29 Şubat 2008

Neler Yapmış "İnsanlar"


Bu akşam otobüsteyken aklıma eski bir şeyler geldi.Kurban'ın İnsanlar albümünün çıktığı zamanlar benim hayatımın en boktan zamanlarıydı.Her şey sürekli kötü gidiyordu arkadaşlarımla aram kötüydü okuldan nefret eder olmuştum bu yüzden hergün okula gitmek işkence gibi geliyordu.Kendimi gerçekten berbat hissediyordum hani öyle zamanlar vardır akşam gelsin de uyuyayım diye geçer içinizden sürekli, yaşamaktan alınan zevk eksilere düşer sadece yapmak zorunda olunan işleri yapıp biran önce uyumak ve sonra da hiç uyanmamak istersiniz.İşte benim de hayatımda böyle bir dönemim olmuştu.Ha şimdi dönüp baktığımda çok manasız geliyor kendimi boşuna bu kadar üzmüşüm diyorum ama insan olayları yaşarken dışardan bakamıyor kendisine,zamanla çok şey değişiyor oysa.İşte İnsanlar albümünün çıkışı bu zamana tekabül ediyor.Acayip bir Kurban ve Deniz Yılmaz sevgisine sahip olan ben için o zaman hayatımdaki tek iyi şey İnsanlar albümüydü.Arkadaş olmuştuk o albümle gerçekten.Bunu çok içten söylüyorum İnsanlar albümü benim arkadaşımdı,sadece onu dinliyordum baştan sona tekrar tekrar.Uyurken bile açık kalıyordu.İstinasız her şarkı üzerine uzun uzun düşünmüştüm ve bu albümde Deniz'i üzen bir şeyler olduğunu biliyordum.Bazı şarkılarda birbirine benzer sözler,bir hayal kırıklığı,bir aldatılmışlık,giden biri vardı.
Özledim derken aslında başkası geçermiş aklından
dostça kal gitmeden
artık gülmüyorsam bir nedeni vardır
artık sevmiyorsam bir nedeni vardır.

Sessizce aldatılmış,zavallı ezik bir ben
Hergün kahrolup eriyip tükendiysen
Yalan sevinçler yalnızlığı gizlerken
Aramaktan sıkıldım seni yine
Adın saklı nefesimde
Bunları dinledikçe zaten depresif olan düşüncelerimle Deniz'i üzen bir insan olduğunu hayal etmiştim,biri üzmüş bu çocuğu çok kötü üzmüş hem de ona kötü bir şeyler yapmış derdim.Buna inanmıştım aslında.Ve bu kişinin bir kız olduğunu düşünüyordum haliyle,yani aslında şarkı ya da yazı yazmak için bir yaşanmışlık olmasına gerek yok insanlar kurgular da ,olmayan şeyleri de yazarlar,olmasını istediklerini ya da çevrelerindeki insanların hayatlarını kullanırlar.Tüm bunlara bilmeme rağmen ben emindim bir kız vardı onu üzen,ve bunalımdaydı Deniz Yılmaz da.Bunca duygu yüklü şeyi yazabilmesi ancak böyle mümkün olabilirdi.Sonra ben bu hayali kıza çok sinirlenmiştim,hep söylerdim bir bulsam o kızı saçını başını yolup duvarlara çarparım kafasını diye(içimdeki şiddete bakın)Nasıl üzebilir bu kadar muhteşem bir insanı.Nasıl yapabilir bunu diye düşünürdüm aklım almazdı.Melek gibi bir adam sonuçta(hayranlığın boyutlarına bakın).Bir yandan sinirlenir bir yandan da bu kadar muhteşem şarkıların yaratılmasına katkısı olduğunu düşünüp bu kıza olan sinirim biraz azalırdı.Ama yine de melek gibi bir adama bu kadar kötülük yapılamazdı.Ben şarkıları dinlerken o mutsuz yüzü gelirdi gözlerimin önüne,üzülürdüm.Kendi derdim yetmezmiş gibi.Ama o kadar içselleştirmişim ki bu albümü ben,benden bir parça gibi olmuştu.Hala ara sıra aklıma gelir dinlerken o düşüncelerim, aslında hala benzer şeyleri düşünüyorum bu albümde bir hüzün, bir yalnızlık, bir aldatılmışlık,insanlara öfke,yalıtılmışlık duygusu var.Sadece sözlerde değil müzikal olarak da böyle.Hayatımın o kötü dönemine ait olmasına rağmen İnsanlar albümü bana o korkunç zamanları hatırlatmıyor,o zamanı atlatmamada ne kadar yararlı olduğunu,bana ne kadar arkadaş olduğunu hatırlıyorum.Düşüncelerimi ve sinirimi başka yönlere yöneltmeme yardımcı oldu.Deniz Yılmaz'ı üzen bir insan var mıdır bilmiyorum ama varsa eğer ona hala sinirliyim:)Ve Deniz Yılmaz bu kadar muhteşem bir müzik insanı olduğu için onu çok seviyorum,askerden dönse de güzel sesini duysak bir canlı canlı diyorum.Bu yazıyı yazarken yine bir sevgi patlaması yaşadım kendisiyle ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum çok içimden geldi:)
Bir kurban konserinde birileri Zorba diye bağırdı zorbayı çalın manasında.O da durdu baktı şöyle şaşkın bir ifadeyle zorbayı çorba anladı .Çorba mı? çorba ne lan bizim Çorba diye şarkımız var mı dedi şöyle Kerem'e dönüp,güldü.Bir de soundcheckte rapçilerle dalga geçişi vardır ki pek tatlı olur.Yeşil penalı güzel insan,özledik,özledim:)

28 Şubat 2008

Bilgisayarlar,hastalıklar

Yeni bilgisayar aldım,çok heyecan verici bir olay değil tabi ki bu, sadece kardeşime yalvarmaktan kurtulduğum için seviniyorum.Odamda bilgisayar olmasını özlemişim ayrıca.İyi mi oldu kötü mü oldu onu sonra anlayacağız.Şimdi işin şeyini çıkarıp sabahlara kadar dizi izlersem bilgisayarım odamda diye çok yanlış olur,çok yanlış.Zaten okuldan kopmaya neden arayan ben,artık gece dizi izledim uyanamadım,bilgisayarla uğraştım ders çalışamadım bahanlerini kullanabileceğim.Bahaneleri sevmeye olan yatkınlığımı da yadsımıyorum hiçbir zaman.Gece uyuyamama durumlarımda arkadaş olur en azından bilgisayar,çünkü geceleri televizyonda izleyecek hiçbir şey olmuyor.Hiçbir şey.Oturup boşluğa bakmayı da denemiştim ama o da bir işe yaramıyor.En güzeli gece olunca uyumak ama uyunamıyorsa o zamanı iyi değerlendirmek lazım.Dizi izlenir,kitap okunur,yazı yazılır,internette anlamsız aramalar yapılır oradan oraya kaybolunur.Bunlar yararlı aktiviteler.İşte çoğu için bilgisayar gerekiyor.Doğru bir noktaya parmak basmışım.Yine de uyuyabilsem ne güzel olacak,en önemlisi uyku.Ben uykuyu seven bir insanım neden ya neden uyuyamıyorum ki.Böyle soruyorum da lafın gelişi nedenini az çok biliyorum.Başka faktörlerde vardır mutlaka ama son zamanlarda başımda yeni bir illet var.Kalp çarpıntısı.Beni uyutmuyor,uyumayı başardığım kısa sürelerde de bir yolunu bulup uyandırıyor.20 yaşında potansiyel kalp hastası bir insan olarak kendimle ne kadar gurur duysam az.Geçen gün kardiyolojiye gittik annemle,en genç hasta bendim.İnsanlar garip garip bakıyorlardı.İçlerinden "yazık zavallıya bu yaşta buralara düşmüş" diye geçiriyorlardır belki.Zaten doktor da çok hızlı konuşuyordu ne dediğini bir türlü anlayamadım sürekli hı,efendim şeklinde cevaplar verdim kadına,o da beni gerizekalı sanmış olabilir:)Neyse işte kalbime baktı kapakçıklarda ve işleyişte mi dedi bir şey yokmuş,ama başka bir hastalığım olabilirmiş guatr veya kansızlık gibi bir de ritim bozukluğu olabilirmiş.Kan tahlili yaptırdı.Pazartesi alacağım sonuçları bir de ritim bozukluğu olup olmadığı belirlmek için birgün boyunca bir aletle yaşayacakmışım.Ne heyecan ama:)Öyle tanımadığım makinelerle yaşayamam dedim ama dinlemediler beni ,birlikte yaşayabildiğim tek alet mp3 çalar,telefonla bile yaşayamam:)Neyse işte bu sıkıcı hayatımın tüm gereksiz ayrıntıları anlatarak elime ne geçiyor bilmiyorum.Bu kişisel blog olayınında suyunu çıkarmış bulunuyorum.Bravo bana,kim niye okumak istesin bunları onu da bilmiyorum.Yine de herkes sağlıklı olsun kimse hastane işleriyle doktorlarla uğraşmasın temennisiyle bitiriyorum bu saçma yazıyı.

25 Şubat 2008

Büyük Balık Rüyanda Bulurmuş Seni

Rüya görsem istedim uzun süre,uyanmadan.Ama benim rüyalarımda bile istediklerim olmuyor,aradığımı bulamıyorum, hep çok yaklaşıyorum sadece belli belirsiz görebiliyorum.Hayat belli belirsiz ilerken rüyalar biraz daha net ,çok daha renkli olamazlar mı?.Uyanıkken, aradığımı bulmaya birazcık yaklaşamazken, rüyalarımda bir kere pat diye bulabilsem olmaz mı?Daha çok koyu kırmızı ve açık mavi olsa rüyalar bu iki rengin uyumsuzluğuna rağmen, ve sarı bile rahatsız etmese beni. Mantıksız ve asla mantıklı gelemeyecek bir şekilde olsa her şey rüyalarımda.Spectre kasabasında uyusam bir sabah yalnız başıma,hayat bir oyun olsa ve kaybeden ben olmasam bu sefer.Rüyalar belli belirsiz olmasa,aydınlık bir sabahın habercisi olsalar bir kereliğine sadece.

Uçuşan bir elbise alacağım koyu kırmızı ve açık mavi tonlarda.Uçuşan, çok hafif bir elbise,büyük balığım rüyalarımda beni bulana kadar giymeye devam edeceğim.Uçuşacak elbisem rüzgarda,büyük balık geldiğinde göreceğim,belli belirsiz değil bu sefer hiç görmediğim kadar canlı olacak.Zaman da durur,ayakkabısız yaşamaya başlarız belki.

“Bir adam hikayelerini o kadar çok anlatıyor ki,hikayeleri haline dönüşüyor.Ve hikayeler ondan sonra da yaşamaya devam ediyor.Ve bu şekilde ölümsüzleşiyor.”

23 Şubat 2008

Sabaha kadar dans dans dans:):)

Yeni hobim dans eden insanları izlemek.Bu kadar eğlenceli çok az aktivite vardır herhalde.Dans eyleminin kendisinin komik bir şey olduğunu düşünüyorum zaten, böyle kalabalık gürültülü müzik yapan yerlerde dans eden insanları izlemenin ömür uzatıcı bir tarafı da varmış.Benim gibi doğuştan gözlemci bir insan için insan davranışlarını izlemek-incelemek kadar güzel bir şey yok.Acayip severim insanları gözlemlemeyi ama belli etmem onları izlediğimi. Dans davranışı da tek başına incelenesi bir şey.Bu akşam eski 45likler çalan bir yerde çok ilginç olaylar yaşandı.İzleyici konumundaki biz çok güzel kareler yakaladık.İnsanların dansı ne kadar sevdiğini ve kendilerini nasıl kaptırdığını bir kez daha gördüm.Benim açımdan çok eğlenceli bir deneyim oldu.Gerçkten tavsiye ederim.Çıkın dışarı,insanların dans ettiği klüplere,barlara gidin.Muhteşem ya.Özellikle dans pistinde dans yeteneği ve ritm duygusu sıfır olan insanların danslarını izleyin.Bu gece çok güzel 2 örneğe şahit olduk,birbirlerini buldular aynı psitte bunun üzerine arkadaşımın söylediği söz de geceye damgasını vurdu."Bu dandik insanlar bile ruh eşlerini bulabiliyorlar,bir biz bulamıyoruz, şu dans pistinde bile buldular birbirlerini:):) " dedi,güldüm,çok güldüm:)
Herkesin eğlence anlayışı kendine ama bana çok uzak bu.Bir ritim duygumun var olduğuna inanıyorum buna rağmen dans etme yeteneğine sahip değilim.Kendimi garip hissediyorum,dans etmeyi ta en baştan komik bulduğum için bir türlü içselleştiremiyorum bu dans olayını.Sevemiyorum, kısacası o taraklarda bezim yoktur.Ben sakin kendi halinde elini kolunu normalde nereye koyacağını bilemeyen bir insanım dans benim neyime yani.Ama izleme konusunda çok başarılıyım.Jüri üyesi bile olabilirim.

Zaten şu hayatta doğru düzgün hiçbir yeteneğim yok.Süper güçlerim var diye dalga geçiyorum da yani dünyanın en ezik süper güçlerine sahip süper kahraman olabilirdim.İtiniz yerine çekiniz kullanarak kapıyı açmaya çalışma süper gücü ya da hiçbir zaman olması gereken anda söylenmesi gereken sözleri bulamama süper gücü.Böyle bir kahramanı kim istemez hayatında:) Komik dans eden insanlara dandik diyene kadar kendime bakayım bi değil mi ama asıl dandik insan benim de haberim yok,ruh eşi falan da hikaye zaten:)

21 Şubat 2008

Push Your Head Towards The Air

Son günlerde dinlediğim en süper şarkı.Çok muhteşem.Tüm abartılı sıfatları sırayla yazmak istiyorum hatta,çok sevdim.Bu güzeller güzeli şarkıya şuradan ulaşabilirsiniz kendisi kadar süper videosunu da izleyebilirsiniz.İzleyin,dinleyin:)

if i lay face
down on the ground,
would you walk all over me?
have we learn't
what we set out to learn?
well then love we will see.
now dont drown in your tears, babe
push your head towards the air.
now dont drown in your tears, babe
i will always be there.
when you fall and you,
can't find your way,
push a hand up to the sky.
i will run just to,
to be by your side,
dont you ever bat an eye.
now dont drown in your tears, babe
push your head towards the air.
now don't drown in your tears, babe
i will always be there
"but i will tear the price from your head,
and keep you from harm" thats what you said.
theres people climbing out of their cars
lining the roadside,
try to glimpse at the dead.
now dont drown in your tears, babe
push your head towards the air.
now dont drown in your tears, babe
i will always be there.

Bir Editors şarkısı olur bu arada kendileri...

20 Şubat 2008

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street

Aşağıdaki yazı bolca spoiler ve fazla miktarda övgü içerir.Baştan uyarmak istiyorum,spoilersız ve abartılı övgüler olmadan bu film üzerine bir şeyler yazmam imkansızdı:)

Bir filmi vizyona girdiği ilk gün izlemek için çaba harcamak ve bunun için heyacan yapmak çok güzel bir şey.Yüzüklerin Efendisi serisinden beri ilk defa bir filmi ilk gün izleyeceğim için çok heyecanlandım,cuma erkenden aldım biletimi ve acayip bir heyecanla girdim salona.Cem Yılmaz'ın iğrenç filmin fragmanı bile beni sinirlendirmedi.Odaklandığım tek şey Sweeney Todd'du çünkü.Yine de sinemada fragman izlemeyi seven bir insan olarak bir kez daha o saçma filmin fragmanını görürsem bayılacağım.Neyse konumuza dönelim Film başladı ürkütücü bir müzikle kanın yol alışını izledik yavaşça, Tim Burton'ın adını gördüğümde kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı çoktan.Aklımda bir sürü düşünceyle birlikte filmin bence muhteşem olan giriş sahnesi başladı.Karanlık ve ürkütücü bir hava ve kasvetli bir gemide Johnny Depp ilk göründüğü anda, "bu adam karizma konusunda aşmış" diye düşündüm bir kez daha.Güzel şarkı söyleceğinden de şüphem yoktu zaten -müzikle uğraşan bir insan sonuçta-,ve yanılmadım da şarkı söylemeye başladığı ilk an benim heyecanım iyice katlandı,güzel sesiyle ve kendisine pek yakışan ingiliz aksanıyla No Place Like London'ı söyledi.Sweeney Todd'un Mrs.Lovett'ın börekçisine girdiği sahne ise filmin en neşeli yerlerindendi.Worst Pies in London diye bilinen Mrs.Lovett'in börekleri gerçekten görünüş olarak da bu savı destekler nitelikteydi.Mrs.Lovett'in şarkısı,tüm film boyunca sözleriyle en çok güldüren iki şarkıdan biriydi bence.Mrs.Lovett demişken tam bu noktada Helena Bonham Carter bahsetmezsem ayıp olur.Bir insan bir role bu kadar mı yakışır,bu kadar mı şirin olur,çok çok iyiydi.Johnny Depple uyumları zaten mükemmel.Özellikle Sweeney Todd'un öldürdüğü insanları börek yapma konusunda uyuşmaları ve bunu büyük bir eğlence olarak kutladıkları sahnede resmen oyunculuk adına bir zirve izledik.Sweeney Todd'un Yargıç Turpin'i elinden kaçırdıktan sonra geçirdiği sinir krizi ve oradaki tek kişilik şovu inanılmazdı.Filmin kilit noktlarından biri o sahne aslında.O ve daha sonra insanları börekte kullanmaya karar verdikleri sahne.Olaya farklı bir açıdan bakarsak,tüm bu olayların nedeni o dönem Londrasındaki sınıf farkları.Benjamin Barker'ın sıradan bir berber olması ve üst tabakadan olan bir yargıçın sözüne boyun eğmek zorunda kalmasıyla tüm hayatını kaybetmesi.Orada yapılan konuşmalardan Sweeney Todd'un bu adaletsizlikten nasıl nefret ettiğini anlayabiliriz.Dünyada iki tür insan vardır deyişi,daha sonra biz ayrım yapmayacağız herkesi öldüreceğiz diyişi,adaletsizliğe olan siniri,onu katil olmaya iten nedenler aslında bunlar.Güzel bir sosyal eleştiri de var aslında burada.Zaten aslında sırf bu nedenler yüzünden film boyunca bir katilden nefret edemiyoruz,ona içten içe hak veriyoruz.Çünkü bu bizim hayatımızda da yaşadığımız bir şey,belki katil olmuyoruz ama isyan ediyoruz,eşitlik istiyoruz. Tabi ki bir de işin psikolojik boyutu var ki orda da Sweeney Todd kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünüyor,sahip olduğu her şeyi kaybetmiş zaten ve ayrıca yargıçtan almak istediği intikam var,bu intikam duygusu o kadar güçlü ki bir anlamda intikamını tüm insanlardan alıyor.Bu nedenlerdeki Sweeney Todd hikayesi saçma bir seri katil öyküsü değil.Geri planında önemli şeyler var. Ve tabi ki Sweeney Todd'dan nefret edemememizin bir diğer sebebi de Johnny Depp:) Bu sosyal ve psikolojik analizlerden sonra,yeniden yüzeyde dolaşmaya devam edersek;benim için filmdeki en güzel sahneler Mrs.Lovett'in hayalleridir.Bu kadar batağın içindeyken,bunca şey olup biterken hala deniz kenarında arkadaşlarını ağırlamayı düşünmesi gerçekten ilginç ve aslında ne kadar da normal.İnsan işte, ne olursa olsun insan hayalleriyle yaşıyor.Bu renkli hayallerdeki mekanlara aşık olduğumu söylemek zorundayım.Tim Burton'ın en iyi yaptığı şey,konu hayaller olunca hep içinde olmak istediğimiz dünyalar yaratıyor.Bu hayaller boyunca Johnny Depp'i dikkatli izlemek lazım kendisi konuşmadan duygular nasıl anlatılır dersi veriyordu resmen.Zaten Tim Burton bir ropörtajında "Johnny'de sevdiğim şey her şeyi konuşmadan anlatabilmesi" demişti.Ne demek istediğini bu filmde çok daha iyi anladık hep beraber.Johnny Depp'in oyunculuğundan bu kadar bahsedince aklıma akademi ödülleri geliyor tabi ki.Bu yıl Johnny Depp'in o osacarı aldığını görmek istiyorum.Üçüncü adaylığında artık zamanın geldiğini düşünüyorum.Ama ben bir akademi üyesi olmadığıma göre benim düşüncelerimin pek bir önemi yok:)Filmdeki inanılmaz müziklerden de bahsetmek lazım.Bazı insanlar filmi müzikal olduğu için beğenmemiş.İnanasım gelmiyor.Bu film müzikal olmak için yaratılmış:)Asıl müzikal olmasaymış eksik kalırmış.Çok güzel şarkılar vardı gerçekten ve her oyuncunun şarkıcılık performansı son derece iyiydi.Johnny Depp ve Alan Rickman'ın karşılıklı söylediği Pretty Girls şarkısı mesela ve Johnny Depp ile Anthony'inin beraber söylediği Johanna en akılda kalanlar oldu.Filmin sonu da olması gerektiği gibi olmuş.Böyle bir öyküye böyle bir trajedi sonu yakışırdı zaten.Ayrıca Sweeney Todd'un başta söylediği hepimiz ölmeyi hek ediyoruz fikrinden başka bir sonuç çıksaymış olmazmış.Sweeney Todd ölmeseydi olmazdı mesela, ya da Mrs Lovett.Yargıç da mutlaka ölmeliydi.Adalet öyle sağlanabilecekti ancak.Ama Sweeney Todd'da ölmeliydi o da masum insanları öldürdü.Mrs.Lovett yalan söyledi.Aslında hepsi ölmeyi hak etti bir şekilde.Bir tek Lucy belki ölmeyi hak etmemişti o da yanlış zamanda yanlış yerde olmanın cezasını çekti diyelim.Sonunda aslında en saf en temiz insanlar ölmediler,Johanna ve Anthony.Uzaktan birbirlerini seven ve büyük günahlar işleyecek kadar yaşları olmayan bu iki genç özgür kaldılar.Onların hikayesinin nasıl devam ettiğini öğrenemiyoruz.Çünkü asıl hikaye bittikten sonra oraya geri dönememize gerek yok.Onların ölmediğini bilmemiz yetiyor sadece.Ve filmde bitiyor bu şekilde.Ben de uzun zamandır beklediğim bir filmi izlemiş ve beğenmiş olmanın verdiği keyifle çıkıyorum salondan.Pazartesi günü bir kez daha izliyorum,yine heyecanla.Daha bir dikkatli izledim ikinci izleyişimde.herkese de bir kez daha izlemelerini tavsiye ederim.Ve ben filme 10/10 veririm.
Müzikleri de paylaşmak isterim.En sevdiklerim bunlar:
No place like London
Johanna

17 Şubat 2008

Dancing In The Moonlight*

-Ankara'ya yakışmayan bir renk varsa o da mavidir.Bunu söylediğim için üzgünüm ama ne yazık ki öyle.O gün tunalıdaki alt geçitten geçerken bir daha fark ettim,bu kadar mı uymaz mavi bir şehre hele çamurlu mavi hiç mi hiç olmuyor.Bu zevksizliğin sorumlusunu hepimiz biliyoruz zaten,bir daha adını anmaya gerek yok,bir de ne olacak bu şehrin çamur sorunu,şu sıralar donuk vaziyette olduğumuz için problem değil de bahar gelmeye başlarken biz de mücadeleye başlarız.
-Kar yağsın hep,dün geceden beri hiç durmadan yağıyor, bu şehir daha bir güzel oluyor ve biraz daha soğuk.Karanlık havaları neden bu kadar sevdiğimi bilsem bir de.Bilmiyorum.
-Karlı pazar gününe yakışan şarkı:Van Morrison-Astral Weeks
-Üniversiteler neden kar tatili yapmıyor.Ben bu karda yarın o dağın tepesine nasıl gideceğim,sorarım.Aslında okulum da pek güzel olur kar yağınca,ama o yol yok mu o yol.
-Bu dönem okul çok zor ve ben bu dönem okuldan iyice soğumuş durumdayım.Çok fena şeyler olacak.Okula gitmemek için daha ilk haftadan bir sürü bahane uydurdum.Ama böyle gitmez bu iş,çok zor bu dönem,hazırlıklı olmak lazım.Tek sevdiğim ders sinema dersim olacak,tabi ki onu silmek zorunda kalmazsam.Silmek istemiyorum,şu okulda beni heyecanlandıran tek şey sinema dersi bu dönem.
-Uyku beni terk etti.Ne olacak böyle,bilmiyorum.Uyumak istiyorum üstelik ben,huzursuzluktan başka bir şey vermiyor insana uyuyamama durumu.Bir yatakta uyumadan saatlerce yatmak kadar da büyük bir işkence yok,hayatımda en sevdiğim şeylerden biri olan kahveyi de artık neredeyse hiç içmiyorum.Ne biçim hayat bu.Uyku yok,kahve yok,okul var hergün.
-Bon Jovi İstanbul'a gelebilirmiş bu yaz.Dileklerim gerçek mi oluyor ne?Ama onlar gelirde ben gidemezsem konsere ,kendimi yüksek bir yerden aşağı paraşütsüz bırakırım.Görmem lazım dünya gözüyle.
-Kışı ve karı çok seviyorum ama yaz gelsin.Plan çok bu yaz için heyecan yaparım ben böyle:)


*alakasız başlık

16 Şubat 2008

Kar Tanesi

Gözüme kocaman kar tanesi kaçtı,beyaz.Çok beyaz hem de.
Kapadım gözümü her yer siyah,görmedim hiçbir şey.
Her şey yerli yerindeydi oysa karanlıkta,
bir ben yanlış.
Gözümü açtım sonra her yer beyaz,
Her şey yerli yerinde hala,peki ben nerdeydim,
Yolumu bulmam için mi seçmişti beni kar tanesi.

Kar tanesi,beyaz,çok beyaz...
Üşüdüm,diğer kar taneleri yüzüme değerken uyandım,
her şey yerli yerinde,her şey siyah.

Ben hala yanlış,yersiz...
Kar tanesi kaybetmiş yolunu, kayıp,gereksiz...

Müdür Baba-Dede

İlkokuldayken müdürümüz çok konuşurdu.Yani tahmin edebileceğiniz en uzun müdür konuşmalarından daha uzun konuşurdu.Bazen öğretmenler bile şikayet ederdi dersin yarısı gitti diye,ama o kimseyi sallamaz bizlere okul bahçesinde hayat dersleri verirdi.Her konuşmasında en az iki kere "çorba" kelimesini kullanırdı ki çorba, kişinin kendi ayakları üzerinde durmasını simgeliyordu.Sonra birgün müdür baba(kendisi bana müdür baba ya da müdür dede diyin derdi) bana bir mektup yazın,beni istediğiniz gibi eleştirebilirsiniz demişti.Ben de "bizi soğukta ,sıcakta çok konuşarak çok bekletiyorsunuz,kötü oluyor onun dışında iyisiniz" yazmıştım.Bir hafta sonra yine yaptığı bir konuşmada bundan sonra sizi soğukta sıcakta çok fazla bekletmeyeceğim,merak etmeyin demişti.Kendimle çok gurur duymuştum,benim mektubumu okumuş,önemsemiş bir de söylüyor demiştim.Ne olacaksa sanki,böyle bir şey başardım zannetmiştim.Ben çocukken çok gariptim zaten.Her neyse sevgili müdürümüz bu sözü verdikten sonra tabi ki akıllanmadı bir süre sonra uzun konuşmalara geri döndü,hatta bir keresinde dışarıdan özdebir sınavına bizim okulda girmeye gelen çocuklara ve velilerine bile bahçede konuşma yapmıştı:)Taktik vermişti falan,çok değişik bir insandı bir de bize Ebru Gündeş'e gönderilmek üzere mektuplar yazdırtmıştı,Ebru Gündeş beyin kanaması geçirdiktan sonra.Bizim okulun mezunudur da kendisi bağış yapmıştı galiba, bir kere de ziyarete gelmişti izdaham olmuştu,çocuğun biri Ebru Gündeş'in poposunu ellemekle övünür olmuştu sonrasında:)Garip zamanlar.Ben Ebru Gündeş'e ne yazdığımı hiç hatırlamıyorum.Kesin komik bir şeyler yazmışımdır,nasıl unuttuysam bilmiyorum.Bizim ilkokul-ortaokul çok şenlikliydi ya.Biz ortaokuldan mezun olurken müdür baba da emekli oldu.8 yıl çekmiştik kendisini.Ama sonradan çok özledik hepimiz.Nerededir şimdi bilinmez,yaşıyor mudur o da bilinmez.Sitcom karakteri gibi bir insandı,komikti sertti de ama eminim ki o okulda okuyan herkesin iyiliğini istiyordu.Kendini bu işe adamıştı.Hala eski okulumun önünden geçerken gözümün önüne gelir o koca bahçede bir sürü çocuk, sıra olmuş,andımızdan önce yapılan konuşmaları dinlerken sıkıntıdan patladıkları için andımızı acayip bir çoşkuyla söyleyen bir sürü çocuk.Hangi sınıftan daha çok ses çıkacak diye yarışma yapardık:)

14 Şubat 2008

Filmler,Filmler...

Son bir haftada birkaç film izledim,hepsinden bahsetmek istiyorum kısa kısa da olsa.Önce en sevdiğimden başlayayım.One Flew Over The Cuckoo's Nest.1975 yapımı Jack Nicholson'ın başrolünde oynadığı 5 oscarlı ,çok ödüllü,imdbnin top 250sinde şu an itibariyle 7.sırada bulunan ve benim tarafımdan da çok ama çok sevilmiş bir film.Jack Nicholson'ı ne kadar sevdiğimi söylemiş miydim?Söylemediysem söyleyeyim,bence kendisi dünya tarihinin gördüğü en yetenekli oyunculardan biridir.Bu filmde de tabi ki inanılmazdı.Mekan bir akıl hastanesi-psikiyatri kliğini.Burada kalan belki hepimizden daha da anormal olmayan insanlar ve onların dostlukları,yaşamla mücadele etme deneyimleri anlatılıyor.Böyle başlar başlamaz insanı kendisine bağlayan filmlerden.Bu filmle ilgili değişik bilgilerde var.İnsanlar bu filmi izledikten sonra psikiyatrlara olan güvenlerini gerçekten kaybetmişler ve bu dalın güvenilirliğine olan inanç azalmış.Daha sonra filmi izleyenler ve izlemeyenler katılımcılarla, psikaytristlere olan tutumlarını araştıran araştırmalar yapılmış.Bu gereksiz bilgiyi de verdikten sonra filmin en iyi film Jack Nicholson'ın da en iyi aktör oscarını aldığını belirterek 10/10 diyelim ve diğer bir filme geçelim:
The Doors,Beklentilerimi karşılamayan bir film olduğunu söylerek sözlerime başlayayım.Beklentilerim çok yüksekmiş belki de.O kadar çok insan bu filmi övüp şöyle böyle dedi ki ben de haliyle göreceğim şeyden çok memnun kalacağımı düşünmüştüm.Öyle olmadı.Yani filme asla kötü diyemem bir kere Val Kilmer Jim Morrison rolünde kelimenin tam anlamıyla devleşmiş.Sırf onun muhteşem oyunculuğu için bile izlenir zaten,adeta Jim Morrison'ı oynamamış Jim Morrison'ın ta kendisi olmuş,muhteşem.Val Kilmer'ı da çok severim zaten:)Filmin beğenmediğim yönleri The Doors'un gelişim sürecini çok aceleye getirmesi,Pam ve Jim aşkının üzerinde gerektiği gibi durmaması.Çünkü Pam,Jim Morrison'ın hayatının bu şekilde yönlenmesinde en çok etkisi olan insan,onların farklılıkları,ve aşklarının büyüklüğü üzerinde çok durulmamış.Yeteri kadar durulmamış desem daha doğru olur belki.Her şeye rağmen The Doors'u ve Jim Morrison'ı seviyorsanız izlemenizde fayda var.Ayrıca Val Kilmer'ın performansı da görülmeye değer. 6/10
I'm Not There:Bob Dylan'ın hayatının farklı dönemlerini anlatan değişik bir film.Evet değişik doğru kelime,Bob Dylan'ın saçları kadar karışık aslında.Ama sanırım fazlasıyla karışık bir adamın hayatı bu şekilde anlatıldığında daha etkili oluyor.Anlatım biçimi anlatılan durumu simgeliyor bir anlamda.I'm not there'in en güzel özelliği birbirinden yetenekli oyuncuları aynı anda Bob Dylan olarak izlememize imkan vermesi.Christian Bale ve rahmetli Heath Ledger gerçekten çok başarılılar.Cate Blanchett'i herkes çok beğenmiş bu filmdeki performansıyla ama ben beğenmedim.Kendisi bu filmdeki rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında oscara da aday olmuş.Bilmiyorum yani ben sevemedim bu filmde,genelde de sevmem zaten:)Oldukça uzun ve izlemesi zahmet gerektiren bir film ama izlendiğine değiyor,ve tabi ki yine Bob Dylan'ı seviyorsanız onun şarkılarını bir de hayatını izlerken dinleyeyim diyorsanız tavsiye edilir.Ayrıca Bob Dylan gerçek bir şair.7.5/10
Ve son olarak The Notebook:The Notebook için ne desem az.Yani objektif olamayacak kadar çok sevdim.İzlemeden önce de biliyordum seveceğimi zaten.Romantik filmlerin benim üzerimde garip etkileri vardır.Bu da zaten olabilecek en romantik filmlerden biriydi sanırım.Ryan Gosling çok yetenekli,çok hoş.Filmin konusu ayrı bir güzel.Klişe belki biraz ama klişe olan her şey kötü olmak zorunda değildir.(ve evet klişe olan şeylerin çoğu kötü ama hepsi değil:))Film ayrıca mekanlar ve görsellik konusunda da çok tatmin edici.Başka bir şey dememe gerek yok çok süper bir film favorilerim içinde yerini aldı,yine de mutsuz bir zamanınızda izlemeyin derim çok fena yapıyor,ben de izlemek için olabilecek en kötü günü seçmiştim.10/10

Yarın da Sweeney Todd günü,ne kadar mutluyum bir anlatabilsem:)

10 Şubat 2008

...

Hala bazı olayları yaşadığım anda hissedecek bir şey bulamıyorum.Ne garip bir şey bu bir anlatabilsem,kelimelere dökmek zor.Bugün 3 milyon küsürlük nüfuslu Ankara'da görmeyi en beklemediğim insanı gördüm.Hem de şöyle 3 saniye falan sürdü.Neden iki insan kısacık zaman aralıklarında aynı anda birbirlerine bakarlar.Neden yani.Sanki onun o anda oradan geçeceğini hissetmişim gibi kafamı durup dururken sağa çevirdim ve onu gördüm o da beni gördü,benim aksime onun yüzünde bir şaşırma ifadesi vardı, bense ifadesiz olduğuma eminim zaten hemen kafamı çevirdim,neden bilmem,uzun uzun bakmak istemiyordum.Ama garip değil mi şu evrenin insanlara yaptığı ve benim başıma bunların bu kadar çok gelmesi,evet düşünce gücümün kuvvetli olduğunu düşünüyorum ama ben onu düşünmedim ki son zamanlarda hiç,artık çok da umursamadığım bir insan aslında,aklımda bambaşka insanlar,olaylar varken neden böyle kel alaka bir zamanda kafamı çevirdiğim yerde görürüm ki onu ve garip saçlarını.Çözmek istiyorum bu gizemi,aramızda bir bağda yok ki hissetmiş olayım,bilmiyorum.Zaten onu gördüğüm anda ve daha sonrasında ona ait herhangi bir şey hissetmedim bu olayın garipliğini düşündüm sadece.İnsanlar hayatları boyunca birçok insan tanıyorlar bazıları hayatımızdan çıkıp gidiyor,aklımıza bile gelmiyor zamanla,ama acaba bir şekilde bağlı mı kalıyoruz.Ben tabi ki hayatımıza giren her insanın bizi bir yönde etkilediğine inanıyorum,bizi ve tercihlerimizi. Hayatımıza giren her insandan sonra bir şeyler değişiyor.Hoş o benim hayatıma öylesine giriveren bir insan olmadı hiç,o hep vardı zaten kendimi bildiğimden beri,artık yok orası ayrı.Ama uzun bir süre düşünme biçimimi çok etkilediği bir gerçek ve hatta uzun süre kendime gıcık olmamın sebeplerinden biridir ama geride kaldığını biliyorum."Zamanla geçer" diyor ya insanlar ben buna günden güne daha çok inanır oldum.Zamanla, eskiden onun yaşadığını bilmem lazım dediğim insandan yıllarca haber almasam umursamazmışım gibi geliyor,ve o zaman geçtikçe artık aniden karşına çıksa bile o insan, hiçbir şey hissedemiyorum,boş bir bakış sadece hepsi bu,sanki donmuş gibi.Yok işte bir şey artık sana dair diyen o bakış.Yine de hala anlatamıyorum bu hissedememe durumunu.Ve anlayamıyorum 2 insanın kısacık zaman dilimlerinde kimsenin bilmediği bir anı paylaşmalarını ,çok anlamsız olsa bile bu sefer ki.

8 Şubat 2008

Özgürlükmüş!

Son günlerde televizyondaki gazetelerdeki haberler iyice iğrençleşmeye başladı.Bir kısmı da hem komik hem de iğrenç kategorisine sokulabilecek cinsten.Son 2 haftadır bir türbandır her yerde,sanki bu ülkenin tek ve en önemli sorunu türbanmış gibi herkes bu konudan konuşuyor,AKpli vekiller ve CHPliler laf yarışına giriyor,kıytırık uzmanlar bulunup fikirler soruluyor,sonra da bir klasik olan halk ropörtajları yapılıyor.Artık bu saçmalık benim canımı o kadar sıkmaya başladı ki haberleri kendi çapımda dalga geçmek için izlemeye başladım.Neden bu ülkede tartışma konusu olan her şey sündürülüp sonunda çok anlamsız noktalarda yeniden ve yeniden tartışılıyor.Hayır sanki çözüm bulabilecekelrmiş gibi.Sonra Üniversitelere özgürlük getirdiğini iddia eden iktidar partisi var.Ben buna gülüyorum işte.Neden özgürlük sadece belli bir kesime güya haklarını vermek oluyor.Türkiye'deki üniversitelerin tek sorunu bu mudur ya da türbanlı olmayan öğrencilerin farklı özgürlük isteklerine ne diyecektir AKP.Üniversitelerde özgürlüğe bu kadar meraklı başbakanımızın üniversitelerin tam anlamıyla özgür olmasını istiyorsa YÖK ün başındaki adamın üniversiteler paralı olsun hep beraber Amerika gibi olalım laflarına tepki göstermesi gerekmez miydi çünkü insanların eğitim alma özgürlüğü de vardır üstelik Türkiye gibi bir ülkede bunu devlet insanlarına sağlamalıdır.Ya üniversite kapılarında hayatlarını harcayan gençlerin hakları ve özgürlükleri ne olacak.Siz onlara hak ettikleri eğitimi sağlayabiliyor musunuz?İnsanlar tüm zamanlarına ve paralarını bu işe harcarken ve hala istedikleri üniversitelerde okuyamazken,üniversitelerde araştırmalara ödenekler sağlanmazken bizim tek sorunumuz neden türbanmış gibi davranılıyor.Bir de çene altıymış üstüymüş tartışmalar ki varki ekstra saçma,kafalarının içi aynı olduğu sürece ne fark eder ki.Bunun için mücadele eden kadınları ise hiç anlayamayacağım gerçekten türban gibi aslında kendilerini hapseden bir şeyden kurtulmak için mücadele etmeleri,erkeklerin istediği düzenin köleleri olmamak için mücadele etmeleri gerekirdi,işte bu gerçek bir özgürlük mücadelesi olabilirdi.Neye alet edildiklerinin farkında mı bu kadınlar acaba.Atatürk'ün Türk kadını için sırf kadınlar özgür olsun okusun, çalışsın kendilerini göstersinler diye onca yaptığından sonra,kadınların bu aşağılanmayı hak olarak-özgürlük olarak görmelerini anlayamayacağım ne yazık ki.

6 Şubat 2008

Simitli Poğaça

Bugün sabah çok erken bir saatte poğaça(yanlış mı yazdım bilmiyorum bu kelimenin nasıl yazıldığını bilmiyorum gerçekten) almak için taşfırına gittim.Orada bir tane kız vardı.Günaydın dedim ve sonra "2 kaşarlı 2 simitli poğaça alabilir miyim" dedim.Kız gülmeye başladı.Ben de “ne diyorum ya ben 2 kaşarlı 2 zeytinli” dedim sonra.Kız hala gülüyordu."Neli istemiştiniz" dedi bir daha 2 kaşarlı 2 zeytinli dedim yine.Kız gülmeye devam ederken ısrarla bir daha sordu iyi ki bir kere simitli poğaça istedim kendisinden ne var bunda bu kadar eğlenecek, hayret bir şey.Ayrıca gün gelir simitli poğaça da icat edilir sonra bu kendinden utanırsın poğaçacı kız.Sabahın köründe ne dediğimi biliyor muyum ben de sen benimle dalga geçiyorsun, ayıp bir şey.Gitgide romantik komedilerdeki histerik kadın karakterlere benzediğimin de farkındayım ama bu bir şeyler satan insanların karşı tarafın söyledikleriyle dalga geçmesi durumu beni iyice sinirlendirmeye başladı.Simitli poğaça işte,ayrıca daha önceden de barbekü sosunuz çok mu tuzlu diye sorduğum arkadaşın "daha önce yemedin mi mcdonaldsta burger da" diye bana çıkışması da çok ilginçti.Ki barbekü sosu benim en sevdiğim soslardan biridir de ben nereden bileyim sizinkinin tuz oranını hayret bir şey.Bir de “aa nasıl yemezsin sen barbekü sosu aptal” bakışı vardı ki o daha da bir ilginç.Hayır hayatında hiç barbekü sosu yememiş olmak da bir ayıp mıdır yani,onu bilemedim.Belki hiç yemedim arkadaşım sen benim sorumu cevaplasana, ne beni bozmaya çalışıyorsun,neden yani "şu kadar tuzlu" demek bu kadar mı zor.Ben de olay anlarında hiçbir şey diyemeyip buradan bu blogtan içimi döküyorum.İnsanların söyledikleriyle kafa bulmayın ,bozmaya çalışmayın tamam mı,duyuyor musunuz beni.Günün 20 saati dalgın yaşayan insanlar var benim gibi, sürekli ne dediğinin çeteresini tutamayan insanlar sabahları bir türlü uyanamayan ve saçmalama kapasitesi yüksek de olabilen insanlar bunlar.Yürüyen merdivenden yukarı çıkmak için aşağı inen yürüyen merdivenlere binmeye çalışan insanlar da olabilirler,dalgınlıktan yemeklerini yere de dökebilirler.Alışmanız lazım.Nedir bu bi dalga geçelim havası,çok ayıp bir şey.Toplumdan soyutlayacağım kendimi o olacak yani.

4 Şubat 2008

Mola

Şarkılarla, mekanlar ve zamanlar arasında bağlantı kurduğum için sevdiğim bir yere gittiğimde ya da yaşadığım önemli bir olaydan sonra bazı şarkıları ardarda sürekli dinlerim.Eşleştirme yapayım ve bir daha ne zaman o şarkıyı dinlesem o anı,o olayı,o mekanı hatırlayayım diye.Mesela İspanyadayken,döndüğümde orayı özleyeceğimi çok iyi biliyordum ve unutmaktan korkuyordum.Her anını beynime kaydetmek,kokuları bile unutmamak istedim.Bu yüzden orada bulunduğum süre boyunca sürekli aynı 2 şarkıyı dinledim.Ve şimdi ne zaman o şarkıları dinlesem oraya ait bir şeyler canlanıyor aklımda, oradaymışım gibi hissediyorum.Bu gerçekten çok yararlı bir şey.Hayat kötü giderken durup bir mola istemek gibi.Bir insanla bir mekanla bir zamanla şarkı eşleştirmek bu yüzden benim için çok önemli.Sadece şarkı değil başka eşleştirmeler de yaparım ben.Hayatı daha güzel kılacak küçük bir sistem işte benimkisi.Hayatımız müzik gibi olsun!