29 Mart 2012

Ses

James Vincent McMorrow @ Chasing The Moon from Scott McDowell on Vimeo.

bana hep böyle oluyor; önce bir sese aşık oluyorum sonra o sesin vücut bulmuş halini görünce gözlerimi o kişiden alamıyorum. sonra birden bire arkadaş oluyoruz. sanki o sesin sahibiyle yıllardır tanışıyormuşuz, sanki her gün eve dönerken yol üstü karşılaşıp muhabbet ediyormuşuz, sanki sadece ikimizin bildiği bir hayali paylaşıyormuşuz gibi hissetmeye başlıyorum. içimden konuşuyorum seslerin sahipleriyle, onlara hikayeler anlatıyorum. o seslerin sahipleri mekansal olarak uzak olsalar da ruhsal olarak inanılmaz yakınlar bana. dibimdeler. şu an hayatta olmayanlarla bile sohbet etmekten kendimi alamıyorum. ne de olsa aşığım her birine teker teker, hem de çok yakın arkadaşız, gizli hayalleri paylaşıyoruz, nasıl anlatmayayım ki... onlar bana onca şey anlatırken benim onlara hikayelerle karşılık vermemem çok ayıp olurdu zaten. hem onlar mükemmel sesleriyle şarkı söylemenin yanında dinlemek konusunda da çok başarılılar. yollar boyu benim hikayelerimden hiç sıkılmıyorlar. bu zamana kadar hiç sıkılmadılar.

james vincent mcmorrow da yeni aşklarımdan biri. bu sıralar en çok onunla konuşuyorum. bir de bir insan utangaç ve sessiz biri olduğunu söylediğinde onu nasıl sevmezsiniz ki. sevilmek için yaratılmış gibidir o insan.

Snow is Gone


kar henüz ankara'yı terk etmedi hatta bugün lapa lapa kar yağdı ama artık bunlar sembolik karlar. kış bitti diyorum çekinmeden. kışlıkları kaldırdım, bundan sonra isterse eksi 5 derece olsun ben yine deri ceketimi, bez ayakkabılarımı ve tişörtlerimi giyeceğim. kıyafet konusunda geri dönüş yok, çok ciddiyim; bu kış benim için bitmiştir. bahar da geldiği gibi gitsin, zamanı haziran'a bağlayalım. sonrası zaten iyilik.

bir de şarkıda diyor ki;

I'd rather be the one who loves than to be loved and never even know.

canımsın josh ritter.

27 Mart 2012

Masal

bir zamanlar "yalnızlık insana bir kez yapıştı mı kolay kolay bırakmıyor" gibi bir cümle kurmuştum burada. neden böyle cümleler kurduğumu ben de bilmiyorum. yalnızlık üzerine konuşmayı sevmeyen bir insan olarak yalnızlıkla ilgili çok fazla konuşuyorum sanki. böyle bir cümle kurduğum da bugün dolmuşta, eve dönerken aklıma geldi. eve hep dönülüyor değil mi? keşke gidilen bir ev olsaydı, bir ev ihtimali ya da. var olan evden, dönülen evden başkası. güzel olmaz mıydı? dolmuşlarda yıllar önce kurduğu manasız cümleleri hatırlayan bir insan olarak belki de dönebileceğim bir evim olduğu için şanslıyımdır. insan bazen şansını zorlamamalı. olacak şey var, olmayacak şey var. neden hayatım boyunca var olmayan şeyleri özledim, neden hep imkanım dışı seçeneklere ulaşamamayı kayıp olarak gördüm, neden hep kendi kalbimi kırdım? kendimi anlayamıyorum. insan kendi kalbini kırar mı? kırmamalı. dünya bu kadar kırıcı bir yerken insan kendini kırmamalı. meli, malı cümleler kurmayı sevmeyen biri olarak fazlasıyla içi boş cümle kurdum galiba bu akşam. ama fazladan birkaç cümle ile şansımı zorlarsam şunu söyleyebilirim ki; tüm manasızlıklar içinde, bunca kırıklıktan öğrendiğim tek şey; hayatta hiçbir şeyin olması gerektiği gibi olmadığı. olması gereken sadece kafamızın içinde çünkü. insanın kendi kafasının içindekinin gerçek olamaması ne büyük bir dram. büyük gerçek. en azından gerçeğin ne olduğunu fark etmek hafifletir belki bu trajediyi. insanlar tam tersi olacağını söyleseler de... masalların insanı üzmediğini kim söylemiş. gerçeği kabullenmek kadar masalsı olamaz hiçbir masal.

25 Mart 2012

Beginners
























Hayatımızı mahveden filmler kuşağında bugün de Beginners var. Neden tüm filmler babalarla ilgili? Artık isyan edeceğim galiba.
Duygusal işkence için inatla izleyiniz. Afişlerinin de böyle neşeli göründüğüne hiç aldanmayınız.

23 Mart 2012

Creation


























Yıllardır izlediğim en güzel film. Abartmıyorum. Charles Darwin benim kahramanlarımdan biri olduğu için de değil, Darwin'i hiç bilmeyen, ona özel bir sempatisi olmayan insanlar için de inanılmaz etkileyici olacağına eminim. Tabii ki Darwin hakkında hiçbir şey bilmeden sanki onun teorisi dandik bir dinmiş gibi "ben evrime inanmıyorum yeaa" diyen ve Darwin'in söylediği şeyi "maymundan mı geldik yani'"ye indirgeyen dar kafalı insanların anlayıp etkilenecekleri bir film olmayacaktır ama zaten o insanlar için yapılacak bir şey yok.

Öncelikle mükemmel bir hikaye anlatıcılığı var filmde. Akıp gidiyor. Görsel olarak da o kadar başarılı ki ben bir ara televizyon ekranına yapışmıştım neredeyse, çünkü kendine doğru çekiyor film. Özellikle Darwin'in kızı Annie'ye anlattığı hikayeler ve kendi gördüğü rüyalar öyle güzel öyle estetik ki o derece görsellikte aşmış şeyleri ben burada kelimelerle anlatamayacağım. Genel olarak aslında Darwin'in bilimsel yönünden çok baba ve koca yönüne odaklanıyor Creation. Yaşadığı ikilemleri, karısına ve kızına olan sevgisi ve bilim adamlığı kimliği arasındaki uyuşmazlıkları bazen de bu kimliklerin birbirlerini etkileyip onu bir bütün yapan onu Darwin yapan yönlerini göstermişler. Türlerin Kökeni kitabının yazılma sürecinin sancılarına da tanık oluyoruz. Tarihin en önemli eserlerinden biri olan bu kitabın yazım aşamasının Darwin için büyük bir çöküntü olması ve karısıyla, dinle, tanrıyla savaş içinde olmadığı halde herkesin onu büyük bir savaşın iki ucundan biri olarak görme eğilimleri özellikle çok etkiledi beni. Adam aslında sadece fark ettiği şeyleri, doğanın içinde bulunduğu yıkım ve savaşı yazmak istiyor, tek istediği şey bilimsel olarak doğru olduğuna inandığı şeyleri paylaşmak ama herkes onu tanrıyı öldürmekle suçluyor ve tanrıya karşı bir meselesi olduğu için böyle yaptığına inanıyorlar. Oysa Darwin, gözlemlediği şeyden sonra tanrıdan vazgeçiyor yavaş yavaş. Ona tepki olsun, savaş olsun diye değil, kendi bilincine ve algılarına güvendiği için. Darwin ile karısının tartışmaları ve bir şekilde düğümü çözmeleri de çok şık anlatılmış. Her şeyden öte çok büyük bir bağlılık var aralarında. Bu kadar farklı düşünen iki insanın böylesine bağlı olması ve gerçekten kendilerini boğulmaktan kurtarmaları da tüylerimi diken diken etti. Neyse çok anlatıp da spoiler vermiş olmayayım.

Söylenecek çok şey var ama anlatıp tadını kaçırmayayım daha fazla. Mutlaka izleyin, hemen izleyin.

10.


22 Mart 2012

This Charming Man

normalde havanın değişimiyle duygu-durumu değişen insanlardan değilim ama bu sıralar havalardan mıdır, bahardan mıdır nedir gereksiz bir mutluluk var üzerimde. hayatımda gözle görünür iyi giden pek bir şey yok, günlerdir hastayım, bitmek bilmeyen ödevlerim var, kpss kursuna gidiyorum falan ama içim pek kıpırtılı; bir neşe bir umursamazlık falan. sürekli this charming man dinleyerek yaşıyorum. günde 1500 kere this charming man dinlediğim için mutluyum belki de , bilemedim. dünyanın en eğlenceli gaz şarkılarından biri. şarkıya her dinleyişimde de eşlik ediyorum, eşliksiz dinlemem imkansız. bir de "he knows so much about these things" kıvamında bir charming man'im olsa şu sıralar hayat yemeğin üzerine yenen dondurma hadi en olmadı yeni demlenmiş çay gibi olacaktı. neden benim de bir morrissey'im efenime söyliyim bir gary oldman'ım falan olamıyor. bir benedict cumberbatch, bir tom hardy... universe bana neden çok görüyorsun şu charming adamları.

Mini Zaferler

konuşmalarda söylenenler kadar söylenmeyenleri de anlayabilmek gerek sanki. diğer türlü iletişim biraz yavan kalıyor. insanların bazı şeyleri saklamak için verdiği çabayı fark edince sakladıkları şeyi anlamak çok kolay oluyor. gerçekten de insan tüm çabasına rağmen kendinden kaçamıyor, yalanlar bile bir şekilde doğruları temsil ediyor; mutlaka kendinden bir iz taşıyor. nedense saklanan şey kişiden bağımsız dışarı çıkmak istiyor, bunu yaparken de bir sürü yola başvuruyor. birazcık dikkatli bakınca, biraz daha dikkatli dinleyince her şey netleşiveriyor. her zaman daha fazlasını yapamasam da, bazen bazı şeylerin daha ilerisini görmek mini zaferler kazanmışım gibi hissetmemi sağlıyor.

12 Mart 2012

Kötü

bundan daha kötüsü olmaz dediğim her şeyin daha kötüsünü istikrarlı bir şekilde görmeye devam ediyorum. sanırım daha kötüsü olamaz demeyi bırakmalıyım. her şeyin bir fazlası mümkün görünüyor gözüme artık, "sonsuzluk ve bir gün" diyorum mesela. sonra o filmin de shakspeare'in de anlatmak istediğine geliyorum sanki dönüp dolaşıp. sonsuzluk bile yetmez onun bile bir fazlası vardır. öyle bir bitmemek... belki sonsuzluk ve bir gün'de asla bitmemesi istenen şeylere bir atıf var; sevgi gibi, mutluluk gibi ama bitmesini istediğimiz şeylerin de öyle birer birer artmayacağını ya da şak biteceğini kim söylemiş. hiç bitmiyorlar. bitmeyecekler. en kötü noktada geriye bakıp; "artık dağın zirvesindeyim, galiba sonunda bitirdim" dediğimde önümdeki dağa benden habersiz kaçak kat çıkıyorlar sanki. yine de inatla tırmanıyorum belki biter diye ama bitmiyor işte. daha fazla yalnız hissetmek mümkün değildir gibi gelmişti oysa bana, ama onun da artı biri varmış. yalnızlıktan ölmek istemek mi yoksa tam da bu kadar yalnız hissediyorken çevremdeki insanlardan tamamen uzaklaşıp izole olmayı istemek mi daha kötü, bilmiyorum. -belki ikisi de aynı şeydir.- insanların varlığının bizi daha az yalnız hissettirmesi gerekmez miydi? çok garip, bende tam tersi oluyor. aile denen şey öyle bir yalan ki bunca yıldır bizi nasıl inandırmışlar, nasıl kandırmışlar bilmiyorum. sevginin en katışıksız halini bile karanlık zihinleriyle kirletmeyi başaran insanlığa tiksintiyle karışık bir hayranlık duymaktan da kendimi alamıyorum. tüm medeniyeti bize yapıcı bir şeymiş gibi kakalamaya çalışan insanlara bakıp gülüyorum çünkü insan sadece yıkıcı, insanın kurduğu şey yıktıklarından arta kalanlar. eski yıkıntılarını yeni bir şeymiş gibi ekledikleri kaçak çıkılmış dağ katları. en basit insani ilişkilerden en karmaşık ilişkilere kadar işleyen yegane kural bu. buna uymayanlar elenip gidiyor belli ki. yıkım kazanıyor, bana da birer birer daha kötüsünü görmek kalıyor.

zamana da bir şeyler oldu, geçmiyor bir türlü. beni geleceğe götürecek şey eğer "zaman" olmasaydı onun hakkında ileri geri konuşurdum ama şimdilik susuyorum.

9 Mart 2012

Cardinal Song


şimdi ben otursam bu şarkı üzerine sayfalar yazsam yeridir. ama o kadar çok seviyorum ki iki cümleden fazlasını yazamam.

Yeniden Taslaklar

Daha önce, çok çok önce yarım bıraktığım yazıları taslaklar başlığıyla yayınlıyordum. Yine yapasım geldi. Eksik, kötü falan demeyeceğim yarım yamalak yazıları koyacağım buraya. Zaten genel olarak bir şeyleri bitirme konusunda pek başarılı değilim. Yarım kalan şeylerin de kendine has bir güzelliği var nedense.

"bugün bir viyana haritasına baktım, senin sadece bir odaya ihtiyacın varken, bu kadar büyük bir şehir inşa edilmiş olması bana bir an için akıl almaz geldi." F. Kafka

gel sen de kopar bi parça, tozum bile kalmasın.
ne zaman tamamen bitecek ki bu kötü hissetmeler. filmler dışında hiçbir şeye ağlayamıyor olmam da çok kötü. ağlayamayan bi insan oldum sonunda. bu hale geleceğimi hiç hayal edemezdim.
bir de dünya yalan söylüyor ne güzel albümdü, birden özleyiverdim. hayırlısı.

Bir gün elinde bir sürü hayal ile yürürken ertesi gün hayalden bile geriye hiçbir şey kalmaması yaşamın en büyük dramlarından biri. Bazen öyle şeyler üst üste geliyor ki insan hayallerine bile sahip çıkamıyor. Hayal bu kimse onları elimizden alamaz diye düşünüyoruz ama bu dünyada insan her şeyi hayalleri bile kaybedebiliyor. İdealler kurşun geçirmezdir sözü için de durum bu. İdealler ve fikirler bile öyle güzel kurşun geçirir ki şaşıp kalırız hepimiz. Her şey yok olur zamanla, hayaller, fikirler, idealler. Her şeyi öldürmenin bir yolu vardır ve o yolu bilen birileri mutlaka olacaktır. Belki bugün değil belki yüz yıl sonra da değil bin yıl sonra ama olacaktır. Belki de bir dakika içinde çözecektir birileri fikirleri öldürmenin yolunu. Ve hayalleri sadece kendimize ait sırlar, kimsenin göremediği, kitli kalmış ganimetler olarak görmek istesek de hayaller bile ortak bir zihnin ortak bir kullanım maddesi gibi. Ufacık bir şeyle tüm sihrini kaybetmeye hazır, kafamızın içinde durup duruyorlar. İnanmak istiyorum hayallerin zarar göremeyeceğine ama dünya her ne kadar inananların dünyası gibi görünse de

Odamın kapısının cam ile tahtanın birleştiği üst köşesinde altın rengi bir parça gördüm dün gece. Ne olduğunu anlayamadım uzunca süre, dokunmaya korktum. Bir şeyin ne olduğunu anlamak için dokunmak en son yapacağım şeydir, korkunç geldiği için. Görmek neden daha az korkunç o konuda da bir fikrim yok ama dokunmak her zaman en beteri. Belki en güzeli koklamak, görmeden koklamak hatta. Koku daha açıklayıcı daha az dehşet verici. Sahi ya, dehşet veren koku diye bir şey bilmiyorum ben. Kötü kokular var mesela, güzel kokular da ama korkutan koku yok. Kötü bir koku yapacağı etki yüzünden korkutucu olabilir ama salt bir dehşet etkisi yarattığına hiç şahit olmadım. Ama hayat bu daha deneyimlemediğimiz neler neler vardır kim bilir. Kokunun korkutanını da koklar bu burun bir zaman.

Çok kustuğum günlerde aklıma nedense Slyvia Plath ve Sırça Fanus geliyor. Besin zehirlenmesi yaşayıp kusup yerde yattıkları bölüm canlanıyor hep gözümde. Kusmaktan nefret ediyorum, hayatta belki hiçbir şeyden nefret etmediğim kadar. Ama ben bir Slyvia Plath değilim onun kusmayı anlatması, kusmayı ilişkilendirdiği şeyler gibi

Ne salakça şeyler söyleyip ne salakça şeyler yapıyorum. Bana bir kılavuz lazım. Çok fazla kitap okuyorum onlar kılavuz olsa olmaz mı?

7 Mart 2012

Sosyal Etki

Sosyal etkiler diye bir dersimiz var, bu derste kim kimi nasıl etkiler, insanlar nasıl ikna edilir veya daha gerçek tabiriyle "kandırılır", kazıklanır vesaire, bu tarz konular hakkında konuşuyoruz. Bir sürü etkileme stratejisinden bahsediyoruz; bilim insanları hepsine özenle abidik gubidik isimler koymuşlar tahmin edilebileceği gibi ama gündelik hayatta bu isimlere ihtiyaç duymadan da birazcık dikkatli olarak bu mini mini etkileme çabalarını fark edebiliriz. Gerçi her zaman fark edemiyoruz hatta öyle şeyler var ki kendimiz bile o sosyal etkinin çok yerinde olduğunu falan düşünüp, bizi kazıklayan insanı savunabiliyoruz. Bunların nedenleriyle ilgili psikolojik zibilyon tane açıklama, kuram falan var ama ben burada onlardan bahsetmeyeceğim, zira bloğumu psikoloji ile ilgili bi yer haline getirmeyi hiç istemiyorum, yeterince makale, ders, ödevle uğraşıyorum zaten onlar bana yetiyor, hatta beni öldürüyor. Benim burada bahsetmek istediğim ise bu kandırma stratejilerinden sadece biri. Ders işlenirken üzerine çok düşündüm ve insan olarak ne kadar aptal ve anlamsız canlılar olduğumuzu bir kez daha anlayarak "neredeyse hepimiz malız" fikrimi yeniden, kendi kendime doğrulamış oldum.

Bu strateji aslında kişilerin tamamen içsel olarak yaptıkları bir şeyi onların aleyhine kullanmayı içeriyor. O içsel şey de şu; insanlar bağlanır. Bir karara,insana, fikre, bir kilo muza, bir arabaya... Genellikle bir şeyi almaya karar verdiğimizde artık ben bunu alıyorum diye düşündüğümüzde ya da bir fikri sesli olarak savunduğumuzda o şeye karşı bir bağlanma geliştiriyoruz ve sonrasında bağlandığımız şeye ilişkin koşullar değişse bile o şeyden vazgeçemiyoruz. Şöyle örnekleyeyim; mesela üzüm almak için pazara gittiniz, üzümleri gördünüz, pazarcı fiyat olarak kartonun üzerine kocaman 2 tl yazmış ve siz de 2tl ye bir kilo üzüm almaya karar verdiniz. Üzümleri seçtiniz, pazarcıya tartması için uzattınız, pazarcı 4 tl dedi. "Ama nasıl olur ya 2tl yazıyordu diye" sordunuz o da size fiyatın yazdığı kartonda küçük olarak yazılmış yarım kilo ibaresini gösterdi. Meğerse yarım kilosu 2 liraymış. Siz de o bir kilo üzüme artık sahip olduğunuzu düşündüğünüz, üzümü alma kararını önceden vermiş olduğunuz için 4 tl yi verip üzümü alıyorsunuz. Ya da diyelim ki araba almaya karar verdiniz, ilk söyledikleri fiyatın üzerine ek şusu var ek busu var diye diye fiyat bindirdiler, almayı düşündüğünüz fiyatın çok daha üzerinde bir şey çıktı ortaya ama artık o arabayı almaya karar verdiğiniz ve de ona bağlandığınız için vazgeçemiyor, o ek paraları da güzelce vermiş oluyorsunuz.

İnsanın bu yavan özelliğini bir şekilde keşfeden başka insanlar da bu yöntemi sürekli kullanarak bizi kazıklamaya devam ediyorlar. Tabii ki bu durum herkes için geçerli değil, hay üzümü batsın diyip almaktan vazgeçen ya da bu araba için o kadar da para veremem diyen insanlar elbette var ama sosyal psikoloji çoğunlukla ilgilendiği için bunun yaygın bir eğilim olduğundan bahsediyor. İnsanların bir insana belki bir fikre bağlanmalarını ve bedeller arttığı halde onlardan vazgeçememelerini bir noktaya kadar anlasam da bir kilo üzüme, elmaya bile o şekilde bağlanıp kazıklanmaya rağmen ondan vazgeçmeyi göze alamamaları beni cidden şaşırtıyor. Çok komik. Bir kilo üzüme bile bağlanıyorsak o zaman belki de kazıklanmayı da hak ediyoruzdur diye düşünüyorum. Bir kilo meyve yani, hayatında ne gibi bir eksikliği olabilir. Ama insanlar bilişsel cimriler oldukları için bunu uzun uzadıya düşünmek yerine alıp gidiyorlar. Bir kere bağlandıysam almalıyım gibi düz bir mantığı terk etmeye uğraşacaklarına kazıklanıyorlar.İşte bu basit örnekten hareketle insanların neden işlevsiz düşüncelerini değiştirmek konusunda bu kadar dirençli olduklarını anlayabiliriz. Adam bir kere o düşünceyi insan içinde dile getirdiğinde ona gerçekten inanıyor ve bağlanıyor, artık geriye dönüş çok zor oluyor. Tarih boyunca ne çok insanın bu şekilde bazı fikirlere saplanıp kaldığını, kaç kişinin kandırıldığını düşününce cidden insanlık iyice komik gelmeye başlıyor bana. Ne kadar saçma ama durum öyle ve bu kadar da basit.

Aynı yöntemle Çin'in, bazı Amerikalı askerlerin komünizmi desteklemesini sağladığı bir örnek de var mesela. o da çok ilginç geldi bana küçücük bir fikirle başlayıp bunu askerlerin kendi fikirleriymiş gibi söyletiyorlar, askerler o düşünceyi bir kez sesli söylediğinde ben bunu söylediğime göre öyle düşünüyor olmalıyım diyip buna inanıyor ve bağlanıyorlar. Ve sonunda gerçekten kendi düşünceleri olmayan bir şeye bağlanmış oluyorlar. Daha sonra da kendileriyle tutarlı olmak için o fikirden vazgeçmiyorlar. Tabii ki pek çok başka değişken de var bu deneylerde, farklı bazı süreçler de söz konusu ama yine de insanın bir ideolojiyi benimsemesinin temelinde bile bu basit sürecin yatabiliyor olduğu düşüncesi iyice garip. İyice komik.


4 Mart 2012

Yaşam Alanı



















Burası da benim yaşam alanım. Ayrılamıyoruz yıllardır.
Hele bu sıralar tüm hayatım bu masa.