30 Nisan 2012

Bir Rica

Bu dönem okulda yürüttüğüm araştırmaya bir 10 dakika ayırıp katılırsanız öyle mutlu olurum ki kelimelerle anlatmak mümkün değil. Acayip sevinirim. Üniversite öğrencileri; lisans, yüksek lisans, doktora hiç fark etmez, çok rica etsem bu dünyalar şekeri, mini mini, hiç sıkıcı olmayan ölçekleri doldurabilir misiniz? Şimdiden hepinize bilime yaptığınız katkılar için çok teşekkür ederim. Sağ olun, var olun, süpersiniz.

Ölçek için Tık:
Click here to take survey


23 Nisan 2012

Yürümek ve İhtimaller

Hayatta birtakım şeyleri kontrol etmenin mümkün olamayacağı bilgisini fazlasıyla içselleştirmiş biri olduğum halde bazı zamanlar içimdeki ihtilalcinin ortaya çıkmasını engelleyemiyorum." Neden böyle olmak zorunda?" sorusunu soruyor gizlendiği yerden, bu kolu bacağı olmayan minik ihtilalci. Gerçek manada bir ihtilal başlatamayacağı kesin olduğu için ufak tefek sabotajlarla ana kumandanın dengesini bozmaya çalışıyor, onu da anlıyorum. Her zaman bir bütün olarak kendimi anlayamasam da o ihtilalciyi takdir ettiğim günler oluyor. Bazen onu zekice müdahaleleri için ayakta alkışlıyorum. Belki diyorum, belki bu kadarı sağlıklıdır. Belki ergenlikten sonra da insan bir şeylere isyan edebilir, hakkıdır. Aslında tüm bunların nedeni durdurulamaz bir şekilde yaşlanmaya mahkum olmamız ve zaten kolsuz bacaksız minik yaratık da kendince bu fikre baş kaldırıyor, durdurulamaz yaşlanma kavramı yok olsun istiyor. Sonra onun yüzünden, hayatım ellerimden kayıp belirsiz bir geleceğe doğru ilerlerken, terk edilmiş bir otobüs durağında yetişemediğim bir otobüsün arkasından yıllarca bakıp kalacakmışım gibi hissediyorum. Böyle hissetmekte yanlış hiçbir şey yok elbet. Asıl sorun, yıllar boyunca sadece ileriye giden bir otobüsün geri gelmesini beklemek. Öylece durup beklemek. Çaresizlik hep o durakta başlıyor. Ben ve birçok insan büyük ihtimalle o kaçan otobüsün alabileceği yolun tamamını hiçbir zaman göremeyeceğiz ama durakta bekleyerek, içimizdeki trol ihtilalcilerin sorularını dinleyip, tek başımıza kendimize acıyarak geçirdiğimiz zamanın da bir telafisi yok. Bu döngüye bir kere kapılınca hayat boyu o ıssız, sessiz durakta çakılıp kalacak, giden otobüsün yasını tutacağız. Oysa kimse bize o durakta durmak zorunda olduğumuzu söylemedi. Sadece sesten müteşekkil ihtilalciler değiliz, ilerleyebilecek donanıma sahibimiz, birçok başka ses ve düşünceyle birlikte. Tabii ki otobüse dönüşemeyiz, Transformers'da falan yaşamıyoruz (transformers'da yaşamak?), zaman makineleriyle bizi geçmişe götürecek doktorlara da sahip değiliz (ne yazık ki) ama yapabildiğimiz bir şey var. O da yürümek. Yavaş ya da hızlı; İleriye gitme becerisine sahibiz. Neden bazen bu beceriye sahip olmadığımızı zannedip bir otobüs durağında tek başımıza yavaşça ölmeyi bekliyoruz bilmiyorum. Neden biz sabit dururken hayat akmaya devam ediyormuş gibi hissediyoruz onu da bilmiyorum.Bir adım atmakla başlayacak her şey. Elbette yetişemeyeceğimiz milyonlarca şey var ama belki de olay tamamen budur. Her şeye yetişecek gücümüz yoktur ve belki her şeye yetişsek o zaman da hayal kurma mefhumu tamamen yok etmek zorunda kalacağız. Hayaller kırılmaya elverişli malzemelerden yapılıyor bile olsalar ve bu kırılmalar ilk anda büyük bir kayıp duygusunun ve yalnızlığın yaratıcıları haline gelmiş de olsalar, kırılan şeyi yenisiyle değiştirme ihtimalinin mevcut olduğu bilgisine sahibimiz ve bu, dünya bilgi mirasının belki de en değerli bilgisi. Kırılanı elbette severiz ve inanılmaz derece özleyebiliriz ama yerine yenisini koyabilme imkanımız olduğu için de şanslıyız. Değişim kaçınılmaz ve değişim her zaman iyi olmasa da buna uyum sağlamayı reddetmek değişimin kendisinden bütün şartlarda daha kötü. Çok daha kötü. Evrim. Her şeyin önlenemez evrimi.Ve evet evrim içinde yıkımı da barındırır. Her yıkımdan sonra daha iyi bir şeyin ortaya çıkacağı garantisi de yoktur ama sadece bir durakta oturarak evrime başkaldırıp, isyan ederek , ihtilal çığırtkanlığı yapıp, ağlayarak hiç gelmeyecek bir şeyi beklemeye ayıracak çok zamanımız yok. Tam da başta söylediğim neden yüzünden. Durdurulamaz şekilde yaşlanıyor olduğumuz gerçeğinin ta kendisi yüzünden. Bir ömür süresince içimizdeki sabotajcı ihtilalcilere ayıracağımız krediyi minimumda tutmak, yenilenmek, değişmek ve yürümek lazım. Ölmeden ölmenin ne manası var. İhtimalleri sevmeyi öğrenmek gerekiyor belli ki. Ve galiba ben içimdeki ihtilalciye ayırdığım kredilerin sonuna yaklaşıyorum. Üzülsem de üzülmenin beni durdurmasına müsaade edemeyeceğim zamana sonunda gelmiş olduğumu görmek de inanılmaz iyi hissettiriyor. Tabii mümkün olan başka bir ihtimale göre ise bunları sadece kendimi daha iyi hissetmek için, olan bitene mantıklı bir kılıf bulmak için de yazmış olabilirim. Güzel bir rasyonelizasyonun iyi gelemeyeceği pek az şey vardır şu hayatta. Aslında hayat bazı şeyleri uygun düşünce kalıplarının içine sıkıştırmaktan ibarettir gibi bir cümle de kurabilirim. Ancak yazının sonuna geldiğim bu noktada her iki ihtimal için de söyleyeceğim son söz şudur ki; en azından deniyorum.

17 Nisan 2012

Sarı Yaprak

savrulmak çok güzel bir fiil. güzel sıfatından kısmen tiksinmeye başlamış olsam da bazı şeyleri en iyi niteleyen sıfat yine de o. ama gerçekte, dili yavaş yavaş öldürdüğünü düşünüyorum güzel kelimesinin, bizi yeni kelimeler bulmak konusunda tembelleştiriyor. her şeye güzel diyoruz, her ismin önüne getiriveriyoruz hop oluyor bitiyor, -içinde güzel cümleler olan çok güzel bir kitap okuyordu- hatta fiillerin önüne de rahatça koyuyoruz. -topa çok güzel vurdu ve top yerde duran yaprakları hızlıca savurdu- ama savrulmak öyle mi? değil tabii, niyeyse çok az kullanılan bir kelime. halbuki tam olarak, bütünüyle insan hayatını anlatıyor bence. insanlar kendilerini tam olarak anlatan şeylere uzak durmayı sever aslında, buna o kadar şaşırmamalıyım ama savrulmak'a haksızlık etmesek ne iyi olurdu. -şu sarı yaprağa baksana, ne güzel savruldu. - hiç durmadan savrulurken arada durup, derin bir nefes alıp savrulmak kelimesinin güzelliğini düşünüyorsam kendimden umut kesmeme henüz gerek yok galiba. -şu sarı yaprağı gördün mü? havada savrulurken bir anda yere düştü, sonra bu sefer yerde ordan oraya savrulmaya başladı. yerde savrulan tek bir yaprağın bu kadar güzel olması mümkün olabilir miydi?-

9 Nisan 2012

Havuz

ingilizce'deki I'm in pain kalıbını çok seviyorum, bir sürü şey çağrıştırıyor bana ve nedense bu cümleyi türkçe'ye çevirdiğimde aynı hissiyatı yakalayamıyorum. acı içindeyim olmuyor, acı çekiyorum da karşılamıyor. I'm in pain bambaşka bir şey ve ne zaman bir yerde duysam bu cümleyi, gözümün önüne bir havuz geliyor. kocaman bir havuz... havuzun içinde tek başına duran bir insan imgesi canlanıyor hemen kafamda. dışarıdan havuza ilk girdiğinde çok üşümüş, o ilk an havuzdan çok nefret etmiş ama zaman geçtikçe suyun sıcaklığına alışmış hatta bir süreliğine havuzda oradan oraya yüzebiliyor olmaktan memnuniyet duymuş bir insan. sonra zaman geçtikçe elleri ayakları buruşuyor. sadece suyun içinde bulunma durumu bile onu rahatsız etmeye başlıyor. bu onun için bir durum artık; nefes almak gibi, ılık suyun içinde öylece duruyor. belki zamanla buna alışıyor ama o hiçbir zaman o suya da ait olamıyor. bir balık olsa mesela havuz içinde her şey normale dönecek ama balık olmayı öğrenemiyor. insan olarak bir türlü öğrenemiyoruz balık olmayı. balıkları biliyoruz, balıkları izleyebiliyoruz, bir dereceye kadar balıkları taklit bile edebiliyoruz ama balık olmayı bir türlü öğrenmiyoruz. bir şey olamayınca da o şeye yabancı olmak zorunda kalıyoruz otomatikman; insanlığın dramlarından biri daha. yabancı olmak bu kadar kolayken balık olmak o kadar zor işte. sonra o insan suyun içinde gün be gün daha çok buruşuyor ama su hep ılık; belki buz gibi olsa ya da etini yakacak kadar sıcak olsa bu kadar rahatsız hissetmeyecek ama o ılıklığın verdiği durağanlık ve neredeyse sonsuzluğa eş bir sakinlik yavaş yavaş delirtiyor havuzun içindeki insanı. dışarı çıkamıyor, merdivenin yerini bilmediği için. bir gün o merdiveni bulma umuduyla ılık suyun içinde durmaya devam ediyor. sonra belki bir gün merdivenini bulup havuzdan çıkıyor, çıkıyor ama bir daha asla havuza girmeden önceki insan olamıyor, balık da olamadı zaten. bir şey oluyor elbet, insan illa ki bir şey olmak zorunda; hiçbir şey olamasa yabancı oluyor, ne yapsın, kurtulamıyor olmalardan. ya da belki havuzun içinde tek başına duran insan o merdiveni hiç bulamıyor. sonsuzluk gibi rahatsız eden ılık suyun içinde ölüyor yavaşça, çok yavaşça. ancak öldüğünde balıklara eş olabiliyor. çünkü balıklarla insanlar sadece öldüklerinde eşittirler. artık ikisi de ölüdür. ölmek insanın balık olmayı başardığı tek durumdur. çünkü o zaman balıklar da insan olur.


4 Nisan 2012

Çocukluk Rüyası

çocukken gördüğüm ve asla unutmadığım bir rüya var. sanırım 5 yaşındaydım bu rüyayı gördüğümde, daha önce bile olabilir, tam kestiremiyorum yaşımı. hala ne zaman bu rüyayı düşünsem gözlerimi kapattığım an canlı bir şekilde resmedebilirim tüm ayrıntılarıyla. rüya şöyle: çok yüksek inşaat vinçlerinin birinin üzerindeyim. oraya babamla beraber çıkmışız. gündüz vakti demirlerin üzerinde yürüyoruz ve en ucuna geliyoruz. sonra babam ortadan kayboluyor ve birden gece oluyor. ben tek başıma o vincin en ucunda kalıyorum. uzun süre tek başıma orada duruyorum. çok yüksek ve karanlıktan başka bir şey göremiyorum. hayatımın sonuna kadar orada kalacağımı düşünüyorum rüyada, bir de çok büyük bir korku var. korkuyu çok net hissediyorum. ertesi gün oluyor, sabah hala vincin tepesinde tek başımayım ve ağlıyorum. rüzgar esiyor, ayağımda ise sarı botlar var. sarı bot imgesi çok canlı. sarı botlara bakıyorum, demirler arasında yürürken dikkatim hep botlarda. rüyayı tam olarak böyle hatırlıyorum ve gözlerimi kapadığımda kendi çocukluğumu o vincin tepesinde görebiliyorum. bu zihnimin bir yanılsaması mı bilmiyorum ama yıllar içinde hiçbir ayrıntı değişmeden hatırladığım bu. birçok rüya ertesi gün çok net hatırlansa bile birkaç gün sonra neredeyse hiç görülmemiş gibi silinir aklımızdan fakat bu rüya nedense silinmedi aklımdan. sürekli tekrarlayan rüyalardan da değil üstelik, sadece bir kere gördüm ama unutmadım.

insanların hatırlayabildiği en eski anıların önemli olduğunu söyleyen bir psikolog vardı kim olduğunu hatırlayamıyorum şimdi, onun bu düşüncesi doğruysa belki ilk anı gibi hatırlanan en eski rüyanın da aydınlatıcı bir manası vardır. analiz etmek lazım tabii ama ben yıllardır o kadar içindeyim ki rüyanın, dışarıdan bakıp analiz edemiyorum çünkü bu rüyayı her düşündüğümde rüyadaki o yoğun korku ve yalnızlık duygularına kapılıyorum; kafam çalışmıyor, sembolleri kestiremiyorum. neredeyse 20 yıldır sahip olduğum, yanımda taşıdığım bu rüya acaba bana bir şey anlatmak istediği için mi bu kadar zamandır beni terk etmedi? acaba bir misyonu olduğu için mi hep aklımda. belki de çözmem gereken bir şey var ve onu çözdüğümde kendimle ilgili bir şeye anlam vermiş olacağım. gerçi düşünüyorum da çocukluğumda görüp hiç unutmadığım iki farklı rüya daha var ve oldukça anlamsız geliyorlar bana, kendimle ilgili bir bilmecenin parçası olamayacak kadar sıradanlar. bir tanesinde bir cips paketinden iki kişi aynı anda cips yiyorduk ve yokuş aşağı yürüyorduk. öyle manasız bir rüya ki bunu da yıllardır hatırlıyor olmam inanılmaz saçma. yediğimiz cipsin turuncu kaplı doritos peynirli olduğunu bile hatırlıyorum üstelik. üçüncü rüyada ise uçuyorum, bir de mavi uçurtma var, o kadar. üçü arasında bir bağlantı kurabilsem çocukluğumdan aklımda kalan bu rüyaları biraz daha aydınlatabilirim belki ama hiçbir bağlantı göremiyorum. sanırım bu rüyalar benim için muamma olarak kalmaya devam edecekler. yaşamım boyunca bunları hatırlayacak, gözlerimi kapadığımda hep çocuk halimle vincin tepesinde korkmuş beni görüp, yokuş aşağı inerken cips yiyeceğim. ve galiba sadece çocukken mavi uçurtmalarla uçmam hatırlanmaya değer olacak. keşke bilebilseydim neden sadece bu 3 rüyayı bu kadar net hatırladığımı ve ilk rüyanın neden hala üzerimde bu kadar korkunç etkileri olduğunu. acaba bundan 20 yıl sonra sadece 20li yaşlarımdan hatırladığım rüyalar da olacak mı? acaba bazı dönemleri rüyalarla mı kodluyoruz? insanın rüya haritası yaşam haritasına tekabül eder mi? belki de bundan sonra gördüğüm rüyaları not ederek kendi rüya haritamı çıkarmalıyım. belki diğer parçaları tamamlayınca çocukluk rüyalarım anlam kazanacaktır. yaşayıp öğreneceğim, yapacak başka bir şey yok. belki bir gün büyük resmi görürüm ben de.

1 Nisan 2012

Yanlışlık

kendi yalnızlığımı bıraktım başkalarının yalnızlığına üzülüyorum, onların üzüntülerini bir türlü atamıyorum aklımdan. belki kendi yalnızlığımı da ekliyorum onlarınkine. her şekilde üzüldüğüm ve düşündüğüm şeyden memnun değilim. yapılacak çok fazla şey varken kendimi kafamın içinde sıkışmış hissediyorum. kimseye bir yararım yok. kuru kuru üzülüyorum, düşüncelerim yavanlık sınırını aşamıyor. hiçbir zaman yakamı bırakmayan bu yanlışlık; bulmam gereken bir şeyler var, ne olduklarını bilmiyorum ama içimde bir yerde beni rahatsız eden o eksiklik sürekli uyarı veriyor. hep oradaydı eksiklik ve başkalarının yalnızlığı da bu eksikliğe iyi gelmiyor. benim kafamın içi bir hapishane olsa bile dünya öyle bir yer olmamalıydı. bazı insanlar o kadar yalnız hissetmemeli, yalnızlıktan kendilerini öldürmemeliydiler. dünya ve yıldızlar, tüm evren ve sokaklar daha aydınlık yerler olmalıydı. yıkım keşke sadece benim zihnimde olsaydı, dünyanın ve zamanın bir başka ucunda o güzelim insanlar bunları yaşamasaydı. yalnızlıkta beraber olma fikri artık bana iyi gelmiyor. başkalarının üzüntüsünden üzüntüme teselli bulamadığım bir döneme girdim. en azından yalnızlıkta yalnız değilim diye düşünemem artık. hepimize birden bi çare lazım.