; daha da gerilim dolu oluyor öylesi. Evet biliyorum iki seçenek arasında seçim yapma süreci çok dramatik, çok heyecanlı falan filan, yine de drama dediğimiz şey gerçek hayatta olmasa da bir şey kaybetmezdik gibi geliyor bana. Belki çok fazla dizi-film izlediğim içindir.

27 Eylül 2010

Loser.





Ha şunu bileydim. Bir de "what's wrong with me? uuu don't open that door." var.
Kapımız penceremiz kapalı chandler sen hiç merak etme.





fotoğraf şurdan

15 Eylül 2010

Kitap ayracı ve çağrışımları

Bugün can sıkıntısı neticesinde kendimi sokaklara attım, yediğim pizza midemi bozdu ama moralimi bozamadı, eve iki tane süper kitap ayracı alarak döndüm. Sonuçta dışarı çıkıp da bir şey almadan eve döndüğüm günler oldukça sınırlı, say desen tarihleriyle sayarım. Bu masraflı halime rağmen hala işsiz olduğumu da gururla söylemekten çekinmiyorum. Ama kitap ayracı dediğimiz şey ucuz bir şey yani, zaten benim burada bahsetmek istediğim onların fiyatı falan da değil ama giriş yapma konusundaki yetersizliğim neticesinde hiçbir zaman isteğim girişi yazamıyorum. Mazur görün a dostlar. Anlatmak istediğim bu ayraçların üzerinde yazan sözler ve bana çağrıştırdıkları. Zaten orada yazan şeyler hoşuma gitmese almamın bir anlamı olmazdı, kim ister kitabını her açtığında gıcık olduğu bir cümleyi görmeyi değil mi ama? Belki onu isteyen insanlar da vardır tabi ama o kişi ben değilim ve evet biri beni sustursun da gerçek konuya dönelim:

Birincisi Dostoyevski'nin bir sözü ve ben buna tamamen inanıyorum.

"Yeryüzünde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa tanrı yoktur."

Tanrı, dinler, anlam, amaçsızlık vesaire ile ilgili ilk sorgulamaları yaptığım zamanlarda -belki orta son belki lise bire falan denk geliyor- tanrının var olmadığını düşündüğümde aklıma gelen ilk fikir tam da buydu. Her şeyi anlayabilirdim ama dünyada bu kadar çok çocuğun sürekli acı çekiyor olmasına bir türlü anlam veremezdim. Bu durum her türlü dinin her türlü argümanıyla çelişiyordu. Bu dünya bir sınav yeriyse bu çocuklar daha hiçbir şey yapamadan ölüyor, ödüllendirilecek veya cezalandıracak hiçbir şey biriktirmemiş oluyorlardı. Zaten islama göre çocuklara günah yazılmıyordu, yaptıkalrı herhangi bir şeyden belli bir yaşa gelmeden sorumlu olmuyorlardı. İşin kötüsü bu çocuklar hiçbir şey de yapmıyorlardı, hep başka yetişkinler yüzünden acı çekiyor savaşlarda yaralanıyor dünyanın bir yerinde temiz su bulamadıkları için ölüyorlardı. Aileleri tarafında taciz edilip, dövülüyor hatta öldürülüyorlardı. İnsanların ölen çocuklarla ilgili savunduğu diğer argümansa tanrının onları direk cennete aldığı veya çocukların melek oldukları yönündeydi. O zaman bu nasıl bir tanrıydı ki bu çocuklara önce bu dünyada işkence ettirip sonra onları cennete alıyordu. O zaman direkt cennete alsındı. Buradaki acının amacı neydi, zaten yaşadıkları bir şeyden sorumlu tutulmayacaklardı. Bu çocuklar diğer insanlara bir şeyleri gösterebilmek için acı çekiyorduysa başka insanlara ders olsun hepimiz utanıp kendimize gelelim diye tanrı onlara böyle bir misyon yüklediyse bu gene çok acımasızdı. Niye onlar diğer bencil insanlara bir şey öğretmek için feda edilmeliydi. Nasıl bir tanrı anlayışıydı bu. Nasıl bir tanrı yapardı bunu.

Her türlü tartışmada ben dünyada bu kadar çocuğun acı çekiyor olmasından bahsedip "işte tamamen yapayalnızız buraya terk edilmişiz ve tanrı yok varsa da umrunda değiliz" dediğimde insanların bana verdikleri cevaplar bunlardı. Ve ben bu cevapların hepsinden nefret ettim çünkü onlar ne kadar buna inanmak isteseler de hepsi mantıksızdı. Hala mantıksız. Bunları ilk düşündüğümde belki ben de çocuktum ama o günden bu güne hiçbir şey değişmedi dünya hala aynı bombok yer, çocuklar her gün daha fazla acı çekiyor ve bem tamamen yalnız olduğumuza inanıyorum, buraya atılmış yapayalnız varlıklarız. Ve belki bir tanrı varsa bile o, dinlerin bize anlattığı tanrı değil; bizi seven, çocukları melek yapan veya günahlarımız için bizi cezalandıracak bi şey değil o. Bizi umursadığını, gördüğünü veya ilgilendiğini sanmıyorum ki ben varolduğunu da sanmıyorum ama varsa da eminim ki işi gücü bırakıp bizleri izlemiyor, hakkımızda notlar falan tutmuyor.

İkinci kitap ayracında yazansa Kafka'nın bir sözü;

Umut olmasına var,
sınırsız denecek kadar umut var,
ama bizim için değil.

Bu sözü ilk okuduğumda şöyle bir gülümsedim aklıma morrissey geldi. O da diyor ya hani :
love is natural and real
but not for you, my love
not tonight, my love
love is natural and real
but not for such as you and i.

İşte ben de aynen öyle dedim. Bu adamlar çözmüşler olayı. Aşk da umut da kavram olarak algılayabildiğim şeyler, var olduklarını da biliyorum ama benim için o kadar uzak o kadar garipler ki başka insanların hikayelerini dinlerken kendime yabancılaşıyorum. Onları anlayabiliyorum ama kendime yapıştıramıyor, bu kavramları somut olarak tutamıyorum elimde. Aşk ve umut benim için şey gibi; Fransızca'nın varolması gibi. Bir fransızca var, biliyorum, fransızcaya inanıyorum, insanlar konuşuyor duyuyorum ama ne söylediklerini bilmiyorum ve asla konuşamıyorum. Tabi ki benim konuşamıyor olmam onun var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. evet aynen böyle hissediyorum bu kavramlarla ilgili o yüzden de bu şarkıyı ne zaman dinlesem ve artık bu kitap ayracını ne zaman okusam gülümseyeceğim. En azından dünyada benim durumumda başka insanlar da var bileceğim. Not for such as you and i falan diyeceğim herhalde. Umut da sınırsız, sokaklar geçilmiyor umuttan, dolup taşıyor hatta ama not for such as you and i.

Not : bir de nolur bana "ama fransızca öğrenebilirsin, yapabilirsin bunu" demeyin.

Bir gün kitap ayracı kavramı üzerine de yazacağım. Bence çok önemli bir şey. Ve hak ettiği değeri görmüyor kitap ayracı, bu duruma üzülüyorum.

6 Eylül 2010

Rüyada Yaşasak Her Şey Daha Az Kötü Olurdu.

Çok garip bir rüya gördüm geçen gece. Şeftali şeklindeki basket topuyla voleybol oynuyorduk ama bunu Scrubs tayfasıyla yapıyorduk. O top kocaman koyu renkli bir şeftaliydi ve basketbol topu olduğu hakkında herkes hemfikirdi ancak yine de voleybol oynamak yapılacak en mantıklı şeymiş gibi bir halimiz, tavrımız vardı. Top kafama birkaç kez çarptı ama ben salak salak güldüm. Nedense mutluydum. Şeftali mi Scrubs ekibi mi yoksa voleybol mu beni mutlu ediyordu orasını bilemiyorum.

Bir de rüya demişken aklıma geldi inception'un beni mahvettiğini söylemiştim ya twitterda, bu mahvolma durumu halen devam ediyor. Çok garip, film gibi, konulu, oyunculu rüyalar görmeye devam ediyorum ve ilginçtir bu rüyaları çok acayip net hatırlıyorum. Ayrıca çeşitli zamanlarda başıma gelen "seri rüyalar" olayı ile de yeniden karşı karşıyayım. Her gece aynı kişiyi görüyorum rüyamda, istinasız her gece ve hep mutsuz olaylar gelişiyor. Çok gıcık olmaya başladım bakalım bu işin sonu nereye varacak. Ama size de öyle geliyor mu bilmiyorum, rüyalar mutsuz da olsa kötü olsa çok eğlenceli. Her şeyi bırakıp orada yaşamak isteğim geliyor bazı bazı. Herhalde insanlığın sahip olduğu en yararlı özellik rüya görebilme yetisi. Bir de tüm o süreç bu kadar gizemli, o kadar bilinmez ya, hani çok net açıklamalarımız yok ya, bu benim çok hoşuma gidiyor. Dünyada hala bilinmeyen, çözülemeyen bir şeylerin varlığı ve hepimizin bunun bir parçası olabilmemiz inanılmaz. Bilmem kaç milyar insan her gece rüya görüyor ve eminim ki kimse aynı anda aynı rüyayı görmüyor. Hatta hiçbir zaman kimse aynı rüyayı göremiyor. Herkesin kafasının içinde olan biten bambaşka ve bunu düşünürken tüylerim diken diken oluyor. (abarttım biraz, sakin ol) Parmak izi gibi bir şey rüya dediğimiz ama daha az yavan olan versiyonu. Aynı dünyaya bakıyor olsak da duvarlarımızın altında öyle farklı şeyler yaşanıyor ki ve bunları görme şeklimiz o kadar farklı ki. İmgeler, simgeler, renkler, senaryo ve oyuncular... Hepsi bize özel, tamamen özel.

Bu rüya sevgi patlamasının üzerine şimdi önce inception'u sonra da dünyanın en güzel 3. veya 4. filmi olan rüya bilmecesi'ni izleyip rüyalarımızı biraz daha zanginleştirsek. çok da güzel olur sanki

2 Eylül 2010

Bir Yabancı

Bugün Dost'ta bir çocukla karşılaştım, kulaklıklarla konuştuğumu ve Jeff Buckley cdlerini ön rafa koyduğumu gördü. O artık beni tanıyor bense ona aşık oldum. İnsanlar hayatları boyunca bir yabancının gelip her şeyi değiştirmesini umarlar ya keşke benim yabancım o olsaydı. Her şey filmlerdeki gibi değişseydi, bambaşka yolculuklar yapıp başka başka şeyler keşfetseydik kendimizle ilgili. Fonda indie şarkılar çalsaydı.

Sahi insanlar bir yabancının her şeyi değiştirmesini, sıkıcı hayatlarına bir anlam ve amaç katmasını beklerlerken neden hiçkimse yabancılarla konuşmaya istekli olmaz, neden onlardan öcü gibi korkup kaçarlar. Neden böyle yani. Madem bayılıyoruz o filmlere madem inanıyoruz yolda yürürken ya da bir kafede otururken hayatımızı değiştirecek kişinin üç adım ötede olduğuna o zaman niye herkesten nefret ediyormuş gibi bir havamız var. Ben neden konuşmuyorum, çekindiğim nedir. Şu içine edilmiş hayatımda daha kötü ne olabilir, bir insanla konuşmak beni daha fazla üzebilir mi? Bazen mantık çok çirkin bir şey.

bir de şu var ki işte ben de bunu diyorum:

"bir gün bir parkta otururken, biliyorum
bir el yağmurla dokunacak omuzuma
bir çift göz, bir davet, bir kalp
çoluğu çocuğu terk edeceğim... "