31 Aralık 2011

tam bir yıl sonra bile tek bir günün anısı çok kötü hissettirebiliyormuş. koskoca bir yıl geçmiş olmasına rağmen hala dünmüş gibi midem bulanıyor, gözlerim doluyor düşündükçe. yılbaşı günleri benim için chandler'in thanksgivingleri gibi olacak bence, sadece bir kötü anı yüzünden tüm konseptten nefret edeceğim. neyse ki bu akşam gerçekten çok sevdiğim, tüm hayatım boyunca yanımda olmalarını istediğim 2 mükemmel arkadaşımla gireceğim yeni yıla, aslında planım evde oturup ders çalışmaktı belki bir iki bölüm de six feet under izleyecektim ama kandırdılar beni, benim de kanasım varmış belli ki. keşke geçen yıla da onlarla girseydim o zaman hayatım boyunca yılbaşı günlerinden nefret etmek zorunda kalmazdım. gerçi hala zorunda değilim ama en azından şimdilik 1 ocak dünyanın en lanet günü.

neyse artık.


30 Aralık 2011

What Are You Doing New Years Eve?


yok böyle bi şirinlik, şu tiplere bakın yaa. sevgi patlaması yaşıyorum şu an, biri beni durdursun.
ama çok sevimliler. kedi gibiler.

28 Aralık 2011

Oyuncak Dünya*

çok ciddi dikkat dağınıklığı problemim var. evde hiç ders çalışamıyorum. mesela biraz önce ders çalışmamak için önce türk kahvesi yaptım, türk kahvesi içerken ders çalışılmaz diyip (böyle bi kural var bilmiyor musunuz?) bi bölüm friends izledim. şimdi de makarna yapıyorum birazdan da makarna yerken ders çalışılmaz diyip bir bölüm daha friends izleyeceğim. arada bu yazıyı yazıyorum bir de. beni mahvedecek şeyin procrastitation olacağını biliyorum. ben tez falan yazamam, o işleri unut sen leyla.

ders çalışmam gereken haftalar boyunca hep kitap okudum. bu arada 2 kitap bitirdim birine devam ediyorum, sanırım yüksek lisansın bana en büyük katkısı daha çok roman okumamı sağlaması oldu. en son john fante'nin toza sor'unu okudum, bitti. gerçekten beni çok etkiledi, en sevdiğim kitaplar listeme de ekledim. üzerine uzun uzun yazmak gerek tabi ama şöyle söyleyeyim kısaca; ambivalansı yazmış fante. okuyucu da okurken aynı şeyi hissediyor zaten. sevip nefret etmek arasında gidip geldim bazen aynı anda severken bi yandan nefret ettim. ne hissettiğimi bilemedim ve bariz bir şekilde rahatsız oldum. bir kitap okuyucuyu rahatsız etmeyi başarabiliyorsa bir de kitabı okurken ve bitirdikten sonra sürekli üzerine düşünme isteği yaratıyorsa o zaman ben o kitabı çok seviyorum.

sevgili dost Sinem'in bana "okuduğum hikayedeki Derya senmişsin gibi hissettim" demesi üzerine bugün hemen gidip aldım Suzan Defter'i. öyle hoşuma gitti ki bir hikayedeki karaktere benzetilmek anlatamam. herkesin bir hikayesi vardır elbet ama başka birinin yazdığı hikayedeki insana yakın olmak, ona benzemek çok farklı bir şey. çok sevdim hayali bir karaktere benzetilmeyi. sanırım bu akşam da ona başlar belki bitiririm bile. nasılsa ders çalışmak benim için geçerli bir seçenek değil, kitap okumak daha mantıklı bu durumda.

sonra bugün bir diğer sevgili dost Sinem (hepimiz sinemiz) bana Barış Bıçakçı'nın bende olmayan ve okumadığım tek kitabı Aramızdaki En Kısa Mesafe'yi hediye etti. dünyadaki en mükemmel hediyenin aslında kitap olduğunu ama insanların kendilerine kitap hediye edildiğinde mutlu olmadıklarını, alacak bir şey bulamamış o yüzden kitap almış diye düşündüklerini konuşmuştukk, üzüldük tabi bu duruma. ama bu durum bizim için hiç geçerli değil tabii, ikimiz de bize kitap hediye edildiğinde aşırı derecede mutlu olan insanlarız. aşırı derecede mutlu oldum tabi ben de bu hediyeye. en kısa zamanda da okuyup bitireceğim. gerçi Barış Bıçakçı'nın tüm kitaplarını okumuş bitirmiş olacağım o zaman ve bunu düşünmek bile kalbimi kırıyor. kim bilir bi daha ne zamana kitabı çıkar, o zamana kadar ben nasıl deli gibi özlerim. neyse şimdilik geleceği çok düşünmüyorum.

bu sıralar hugh laurie manyaklığım hortladı, youtube'dan sürekli hugh laurie videoları izliyorum, adam adeta bir ilah. hem komik hem beyefendi hem ingiliz aksanlı hem çok yetenekli falan ne bileyim bazen bir insanda bu kadar çok iyi özelliğin toplanması insanlık açısından çok adaletsizmiş gibi geliyor. ama bu tarz insanlar olmasa da kimseye hayran olamazdık, birilerine de hayran olmak lazım yani. şu videoyu da lütfen bi izleyin, dev bir kedisin hugh laurie. house da başlasa da izlesek artık yeter bu kadar ara http://youtu.be/OzmbJPMN8yA

me and you and everyone we know ve the future'ı izlenecek filmler listeme ekledim. özellikle the future'ın fragmanı çok etkiledi beni. final dönemi film dönemi olduğundan listeme çok rahat uyacağımı düşünüyorum. şu da fragman http://youtu.be/u2FuwJh8DSs

son olarak tarçınlı türk kahvesi diyorum başka bir şey demeyeceğim.

*şu anda dinlediğim şarkı, eğer cennet varsa benim cennetimde her gün yavuz çetin gitar çalacak, şarkı söyleyecek.

Hiç bıkmadığım mutlu şarkı



mutlu şarkıları seviyorum ama bir süre sonra onlardan mutlaka sıkılıyorum. genelde mutlu şarkılar benim için bir süre boyunca sürekli ama sürekli dinlediğim sonra da çok fazla dinlemekten sıkıldığım için tekrar dinleyemediğim şarkılar oluyorlar. bunun tek istisnası da flowers in the window. 10 yıldır bu şarkıyı dinlemekten hiç sıkılmadım. bir kere bile shuffleda çıktığında ee geçeyim ben bunu demedim. her dinlediğimde de gerçekten 4 dakikalığına çok mutlu, çok huzurlu hissettim. sadece travis konserinde bu şarkıyı dinlerken gözlerim azıcık doldu o da mutluluktan, sahnenin önüne gelip şarkıyı hep beraber söylemelerindeki şirinlikten. konserden sonra da artık flowers in the window'u ne zaman dinlesem o görüntü gelip beni ziyaret ettiğinden sırıtmamı engelleyemiyorum, mutluluğumu içimde tutamaz oldum. gidip bu güzel insanların yanaklarını mıncırmak istiyorum.

bir de ben bu şarkının içinde yaşamak istiyorum. bunca zaman sıkılmadıysam bundan sonra da sıkılmam. ne mutlu, ne korunaklı bir dünya olur bana flowers in the window. neden böyle imkanlarımız yok ki, bir şarkının içinde yaşamanın mümkün olacağı günlerin özlemindeyim.

there is no reason to feel bad
but there are many seasons to feel glad, sad, mad

26 Aralık 2011

Acayip hayvanlara benziyirsen!

bugün metroda adamın biri yanımdan geçerken ".......'a benzüyürsün, gerçekten" dedi. neye benziyormuşum duyamadım. adamın peşinden gidip pardon acaba neye/kime benzüyürmüşüm? diye sorma isteği geldi bi an. bi an şöyle gideyim de sorayım be nolcak dedim içimden. sonra beni sarsacak kimse olmadığından kendime bir cimcik attım napıyosun gökçe dedim, napıyosun? bi dur hele bi soluklan. laf atılmasından rahatsız olma evrelerini çoktan aşmışım, duymadığım kelimeyi sormaya gideceğim. olaya gel. işte bundan çıkarmamız gereken ders şudur ki; insanı merakta bırakmamak lazım. merak kediyi falan değil insanı öldürür. o yüzden buradan laf atmayı seven erkek arkadaşlara sesleniyorum, karşı tarafın tam anlamayacağı bir şey söyleyin ama ses tonunuzu iyi ayarlayın, şöyle merak uyandıracak bi tonda anlaşılmaz laflar edin özenle, sonra kız deli gibi merak etsin neymiş diye belki bi anlık merakla gelip sizinle konuşabilir. bence denemeye değer, zaten metroda tanımadığınız kadınlara laf atabilecek yapıda insanlarsanız bu size çocuk oyuncağı gelir. ama ben kime benzüyürmüşüm hem de gerçekten benzüyürmüşüm çok merak ettim ya.

bu şarkı da benden neye benzediğini merak edip duranlara, laf atmayı seven, bir kız görünce şarkı söylemeye başlayan ve en önemlisi yoldan geçen kadınlara korna çalmaya bayılan erkeklere gelsin hahahha



klorak satanlara benzeyirsen kısmında gülmekten nefessiz kalıyorum. çok güzel şarkı.

Köpek

bazen karşıdan karşıya geçmek için insanlarla birlikte yeşilin yanmasını bekleyen köpekler görüyorum, hatta bi keresinde ışığın altında tek başına bekleyen bir köpek görmüştüm, yeşil yanınca rahat rahat karşıya geçmişti. sanırım ben o köpeklere aşığım. eğer o köpekler insan olsalar gidip yanaklarını sıkardım, köpeklerin yanakları sıkılmaz tabi. başlarını okşayabilirim belki ama onlar yola koyuluyorlar beni mi bekleyecekler. zaten en az bi otuz saniye ışık beklemiş, ne olduğunu anlamadığı halde bir şekilde öğrenmiş arabaların herkese ve her şeye zararlı olduğunu, insanlardan da bunalmış belki, beni mi bekleyecek.

20 Aralık 2011

Yeni Yılda Tey Tey

Sevgili dostum Sam bana mim yollamış, yeni yıldan ne istiyorsun, şöyle bir sırala hatta 12 tane olsun demiş. Ben de oturdum yeni yıldan neler beklediğimi, nelerin değişmesini, nelerin aynı kalmasını istediğimi düşündüm ve 12 tane isteğim ve temennim olmadığını fark ettim. Yıllardan pek bir şey beklemiyorum zaten de genel olarak da hayatla ilgili çok bir isteğim yokmuş yani. Ne çıkarsa bahtıma şeklinde yaşıyorum herhalde, bilemedim. Neyse tabi ki istediğim, hayal ettiğim birkaç şey var ben onları yazayım bari.

1-Eylül ayında lisansta yapamadığımı yapıp erasmusa gitmek istiyorum. Özellikle İngiltere'ye gidebilme şansım olduğunu öğrendiğimden beri en çok istediğim şey bu. Beni ders çalışmaya motive eden en önemli etken bu. Cardiff'e gideyim ben bence, sevgili yeni yıl tanrıları bunu gerçekleştirirseniz efsane olursunuz nazarımda. Gitmeliyim yani bence, sonra gitmişken 10 gün Londra'da kalmalıyım, iskoçya'ya gitmeliyim hatta türkiye'ye dönmeden önce de portekiz'de erasmus yapacak arkadaşımla buluşup Portekiz'i de görmeliyim. Bunlar kesinlikle olmalı. Gerçi bu hayallerin bir kısmı 2013'e sarkıyor ama eylül'de ilk adımı gerçekleşsin diğerlerini de bir sonraki yıl için dileriz artık.

2-Yanlarındayken kendimi kötü hissettiğim insanlardan mümkün oldukça uzak durmak istiyorum. Yeni yılda değersiz hissetmek istemiyorum ve kendimi sabote eden davranışlarımdan tamamen kurtulmak istiyorum. Beni üzen insanlara "sen beni üzdün" diyebilecek bir insana evrilmek istiyorum. Çok zor bir şey bu ama olmayacak bir şey değil.

3-Çok ders çalışmama gerek kalmadan derslerden rahatça geçeyim ve ÖSYM'nin yapacağı her türlü yavan sınavdan yüksek puan alayım da önümüzdeki 2-3 yıl rahat edeyim. Yeter lan sınav sınav sınav bu da bünye neticede.

4-Yeni yılda daha çok kahve içip daha çok yemek yemek istiyorum. Başka türlü zaten yaşamanın ne anlamı var. Bir de daha çok bitter çikolata yemeye karar verdim, mutluluk sebebi bitter çikolata.

5-İnsanlar hakkında kesinlikle dedikodu yapmamaya da karar verdim zira kimin hakkında konuşsam sağda solda bi yerde bitiyorlar, gereksiz yere strese giriyorum. Paranoyak olup çıkacağım sonunda o hiç iyi olmayacak.

6-Benim maddeler istekten çok resolution tarzı oldu ama neyse artık idare edin çünkü gerçekten çok bi isteğim yok.

7-Bir de yeni yılda daha çok kitap okumak ve daha çok film izlemek istiyorum. Belki de izlediğim dizi sayısnı azaltıp yerine yıllardır izlenecek filmler listemde duran filmleri izlemeliyim.

8-Hayatımda heyecanlı bir şeyler olsun. Ne olduklarını bilmiyorum ama şöyle arada sırada vay be diyeceğim hadiseler yaşasam pek güzel olabilir. Herhangi bir şey de kazansam güzel olur. Şöyle havadan para yağsa mesela sevmediğim hiçbir işte çalışmak zorunda kalmasam.

9-Böyle yani daha da çıkmıyor.Üzüntüsüz bir yıl olsun en önemlisi kimse ölmesin herkes sağlıklı olsun. Herkes sevdikleriyle birlikte olsun. Zaten gerisi bir şekilde gelir herhalde.

18 Aralık 2011

Ho Hey



böyle şarkılara çok ihtiyacımız var. ne mutlu ne şirin. ho hey diye bağırmanın eğlencesi de bambaşka.

16 Aralık 2011

Tren

çoğu zaman bitirmenin başlamaktan daha zor olduğunu düşünüyorum ama bazı zamanlar başlamak öyle zor ki, bir yazıya bile başlayamıyor insan. ilk cümleyi bulamıyor mesela son cümlesi aklındayken. içinde bulunduğum durum tam olarak bu. bir şeyler yapmak istiyorum ama başlayamıyorum. sanki sürekli görünmez bir duvara tosluyorum. gün içinde tek istediğim eve gelip bilgisayar ekranına bakmak, mümkün olan en az seviyede hareket etmek ve mandalina yemek. ekranda birileri hareket ediyor, birileri şarkı söylüyor ve ben onlara bakıyorum. çok az tepki veriyorum, tepki vermeyi bile başlatamıyorum. gülmüyorum mesela çok komik hadiselere. çok komik olduğunu fark edebiliyorum ama gülmeyi başlatamıyorum. bilgisayarın renginden, şeklinden, arka planda oynayanlardan sıkıldığımda masamın üzerinde bir yığın halinde duran kitaplarıma bakıyorum. okusam diyorum, herhangi birini, hangisi olduğu da fark etmez. kitabı elime alıyorum, kapağına bakıyorum sonra yavaşça masaya bırakıyorum. okumaya başlayamıyorum. oysa eminim ki o kitaplarda benim gibi karakterleri anlatacak yazarlar, belki de bana hiç benzemeyen insanları. en azından bir hikayeye başlamış olacağım, bir hikayeye tanık olacağım. olamıyorum. bu yazıyı bile yazmaya başlamam saatlerimi aldı. yazmak istiyorum, inan istemediğimden değil blog , neden bu haldeyim bilmiyorum. bazen başka şeyler de istiyorum. hiç olmayacak şeyler. herhangi bir insana saatlerce sarılmak istiyorum mesela, hiç konuşmadan, sadece saatlerce sarılmak, sarılarak uyumak. dünya yıkılsa bana bir şey olmazmış gibi hissetmek, canımı acıtacak kadar sıkı sarılmak istiyorum. bazen inanılmaz bir fiziksel izolasyon içinde olduğumu hissediyorum, o kadar zor ki bunu anlatmak, sanki buharlaşmak üzereyim, sanki etten kemikten değilim, sanki yokum. sanki hiç olmamışım. bu sıralar eksikliğini hissettiğim şeyler var, ne olduklarını bilmiyorum. anlayamıyorum ama çok yanlış bir şeyler var. sanki olmaması gereken bir şey oldu sanki bir şey birden bire ortadan kayboldu veya zaten hep kayıptı, ben yeni yeni anladım yokluğunu. bazen herhangi bir canlıyla iletişim kurmak istiyorum, anlaşılmak istiyorum. söylediklerim o canlı için anlamlı olsun, hatta konuşmamam bile anlamlı olsun istiyorum. insanların duygularını görebilmek istiyorum.onların duygularını sevmek istiyorum. sevilmek istiyorum, nedensiz.

12 Aralık 2011

"too much change is not a good thing. ask the climate."*

bence en kötü şey arayış içinde olmak. bir şeylerin eksikliğini hissedip hatta neyin eksikliğini hissettiğini bile anlamadan öyle durmadan aramak çok yorucu. her şey tam olsun da demiyorum, sadece eksik olduğunu hissetmeyeyim diyorum. çok şey mi istiyorum ne bileyim.

eskiden yolda yürürken kimsenin yüzüne bakamazdım, şimdilerde neredeyse herkese tek tek bakıyorum, hiç çekinmeden. baktıkça bakasım geliyor üstelik. eskiden neden korkuyormuşum acaba insanların suratına bakmaktan, hiç anlayamıyorum. hatta metroda karşımda oturan insanlara bile baktığım oluyor. yürürken baktığım kadar değil tabi. yürürken geçip gidiyorlar neticede, karşımda uzun süre oturuyor olmaları hala biraz stres faktörü. ama insanları izlemek güzel. yürürken kafamın içinde hikayeler yazmamı kolaylaştırıyor insan yüzleri.

ders çalışmam lazım sanırım. anne benim çok çalışmam lazım. eğer seneye cardiff'e gitmek istiyorsam şimdi bu bir ay ciddi ciddi çalışmalıyım. sorun şu ki çoook sıkılıyorum ya. inanılmaz sıkılıyorum. hiçbir zaman uzun süreler boyunca ders çalışmadım zaten ama yüksek lisans bambaşkaymış, keyfimin kahyasına sabah akşam işkence etsem az gelir yani. artık ankara'nın çeşitli kütüphanelerine yayılırım. tebdili mekanda ferahlık ararım. bir gün bir kütüphane ertesi gün bir başkası. böyle böyle geçer zaman. bir de istatistik olmasaydı, hoca bugün sınıfın tamamı kalıcak galiba demeseydi. böyle böyle şeyler.

okunacak da ne çok kitap var, zaten ne zaman ders kitabı okumam gerekse sanki zamanımı gereksiz bir şekilde harcıyormuşum gibi hissediyorum. öyle mükemmel romanlar okunmayı beklerken siyasetmiş, kamuoyuymuş, istatistik kitabıymış falan, ne saçma. sahilde kafka bitmeyi bekliyor mesela. sanırım yarı yıl tatilini bekleyecek, biraz daha dayan sahilde kafka.

zooey deschanel ve ben gibbard ayrıldı ya şimdi, üzüldüm be (bana ne oluyosa), ne de güzel uyumlu çift falan diyordum. bu dünyada öyle bir şey yok galiba. sonra aklıma şu geldi, bundan sonraki albümlerinde ayrılıkla ve birbirleriyle ilgili şarkılar yapacaklar mı? ben onların şarkılarını dinlerken psikopatça birbirlerine söylemiş olabilecekleri cümleleri bulup anlamaya çalışacak mıyım? zooey kimle çıkmaya başlayacak, kim olacak o şanslı adam. böyle de magazinsel bir insan olurum anında.

günlük yazmaya mı başlasam. yaşlanıyorum artık hatırlayamıyorum birçok şeyi. gerçi hayatımın eğlenceli kısmının yavaş yavaş bitip sıkıcı ve yaşlanmalı kısmının başladığı bu günlerde günlük yazmaya başlamak saçma olabilir. bence insanlar çocukken kesinlikle günlük yazmalı. eh be aptal çocuk gökçe, neden hiç aklına gelmedi bu. neyse belki yazarım günlük bundan sonra. 23 yaşından sonra başımıza bi de günlük çıkardı derler hakkımda.

yine friends izlemeye başladım. sanırım mutsuzum. mutsuzluğumun derecesini friends izleme isteğimdeki artışın miktarına bakarak anlayabiliyorum. son günlerdeki durum; vahim.

en sevdiğim müzik blogu fuel/friends bir sonbahar mixi paylaşmıştı geçenlerde. yani geçenler dediysem o kadar da yakın bi zaman değil, artık ciddi kış geldi tabi ama öyle güzel bir mix olmuş ki sonbahar-kış-ilkbahar boyunca durmadan dinlemek lazım. bence bi dinleyin.

* bir michael scott cümlesi. evet kendisiyle kafayı bozdum. çok seviyorum. dizi karakterlerine bağlanmaktan vazgeçtiğim gün büyümüş olacağım sanırım.

6 Aralık 2011

"buradan dışarı çıkmanın bir yolu olmalı" dedi soytarı hırsıza.

bazen birileri yavaşça yaklaşır yanınıza, fark ettirmeden, tarihçenizde yer edinirler bir şekilde. belki de hayatları boyunca birçok kez yaptıkları bir şeyi yaparlar, belki alelade bir cümle kurarlar. onların dünyasında bunların hiçbir manası yoktur, sıradandır her şey, her zamanki halleridir. belki bir başkasına da aynı şekilde davranacaklardır. ama insanın şu öznelliği yok mu onun gözü kör olsun; birileri için sıradan olan şey bir başkası için hep olağanüstüdür, anlatılmaya ve hatırlanmaya değerdir. üstelik hatırlamak herkese eşit derecede acı da vermez. kimisi gülüp geçer, kimisi bir kitabın satır aralarında yakalar o ayrıntıları ve hatırlamak kelimesi üzülmenin yerine geçer birkaç dakikalığına. sanki farklı şeylermiş gibi kandırırız kendimizi. daha fazla üzülmüş olmayalım diye, daha fazlası mümkün değilmiş gibi gelir ya ondan hep. kırık tarihçemin çetelesini tuttum bugün, veciz sözleri okuyup bitirdikten sonra. "en az yaşanan en çok hatırlanır" demiş bir yerde, oraya takılıp kaldım. bir kitabın çağrışımları bambaşka olabiliyor. geçmişe dönüp bakmaya zorladı beni barış bıçakçı, yine.
sinemaya gittiğimizde bir twix alıp twixinin benimle paylaştığı an sevmeye başladığım bir insan vardı mesela. ilk o geldi aklıma. twix'in benim için sinemayla eşleşmiş bir şey olduğunu bilmiyordu, hiç söylememiştim, sonra iki tane yerine bir tane alıp paylaşmayı sevdiğimi de söylememiştim ama o bilmişti. onun için sıradan olan bir, sinemada çikolata yeme hadisesi benim için kafamdan asla silinmeyecek bir anıya dönüştü. ne gereği var sanki, kimin ihtiyacı var böyle bir anıya. kimsenin ihtiyacı yok tabi ama gel sen bunu hafızaya anlat. sonra martılardan korktuğunu söyleyen ve ninja kaplumbağalar üzerine konuşmayı seven bir insan tanımıştım. martılardan korkması çok değişikti, neden korktuğunu ve martıların neden korkunç olduğunu da anlatmıştı bana. bir insan size bir korkusunu anlattığında onu nasıl sevmezsiniz ki zaten. onu seversiniz, korkusunu bile seversiniz. bazen insanlar sadece korkulardan meydana gelseydi diyorum o zaman onları hep sevebilirdik. bir diğeri odama girip, "senin ne çok rujun varmış" demişti ojelere bakarak. sonra da "pardon ya bunlara oje deniyor değil mi, ben hep karıştırım ikisini" diyip gülmüştü. kitaplığın önündeki fotoğrafa bakmıştı uzunca, o fotoğrafta nerede olduğumu sormuştu. sonra da "hadi açsın sen gel pizza yiyelim" demişti ya da ona benzer bir şey. hepsi bu. hepsi hepsi bu. şapşal bir tavır. şimdiyse geriye dönüp bakıyorum ve görüyorum ki bu insanlarla ilgili aklımda kalanlar sadece bunlardan ibaret. onların sıradan davranışlarına, sıradan cümlelerine yüklediğim anlamlar. o an yüzlerine bakıp belli belirsiz gülümsemem. tanıdıklık hissi, "ben bu insanı severim bence, sevdim bile hatta" duygusu. elimizde kalanlar bunlar işte. beğendiniz mi, beğenmediniz tabi. işin dramatik tarafı ne biliyor musunuz; bu insanlarla ilgili meseleleri uzun süre içimde taşıma nedenimin tam da bu ayrıntılar olması. sadece bunlar yüzünden uzun zaman üzüldüğümü ve onları özlemeyi sırf bunlar yüzünden bırakamadığımı düşündüğümde durum çok vahim görünüyor. ne ki bunlar diyebilirsiniz, haklısınız da bir şey değiller. ama sanıyorum ki ben herhangi bir insanı öyle bir anda sevebilirim. tek bir cümlesi, tek bir hareketi için. bir şarkıyı sevdi diye sevebilirim birini, kahve üzerine konuştu diye, yazı yazmayı seviyor diye. çantasında kitap taşıyor diye... benim kafamın dışındaki dünya da böyle bir yer olabilseydi keşke. keşke başka insanlar da birbirlerini bu kadar kolay sevebilselerdi. daha hiç konuşmadan birbirlerini sevmeyeceklerini düşünmeselerdi. önyargı bariyerine takılmadan bakabilselerdi başkalarına. bu kadar çok duvar olmasaydı aramızda. ya da neyse ne. yine imkansız isteklerin, cevapsız soruların peşine düşmüş gidiyorum. neyse işte.

yazıyla alakasız olabilir ama bunları yazarken kafamda çalan şarkı buydu. mükemmel bir şarkı tabi, alakasız olması mükemmeliğinden bir şey götürmüyor.

1 Aralık 2011

Veciz Sözler

"Bir gün Hasan Kale'de bana, yalnızca yirmi bir yıl yaşadığı halde nasıl olup da binlerce yıl sevgisiz kalmış gibi hissettiğini sormuştu. Yanıt olarak gidip sarıldım ona. Kollarıma güvenirim, sıskanın teki de olsam!"

"Nesteren seni tanıyalı bir yıl bile olmamışken nasıl oluyor da binlerce yıldır sevgine hasretmiş gibi hissediyorum?"

"Bir kere Sulhi çok ama çok sevilmek istiyordu. Bu dünyada, en azından gezegenimizin bu yarıküresinde, çok sevilmek isteyenleri kimse sevmiyor. Acı ama gerçek bu!"

"Herkesin içinde bir ölü taşıdığı söylenir. Felsefenin, edebiyatın humuslu topraklarında yeşeren bu cümleye bir itirazım yok elbette. Ama şuna ne buyrulur: Sulhi artık nasıl bir diyalektik haltsa bu, içindeki ölüyü taşıyamıyor, sık sık düşürüyordu."

"Sulhi şöyle böğüre böğüre ağlamak istedi. İnsanlığın durumu hiç de iyi değildi, onu düştüğü yerden kurtarmak gerekiyordu. Tanrı, eğer varsa, bir iyilik yapıp bütün kullarının kulağına hiç durmadan "Sen değerlisin, sen değerlisin!" diye fısıldamalı, sırtını sıvazlamalıydı. Her türlü din insanın kendisini önemli bir varlık olarak hissetmesi için uğraşmalıydı. Arkadaş toplantılarında şiir okumak yasaklanmalıydı."

Barış Bıçakçı.

21 Kasım 2011

Müdahale Edilemeyen Hayat Akışı

Ben evde oturmuş ödevimi yaparken, doğal olarak ödev dışında kalan ne varsa onları düşünüyorum. Normalde hiç aklıma gelmeyen şeyler bile aklımda şu an. Yemek istediğim yemekleri ve tatlıları düşünüyorum mesela, şimdi azıcık tiramisu azıcık sebzeli makarna olsa az derecede mutlu olabilirdim. Yani ne sandınız azıcık yemekle çok büyük mutlu olacağımı mı? Mutluluk ne ki zaten, ancak az biraz doyarım işte, olacağı o. Bugün, sonunda başardım; kendime paralel bir gerçeklik yarattım ve ilk defa bu kadar inanarak orada yaşamaya başladım. Sanırım bir on dakikalığına hayal olduğunu cidden fark etmemişim. Kızılaydan yürümüşüm teee okula varmışım, nereye geldiğimden haberim bile yok. Ya alternatif gerçekliğime göçtüm gittim ya da sonunda çok başka bir hayali gerçekleştirip yürürken uyuyakaldım. İkisi de güzel nasılsa, sorgulamayacağım o yüzden. Kış geldiği için böyle oluyor. Mutlu muyum değil miyim diye düşünmeyi bırakıp hatta elimdeki gerçekliğin saf doğasını da terk edip başka bir yerde, başka insanlarla yaşamaya başlamak ancak kışın mümkün olabilecek bir şey. Bazen hiç tanışmadığım insanları öyle çok özlüyorum ki bu duruma kendim bile şaşırıyorum. Gözlerimi kocaman açıp tüm gerekli mimikleri yaparak şaşırıyorum hem de. Sadece uzakta oldukları için ya da bambaşka insanlarla arkadaş oldukları için sinirlendiğim kimseler var. Öyle saçma ki bu, sanki bir insana sizin hayatınıza denk gelmediği için kızabilirmişsiniz gibi. Nasıl kızabilirsiniz, denk gelmemiş işte. Başka hayatlarmış yaşadığımız, farklı düzlemlerde varoluyormuşuz. İstatistik dersinde hocanın anlattığı üç boyutlu düzlemlerde kesişmeyen doğrular, birbirlerini etkilemeyen bağımsız değişkenler gibi. Gerçi hocanın anlattıklarını anladığımı söyleyemem, hatta hiç anlamadım. Neden burada anlamadığım yerden metaforlar kullanmaya çalışıyorum onu bile bilmiyorum. Denk gelememenin siniri yaptırıyor hep bunları bana. İstatistiğe de çok sinirliyim. Ama hoca “hiper uzaylar” demişti, o çok ilginç gelmişti mesela bana. Sadece kelimelerle ilgilendim her zaman olduğu gibi. Ben zaten önünde sonunda hep kelimelerle ilgilenirken buluyorum kendimi. Şu sıralar bir hikaye yazıyorum, sonu yok mesela. Zamanla, her şeyin olduğu gibi onun da bir sonu olur elbet. Denk getiremediğimiz hayatları yazarak da başka bir gerçeklik yaratıyoruz neticede. Sahi bu denk getirememe mevzusu ne kötü değil mi? Orada birileri var biliyorsun ama onların hayat akışına müdahale edemiyorsun. Bensiz yaşamaları onlar için büyük bir kayıp değil gerçi ama sanki bir yerde denk gelsek benim saf gerçekliğim daha güzel bir yer olacak.

Neyse, ben ödevimi yapmaya devam ederken siz şu mükemmel şarkıyı başka bir şey düşünmeden dinleyin. En azından aramızda birileri kafası karışmadan bir şeyler yapsın. Denk gelemediğiniz insanları düşünmeyin mesela. Ne yararı var. Bu gerçeklikte hiçbir yararı yok, yarattığınız dünyanıza monte edebilirsiniz tabi onları. Onların evi de orası.



Ray LaMontagne ne güzel bir adam. Ne de güzel şarkı söylüyor. Onla da arkadaş olsak keşke.

16 Kasım 2011

my fading voice sings of love, but she cries to the clicking of time


bu videoyla kafayı bozmuş durumdayım. günde bir defa izliyorum en azından. jeff'in I don't see myself ten years from now" diyişi her izlediğimde tüylerimi diken diken ediyor, birkaç kez ağladım hatta. ne diyeyim.

10 Kasım 2011

"Zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz" *

bazı şeyler
ne yaparsak yapalım kafamızdan asla silinmeyecek bazı görüntülerin esiri oluruz ara sıra. günün herhangi bir saatinde bir taksinin arka koltuğunda oturup camdan dışarı bakarken ya da evin bir odasında manasızca televizyon izlerken bir anda canlanıverirler zihninizde. unutulacak şeyler değillerdir onlar, zaten bir şey de değillerdir. ne olduklarını anlayamazsınız. bir görüntü müdür yoksa bir his mi. belki de bir düşünce. belki hepsi birden. sonra o her neyse tüm sisteminizi ele geçirir, başka bir şey yapamazsınız. ya hisseder ya düşünür ya da gözünüzü kapadığınızda onu görürsünüz. bir gün bir alışveriş merkezinin ortasında ağlamaya başlarsınız sonra. babam. o yüksek kulenin üzerinde oturuyormuş, cahit sıtkı tarancı'yla rakı içiyorlarmış. oldu mu böyle bir şey. bir rüya ya da bir hayal. ne olduğunu bilmeniz imkansız. babam o kulenin tepesine oturmuş gülümsüyormuş, rakının yanında meyve tabağı da varmış, kendi hazırlamış. yüksekten hiç korkmuyormuş. ölüler hiçbir şeyden korkmazlar ki, bendeki de laf. mutluymuş, artık hızlı giden arabalara binebiliyor, maçları izleyebiliyormuş. cahit sıtkı'yla arkadaşmış. ne güzel değil mi? üstelik o kuleden bakınca evi de görebiliyormuş. ölülerin evi var mıdır?

kirpi
buralarda yaşayan bir kirpi var, adı fikri. geceleri karşıdan karşıya geçmeyi seviyor. çocukları da varmış diyorlar. fikri anne galiba.

kitap
bazı kitaplar gerçekten de hayat kurtarıyor. inanıyorum buna. bizi mahvediyorlar orası bir gerçek ama zaten bizi kurtaran şey mahvolmak. diğer türlü yaşadığımızı nereden anlayabiliriz ki? yaşadığımızı anlamıyorsak da yaşamıyoruzdur. algılardan bağımsız canlılar değiliz. o yüzden bazı kitaplar öyle sert vuruyorlar ki yüzüme "galiba ben yaşıyorum" diyorum kendi kendime. yaşamasam bu kadar hissetmezdim. bu kadar hissetmeyeyim dediğim zamanlar da oluyor tabi. insanoğlu tam olarak ne istediğine ne zaman karar verebilmiş zaten? ama varolmak büyük bir yük, bazen hissetmek bazen de tamamen unutmak istediğimiz. kitaplar iyidir, sertçe kafama vururlar sonra yerden yere vururlar. sonra belki de yaraları sararlar.

insan
bob dylan'ın şarkısında "i gave her my heart but she wanted my soul" diyerek ne demek istediğini anladım galiba. sizin verebileceğinizin ve karşı tarafın talep ettiklerinin miktarı uyuşmayabiliyormuş. yani belki başka bir insan olsa ruhunuzu söküp verirsiniz hatta belki şeytanla anlaşma yapar ruhunuzu satarsınız ama bir başkası için, "kalbimi verdim ya daha ne istiyor" diyebilirsiniz. belki bir başkasına sunabileceğiniz sadece bedeninizdir. bu durum öyle kötü bir şey de değil aslında, işin içinde karşı tarafın beklentileri olmasa tabi. herkese ruhumuzu versek o zaman bizden geriye ne kalırdı? ya da herkesten bize ruhunu vermesini isteme hakkını kendimizde bulabilir miyiz? neyse don't think twice, it's alright.

bisiklet
bisikletin sadece çocukluğuma ait bir şeymiş gibi gelmesi ne garip. 7 yaşımda yine 7 yaşında olan bir arkadaşım öğretmişti bana bisiklet sürmeyi. bir kere karşıdan gelen başka bir bisikletle çarpışıp yere düşmüştüm. canım hiç acımamıştı, gülmüştüm hatta. komik gelmişti karşıdan gelen bir bisiklete çarpmak. pedalları tersine çevirince fren yapan bisikletlerdendi. parlak lacivertti. tüm parçaları dağılana kadar kullanmıştım onu. birkaç kez daha düştüm sonra bisikletten ama nedense hiç umrumda değildi. o kadar çok seviyordum ki herhalde, bisikleti fiziksel acıyla eşleştirmek istememiştim. sabahtan öğlene kadar bisiklete biner sonra bana bisiklet sürmeyi öğreten arkadaşımın evine gider mısır gevreği yerdik. neden mısır gevreği bilmiyorum. aynı sınıftaydık. patates gününde onun beslenme çantasından patateslerini çalardım. her seferinde, kavga ederdik şakacıktan. çok eğlenirdim onun patateslerini yerken. ama onun ödevlerini hep ben yapardım, belki kendimi kötü hissediyordum patateslerini yediğim için. ödeşelim istiyordum belki de. çocukça bir adalet sistemi yaratmıştım herhalde kendime. yine de ne yapmış olursam olayım onun bana bisiklete binmeyi öğretmesini ödememin imkanı yoktu. hala da yok. bisiklet çocukluğumun bir simgesi ve çocukluğuma dair çoğu şeyi mutlulukla hatırlıyorum. parlak lacivert küçük bisikleti ve her hafta patateslerini çaldığım arkadaşımı da.

*diyor barış bıçakçı. hatta tamamı şöyle ki; " bu hatıra da başka pek çok hatıra gibi gerçeğin bir hayli çarpıtılmış bir biçimiydi, zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz. gerçekler av hayvanları içindir. balıklar örneğin, hayatta kalabilmek için neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmek zorundadır, geyikler de öyle. her neyse gerçek ya da değil, hatıra büyülüydü. büyü sürsün istedim çünkü büyü sürsün isteriz."

6 Kasım 2011

Hep Yalnızlık Yavrum,

yüksek taburelerde oturmayı severim, hem de çok severim. bir nedenim yok. zaten sevginin bir nedeni olduğu nerede görülmüş. bir şeyi neden sevdiğimizi söyleme çabasında olma eğilimimizi de neye bağlayacağım bilmiyorum, neden böyle yaratıklarız, bilmiyorum. "çünkü seviyorum" cevabıyla yetinmememiz gerektiğini ne zaman öğrendik acaba? kim öğretiyor böyle şeyleri bizlere? her neyse, yüksek tabureler güzeldir. bir yerde yüksek tabure, sandalye vesaire varsa ben hep onlara oturmak isterim, bazen oturmam ama aklım hep onlarda kalır. her zaman gittiğim bir kahvecide de var yüksek taburelerden, daha çok sandalye kategorisine giriyorlar aslında ya neyse, teknik detaylara önem verdiğim nerede görülmüş. yüksek taburelere uygun yüksek masalar da var tabi. genelde bu kahveciye kitap okumak için gidiyorum ben, hep tek başıma ve her zaman aynı yere oturuyorum. köşede duran yüksek sandalye ve masa, benim yerim. bu zamana kadar da orada oturan başka bir insan görmedim, ne zaman gitsem boş olur, neden bilinmez. ama bugün tam benim oturduğum yerde bir adam oturmuş kitap okuyordu. bir süre durup ona baktım. yaptığım şeyin saçmalığını fark etmem biraz zaman aldı. neden oturan bir insanın karşısında durup gözümü dikmiş ona bakıyorsam, dedim, oturabilir tabi. benim yerim, benim yerime oturmak isteyecek bir insan bulmuşum daha ne istiyorum. sonra, doğam bu ya, benim yerime oturan kişiyi merak ettim. aynı yeri gözümüze kestirip, o yerde kitap okumak istiyorsak mutlaka biraz da olsa benzememiz lazım diye düşündüm. düşüncelerin gözü kör olsun, neden böyle şeyler düşünüyorsam, düşündüm işte. sonra uzaktaki başka bir yüksek sandalyeye oturdum onu görebilecek ama rahatsız etmeyecek şekilde. beni görmesin sadece ben onu görebileyim istedim. her zaman isterim ya böyle şeyler, hem bazen sadece fark edilmeden uzun süre bir insana bakabilmeli insan. birine uzaktan ve uzun süre bakmak ona yakından bakmaktan çok daha iyi. aradaki mesafe hayallere imkan tanıyor, belki sadece o mesafede yaşayabiliyor hayaller. yakınsa hayal edilemeyecek kadar gerçek. gerçek kimi zaman çok yavan, çok mutsuz. mesafeye ihtiyacım var. yakınlığın hayalleri öldürmesini sevmiyorum. gözden kaybolmayacak kadar mesafe tabi, her şeyin bir dengesi vardır derler ya, belki de vardır.

sonra o adamı seyrettim oturduğum yerden. kitabı benim yaptığım gibi kucağında tutuyor, kafasını eğerek okuyordu. kafası yorulunca kitabı yukarı kaldırıp öyle tutuyordu. ara sıra kitabını kapatıp uzaktaki bir noktaya bakıyordu, aynı benim gibi. sonra biraz daha okuyor bu sefer de sağa sola bakınıyordu. acaba o da okuduklarını kafasından tekrar edip iyice hissetmeye mi çalışıyordu? hangi kitabı okuduğunu göremedim, belki çok da merak etmedim. ayaklarını uzatıyordu yavaşça, bir süre sonra oturuşunu düzeltiyordu ve yine uzakta bir noktaya bakıyordu. kahvenin son yudumunu bardakta bırakmamak için seri bir hareketle kafasına dikti, ben her zaman dibinde bir yudum bırakırım mesela ama o sanki kahvenin son yudumuna dünyadaki her şeyden daha çok ihtiyaç duyuyor gibiydi. biraz daha kitap okudu sonra uzun, koyu saçlı bir kadın geldi, adam ayağa kalktı, konuştular, gülümsüyordu. tekrar oturmadan kitabını aldı masadan sonra masasının üzerindeki çöpleri çöp kutusuna attı. masasındaki çöpleri çöp kutusuna atan erkek, çalışan insanları düşünen erkek. o kadar güzeldi ki masasının üzerindekileri çöpe atması... çöp kutusu çok yakınımdaydı, o bana doğru yaklaşırken kafamı kaldırıp bir an ona baktım sonra başımı öne eğdim, başım öyle kaldı. o ve uzun, koyu saçlı kadın beraber yürüyüp gittiler, bu sefer arkalarından baktım. iki insan yan yana nasıl yürürse öyle yürüyorlardı bir olağanüstülük yoktu hallerinde. kitap okuması kahveyi içmesi kadar normaldi yürümesi de. yerim boştu artık ama oraya geçmedim. bir yerin anlamı nedir ki zaten, altı üstü bir boşluk. en azından o varken doluydu diye düşündüm. sahi, boşluklar bu kadar kolay dolabilir miydi? bir insan sadece oturmak için seçtiği yerden, kitabı tutuşundan, çöpleri atışından anlaşılabilir miydi? belki de sadece bunlarla anlaşılabilirdi bir insan, geri kalan her şey uzun ve gereksiz bir hikayeydi. belki de uzun, koyu saçlı kadın değil ben tanıyordum onu, kim bilir, nereden bilebiliriz? bazen bir insanla konuşmakla başlıyor her şey bazen de konuşmakla bitiyor. bazen susmak ve bir insana uzaktan bakmak gerekiyor. biraz zaman geçti, kitabımı kucağıma koydum, biraz okudum biraz onun oturduğu yerdeki boşluğa baktım. kahvenin son yudumunu içmedim. masamdakileri çöpe atıp eve yürüdüm. yürürken yalnızlık ömür boyu çalmaya başladı, uzakta bir noktaya baktım. bu şarkıların da gözü kör olsun ama kızmaya gerek yok, yalnızız.

17 Ekim 2011

Kayıp

geçen gün kızılayda yürürken bir kayıp ilanı gördüm. her yere asmışlar, genç bir kız kaybolmuş. bunca yıldır ilk defa ankara'da böyle bir şeye tanık oldum, eminim onlarca kere bi yerlere kayıp insan resmi asmışlardır ama bana denk gelmedi işte. insanların dünyada sürekli kaybolduklarını biliyorum, bu durumun çok gizemli aynı zamanda çok rahatsız edici olduğunu ama diğer taraftan da başka bir çekicilik taşıdığını düşünüyorum. ara sıra aklıma da gelir kayıp insanların nerede olabilecekleri, nereye gittikleri, nasıl öldükleri. bunları düşünmek beni hiç rahatsız etmez. bir nevi beyin jimnastiği. ama kızılayda yürürken direklere, duvarlara asılmış o kızın resmi beni çok üzdü. sanki ankara'da kaybolan ilk insan oymuş gibi hissettim. onu arayan insanların benim tam o anda yürüdüğüm sokaktan geçerken nasıl herkesin yüzüne uzun uzun bakma isteği duyduklarını hayal ettim. ankara'da kaybolmak. bana hep imkansız gelmiştir. çünkü ankara insanın kendini kaybedebileceği bir şehir değil, kendiyle çok fazla yüz göz olduğu bir şehir. ama o kız herhangi bir sokakta yürürken bir gün kayboldu. belki öldürüldü belki intihar etti. belki de sadece gitmek istedi. bunu bilmemizin imkanı yok. ben sadece hayal etmeyi durduramadım. en son hangi sokakta görüldüğünü merak ettim. bazen bir anda gelip içime yerleşen ıssız sokaklarda yürüme isteği gibi bir şeye mi kapılmıştı acaba. ya da belki sadece başka bir yere gitmek istemiştir. dünyada kimliksiz olmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmiştir. olabilir ya. kaybolmak fikri cezbedici geliyordur. tüm insanlar için kaybolunca, onların gözünde görünmez olunca mı bulur acaba insan kendini? sonra birden ara sıra gelip içime yerleşen o ıssız sokaklardan yürüme isteği bu sefer boğazımda bir yumruya dönüştü. yürüdüm. müzik aletleri satan dükkanların olduğu sokağa gittim. çok minik çok dışlanmış bir sokak. ankara'da en sevdiğim yerlerden biri. ama nedense yılda en fazla 2-3 kere geçerim ordan. o kadar çok enstrümanıın bulunduğu bir yerin o derece sessiz olması bana hep büyüleyici geliyor sanırım. orada yürürken etrafıma baktım. dükkan vitrinlerine. neden dünyanın en güzel şeyi olan müziğin bu kadar dışarıda bırakıldığını merak ettim. ankara müziği reddediyordu, sanki oraya kimse gitmiyordu. sadece bilenlerin haberdar olduğu ama kimsenin gerçekten umrunda olmayan bi sokaktı orası. hiç arkadaşı olmayan bir çocuk gibi. acaba insanlar hala müzikten o kadar korkuyorlar mı? dedim. havada asılı kaldı soru, cevabım yoktu. tüm düşünceler beynime üşüşmüşken ve kayıp kızın yüzü gözümün önünden bir türlü silinmezken, o sokaktan yürüyen tek tük birkaç insanın suratlarına baktım dikkatlice. belki içindeki bir sokakta kaybolma isteği o kızı bu sokağa getirmiştir. belki sadece müziğin sessiz haline bakmak istemiştir. ama orada değildi. işin kötüsü o büyük ihtimalle öldü. gerçek hep budur ya. belki arkadaşlarına devam ettirebilecekleri bir hikaye bıraktı. belki kaybolan o kız benim için başka bir şeyin simgesiydi. müziğin olduğu sokakta kaybolmak istedim, kimsenin gerçekten umrunda olmayan sokaklarda kaybolmalı insan. bir de oralarda bulunmalı. o kız neden orda değildi bilmiyorum. ben o sokaktan yürüdüm, yürüdüm. sonra çok iyi bildiğim sokaklardan hiç kaybolmayan evime geldim. o kızın belki bir evi yok. umarım sokaklar onun olmuştur.

15 Ekim 2011

Sonbaharı Müzikle Daha Çok Seviyoruz. Gerçi Her Şeyi Müzikle Daha Çok Seviyoruz.

Bir müzik yazısı yazasım geldi. Zaten bu sıralar yapmam gereken şey dışında kalan her şeyi yapmak istiyor canım. O duruma da bi ara "yüksek lisans: allah belamı verdi" başlıklı yazımda değineceğim. Başlığım belli içeriğini de anlamışssınızdır ama ben yine de yazarım kısa ve öz olmayarak. Neyse şöyle ki sonbahar gelince benim müzik ihtiyacım inanılmaz bir artış gösteriyor. Bir de sanki sonbaharda dinlediğim şarkılara daha çok bağlanıyorum, onları terk edemiyorum. Mesela yazın hiç öyle olmuyor. Yazın da çok güzel şeyler dinliyorum ama sapık gibi günlerce haftalarca aynı şarkılara takılıp kalmıyorum. Mevsimin rehaveti müziğe de yansıyor o yüzden bahsetmeye değmez diye düşünüyorum. Ama şimdi öyle mi ya, süper şarkılar dinliyorum ve sadece onları dinliyorum. O sebeple haftanın favori şarkıları etiketinin hakkını veren 4 tane şarkıdan bahsetmek istiyorum müsadenizle.

1- Fleetwood Mac - Dreams

Allahım nasıl güzel bir şarkı bu, manyak gibi hipnotize olmuş gibi dinliyorum. Başka bir iş de yapmıyorum dinlerken , öylece dinliyorum. Stevie Nicks tam bir reyize. Dev bir kedi. Böyle bir ses böyle bir yorum yok. Sadece dreams'i yazıyorum ama bu sırlar Rumours albümünün tamamıyla büyük aşk yaşıyorum.

It's only right that you should play it the way that you feel it
But listen carefully to the sound of your loneliness
Like a heartbeat, drives you mad
In the stillness of remembering
What you had, and what you lost
what you had, and what you lost
kısmına da nasıl bayılıyorum nasıl nasıl bayılıyorum anlatamam.

2- Rush- Tom Sawyer

Rush mükemmel bir grup. Rock 'n roll sevgime Led Zeppelin'den sonra en güzel şekilde karşılık veren birkaç gruptan oldu son zamanlarda. Moving Pictures albümüyle dinlemeye başladım onları hala dinlenecek bir sürü albümleri var ama acelem yok yavaş yavaş keşfediyorum. Belki Rush gibi efsane bir grubu neden şimdi keşfediyorsun diyebilirsiniz ve çok da haklısınız ama geç olması hiç olmamasından iyidir.

3-Nina Simone- Just in Time

Nina Simone dünya üzerinde yaşamış en mükemmel kadınlardan biri. Hali, tavrı, sesi , yeteneği tüm insanlığı kendine aşık ettirecek boyutta. Ben de aşığım tabi ki ona. Bu günlerde ders çalışırken Nina Simone cdlerimi takıyorum fon olsunlar diye ama nedense bir zaman sonra çalışılan ders Nina Simone'a fon olmaya başlıyor. Just in Time'ın yeri ise çok ayrı. Çünkü en sevdiğim filmlerden biri olan Before Sunset'in final sahnesinde çalıyor hepinizin bildiği gibi. Ve o sahne onlarca kez izlediğim halde beni her seferinde ağlatıyor. Nina Simone tek başına değil belki ama o sahneyle birleştiğinde nedense bende inanılmaz etkileyici bir ana dönüşüyor. Müzik film uyumu hayatta en sevdiğim şeylerden biri zaten.

4- Blind Pilot- White Apple
Blind Pilot'un yeni albümü We are the Tide sonbaharımı şenlendirmeye devam ediyor. Çok seviyorum bu adamları özellikle de ağır ağır sakin sakin giden şarkılarını. Bence tüm albümü dinlemelisiniz ama önce White Apple'ı bir dinleyin, sevmeme ihtimalinizin olduğunu düşünmüyorum.


Umarım haftanız ve sonbaharınız güzel geçiyordur. Bende durumlar güzel gibi. Meşguliyet her şeymiş ne kadar şikayet etsem de yapacak bir şeylerim olduğu için mutluyum ve müzik de her zaman yanımda olduğu için kendimi sürekli yalnız hissetmiyorum. Sonbaharı gerçekten müzikle seviyorum gerçi her şeyi müzikle daha çok seviyorum. Şansım da dönüyor sanki bu günlerde, hatta mor ve ötesinin dediği gibi "şansımız artmış."

2 Ekim 2011

Yere Düşen Para

Bazen yere para düşürdüğüm zaman o parayı yerden almıyorum. Çok büyük paralar değil tabi bu bahsettiğim, ufak tefek şeyler. Bulan kişinin mutlu olacağını düşünüyorum, bulduğunda suratının alacağı şekli hayal ediyorum çünkü ben yerde para bulduğumda hep çok mutlu oluyorum. Çok kötü bir gün geçiriyor olsam bile yerde para bulduğumda sırıtmama engel olamıyorum. Ve aklıma hep aynı anı geliyor: Çocukken bi arkadaşımla bahçede boş boş oturuyorduk ve hiç paramız yoktu, canımız inanılmaz dondurma çekmişti. O zamanlarda mini milk çok güzel ve en ucuz dondurmaydı. Sokakta aylak aylak gezerken, tam iki mini milk almaya yetecek kadar para bulmuştuk yerde. Hayatımda kendimi çok mutlu hissettiğim sayılı anlardan biriydi. Hiçbir zaman unutmadım üstelik sadece 6 yaşındaydım, üzerinden milyon yıl geçti hala en parlak en yerli yerinde anılarımdan biridir. O parayla mini milkleri alıp çok sevdiğimiz bir ağaca tırmanmış, ikimiz farklı dallarda oturup onları yemiştik. Haziran ayıydı, hava muhteşemdi. Bahçemiz muhteşemdi. Hiçbir derdim yoktu, üstüne yerden para bulup canımın en çok istediği şeyi yemiştim. Bir ağacın tepesinde oturuyordum. Hayatımda belki de bir daha hiçbir zaman bu kadar safça mutluluk veren bir an yaşamayabilirim. Ama dünyada hala çocuklar var ve o anları yaşayabilirler o yüzden bence siz de yere para düşürdüğünüzde her seferinde olmasa da ara sıra o paraları yerden almayın. Belki gerçekten bir çocuğu mutlu etme şansınız olabilir. Hatta bir yetişkini de mutlu edebilirsiniz. Mesela o parayı benim bulduğumu düşünün, ne kadar mutlu olmuşumdur ve size ne kadar teşekkür etmişimdir değil mi? Hiç unutmayacağım bir anıya sebep olduğu için ben 6 yaşındayken, yere o parayı düşüren insana çok teşekkür ediyorum mesela, belki o sadece para kaybettiği için ne kadar salak olduğunu düşünmüştür. Ama siz düşünmeyin bence, salaklık güzel bir şey de olabilir.

25 Eylül 2011

Ölüm ve şeyler.

Son günlerde her yerde ve her şeyde ölüm görüyorum. Sanki ölüm dışında her şey ölmüş gibi. ölümü gösterip yaşamı es geçen bir gözlük takmışım gibi. Bunu açıklamak cidden çok zor.
Burnumuzun dibinde bir bombanın güpe gündüz, herhangi bir sokakta bu kadar rahat bi şekilde patlayabiliyor olması ve de sevdiğim ve tanıdğım herkesin o gün ölebilme ihtimalinin varlığı düşüncesi beni uzunca süre rahatsız etti, hala da ediyor. O patlamanın çok daha öncesinde başlayan bir şeydi bu aslında. Seviyesinin artmasına neden oldu belki de o olay. Sanki dünyada kimse ölümlü olduğunun farkında değilmiş ve bunu sadece ben fark edebilmişim gibi bir his gelmişti bana. Kimse günlük hayatında bu ihtimalin varlığını düşünmüyor ve ona göre yaşamıyordu. Tüm konuşulanlar, tüm davranışlar herkesin bildiği ama benim bir türlü bulamadığım bir ölümsüzlük formülünün keşfini düşündürüyordu bana. Hala da öyle hissettiğim zamanlar oluyor. İnsanların kendi ölümlülükleri hakkında büyük bir inkar içinde olduklarını biliyorum ama başkalarınınkini bu derece inkar edebildiklerini bilmiyordum. Yani ne bileyim, nasıl bu kadar açıkta olan bir şeyi görmez bunca insan. Ya da ben neden şimdi sadece bunu görmeye başladım. Neden ben herkese çok normal gelen şeyler üzerinde günlerce aylarca düşünmek zorundayım peki?

10 Eylül 2011

23

Çok çılgın bir on günün sonunda kıçımı bi yere koyup youtube'dan şarkı falan dinliyorum. Yorgun değilim. Artık özgürüm dedim dün mesela, özgürlük çok göreceli bir şey tabi. Özgürlük algısı da günden güne hatta dakikadan dakikaya değişiyor. Dün gece çok özgürüm diye düşünmüşüm demek. O kadar da değilim halbuki. Sonuç olarak yapacağımı yaptım bundan sonra olacaklardan ben sorumlu değilim. Olanlardan sonra harekete geçecek yine benim tabi ki. Kıçımın üstünde çok uzun süre oturmayı planlamıyorum. Sanırım benim hayatımdaki dönüm noktası 23 yaş olacak. Veya dönüm noktalarından biri. Sürekli bi yerlerden dönen bir hayatım da olabilir pek tabi ki. Her şey mümkün derler ya öyle bir şey. Keşke her şey mümkün cümlesini kurarken her şeyin mümkün olduğuna inanabilecek yapıda bir insan olmamı sağlayacak bir şeyler eklense beynime. Ya da herhangi bir şeye inanacak. Bazen inançlı insanların hayatlarının çok kolay olduğunu düşünüyorum. Belki de değildir sonuçta bende hiç olmayan bir şeyin varlığının tam olarak nasıl hissettirdiğini anlamam çok mümkün değil. Tahmin edebiliyorum gerçi. Tahmin de baya iyi bir şey. Ya o da olmasaydı.

29 Ağustos 2011

Reel Around the Fountain


En sevdiğim The Smiths Şarkıları listesindeki sıralamam sürekli değişiyor. Zaten o kadar çoklar ki 30 maddelik bir liste falan olabiliyor minimum ama son zamanlarda en sevdiğim the smiths şarkısı şu yukarıda duran reel around the fountain. Canlı performansı varken de onu dinlememek aptallık olur tabi. Morrissey ne kadar mükemmel gariplikte bir insan, canımın içi. Nasıl seviyorum anlatılacak gibi değil.

28 Ağustos 2011

Şiir

Her şey öyle yeni ki burda
Kolunu kaldırsan yarının folkloruna katkı
Ama ben budalalıklarla doldurdum
Yıllarca bütün boş sayfalarımı

Cemal Süreya

26 Ağustos 2011

Kaçınılmazdan Kaçmak

Bir şeyi yapmak zorunda kalıp aslında hiç olmak istemediğiniz bir yerde bulunmanıza da değişim diyorlar çok istediğiniz ama şu anki halinizden farklı bir yerde olmanızı gerektiren şeye de. Sonuçta değişik bir şey yapıyorsunuz ama ya ondan nefret ediyorsunuz ya da çok seviyorsunuz. Benim önümde nefret ettiğim bir değişim seçeneği var. Değişim kaçınılmazsa zevk almaya bak gibi bir durum da değil bu. Zaten kaçınılmaz olan bir şey yok hayatta tabi ki ölüm hariç. Niye kaçınılmaz olsun ki bir şey, kaçarsın olur biter. Kafalarımızın içinde öyle saçma sapan sınırlar var ki çocukluktan beri belki sağda solda aslında en çok da ailemizde işittiğimiz laflar yüzünden çiziliyor çoğu da. Bazı şeyleri nasıl oluyorsa kaçınılmaz görüyoruz sanki o gün o kararı vermezsen hayatın bitecek gibi. Halbuki biten bir şey yok. Belki kaçınılmaz olarak gördüğümüz şeyler hiçbir zaman onlardan kaçmadığımız için kaçınılmaz olarak kalıyordur, olamaz mı?

Sanırım insan bazen sadece kendini düşünüp karar vermeyi öğrenmeli. Aile, arkadaşlar, sevgililer, komşular, hocalar size doğru olanın ne olduğunu söyleyebilirler, belki gerçekten doğrusu da odur ama hayatta her zaman doğruyu yapmak mı gerekir? Belki yapılan yanlışlar insanı başka yerlere götürür. Çok sorumluluk sahibi bir geleceğe, çok paraya veya yüksek statüye değil ama belki yaşamaya götürür. "Yaşamak" kelimesine uzun süredir özel bir ilgi gösteriyorum. Babam öldüğünden beri yaşamak ve ölmekle ayrı bir meselem var. Bir sürü şey bende yaşamayacakmışım izlenimi uyandırıyor. Birçok şeyi saçma buluyorum. Sanki benim yaşamak fikrime entegre olamıyorlar. Sanki hayatımı elimden alacaklarmış gibi geliyor. Belki çok saçma ve çocukça düşünceler ama bir insan gerçek bir ölüme şahit olduğunda özellikle hayatını çok yakından tanıdığı birinin aniden ortadan kaybolmasını gözleriyle görünce her an içinde bir şeylerin aniden yok olacağı korkusunu taşıyor. Yok olma korkusu ölüm korkusundan bile beter. Günlerim yok olacak, hayatım yok olacak ve sonunda kendim yok olacağım fikri olayları öyle başka bir seviyeden görmeme neden oluyor ki, bu seviyeyi insanlara anlatmakta zorluk çekiyorum. Boğuluyormuş gibi hissediyorum. Önümdeki değişim seçeneği bende hapishaneye girmişim ve orada öylece kalmışım hissi uyandırıyor. İnanılmaz tepkiler gösterebiliyorum ve bir şekilde ona direniyorum. Ama sonra kafamın içinde hep başkalarının cümlelerini duyuyorum. Mantıklı olanı ve benim için iyi olacağını düşündükleri şeyi yapmamı söyleyen sesleri. Belki onlar daha iyisini biliyorlardır, gerçekten. Belki benim hiç görmediğim şeyleri görebiliyorlardır belki de hayatlarında bir şeylerin karar verilmiş olmasını boğucu bulmuyorlardır. Onlar da haklı biliyorum, sadece kendim yok olacakmışım gibi hissederken "doğruyu" yapmanın doğru olup olmadığını bilemiyorum.

Geçen günlerin birinde babamın ne iş yaptığını sordu biri ve ben "babam yaşamıyor" dedim ona. Bir anda, o sırada bunun farkında değildim ama sonradan düşündüğümde babam öldü diyememem takıldı aklıma. Sonrasında da "yaşamıyor" kısmını düşündüm. O kelime o günden beri kafamda yankılanıyor durmadan. Yaşamıyor. Yaşamamak beni korkutuyor, babamın ölmesi değil babamın yaşamaması beni üzüyor. Çünkü yaşamamak kalp kırıcı bir şey; bir insanın artık yaşamıyor olması ve hayatta olan bir insanın yaşayamıyor olması da. Belki de her türlü değişim bana babamın ölümünü anımsattığı için bu kadar direniyorumdur. Çünkü hiç razı olmadığım bir değişimi kabul etmek zorunda kaldım ve o kaçınılmazdı. Şimdi yine bir şeyi kaçınılmaz görüp ona ayak uydurduğumda bir parçam daha ölecek gibi hissetmem anlaşılabilir geliyor bana. Yazının sonunda böyle bir sonuca ulaşacağımı gerçekten bilmiyordum ama yaşamıyor kelimesinde olduğu gibi beynim bana sürekli oyun oynuyor ve oyunun sonunda kendimle ilgili keşfettiğim şeyler sadece birer keşif olarak kalıyor. Ne zaman işe yarar içgörü geliştireceğim diye merak ediyorum. Ama tekrar düşününce hangi içgörü fiziksel dünyada gerçekten işe yarayabilir ki?

21 Ağustos 2011

And at once I knew I was not magnificent


Son bir aydır müzik dinlemeye ilk bu şarkıdan başlayıp gece yatmadan önce en son bu şarkıyı dinliyorum. Dünyada mükemmellik diye bir şey varsa o bu şarkıda gizli. Dinledikçe anlaşılıyor parça parça, bir planın parçaları gibi. Şimdi bir de izledikçe anlaşılıyor. Nasıl güzel bir video çekmişler, nasıl yapmışlar, nasıl bazı görüntüler bazı müziklerle bu kadar uyumlu olabilir, ben bilmiyorum. Neyse ki birileri biliyor. Neyse ki.

13 Ağustos 2011

Filmler, Filmler.
























Çok uzun zamandır film izleyemiyor olmamı anlamlandırmaya çalışıyordum ki bu anlamlandırma çabamdan vazgeçip filmleri izlemeye başladım. En son Xavier Dolan'ın Annemi Öldürdüm'ünü izlemiştim yaklaşık 2 ay önce galiba. İki ay hiç film izlemediğimin notunu kişisel tarihçeme düşüp bu iki mükemmel filmden bahsedeyim size. Broken Flowers daha mükemmel ama kesinlikle, başlangıç olarak bunu söyleyeyim. Sanırım Jim Jarmusch filmleri benim sinema anlayışımla çok fazla örtüşüyor. Adamda bir şeyler var ne olduğuna dair bir isim bulamadım ama filmlerini izlerken yüzümdeki sırıtmayı engelleyemiyorum. Sakin ama çok hızlı ilerleyen filmler yapıyor. Bunu nasıl başarıyor anlamak mümkün değil. Zaten bu dahi adamları anlamak pek mümkün değil o yüzden hayran olmakla yetiniyorum şimdilik. Bill Murrayla ilgili söyleyecek ekstra bir şeyim yok. Belki de Hollywood'daki en iyi 3 oyuncudan biri. -Birinci kesinlikle robert de niro- Kendisini her zaman çok sevdim , her zaman da çok seveceğim. Muhteşem komik, muhteşem sempatik bir insan. Lost in translation ve bu filmdeki halleri de bir oyuncu sadelikle nasıl epik bir performans çıkarabilirin dersi gibi. Mimik yapmadan mimik yapabiliyor kendisi, nasıl oluyor onu da anlamıyorum ama dediğim gibi dahiler işte, yapacak bir şey yok. Yalnız burada filmin konusundan hiç bahsetmeyip sadece yönetmeni ve oyuncuyu övüyorum, nedense diğer şeyleri yazmaya üşendim. Nasılsa filmin konusunu her yerden okursunuz. Ya da okumayın canım izleyin hemen, zaman kaybetmeden.

Chaos Theory de aslında şu sıralar hayatımla ilgili yaşadığım kararsızlıkların üzerine çok güzel denk gelmiş bir film. Klasik bir Hollywood olayı var tabi burada; çok control freak bi karakterin hayatla yüzleşmesi, her şeyin ona anlamsız gelmesi ve bir anda hayatı yaşamaya karar vermesi şeklinde tecelli eden binlerce aynı konulu film gibi ama biraz daha iyi. Bu insanların hayatlarının bir döneminde yaşadığı şeyi sanki ben sürekli yaşıyorum gibi geliyor. Belki o açıdan çok faydalı olmuyor bu filmler bana ama illa ki bi yerden yakalıyor. Sanırım herkes hayatında bu tarz hesaplaşmalar, kopmalar yaşadığı için aynı konulu filmlerden yüzlerce yapılıyor. Yani o kadar da yalnız değiliz gibi bir sonuç mu çıkarsam bilemedim. Gerçi bu filmde ufak bi zamanlama hatasıyla ana karakterimiz bir anda raydan çıkıyor. Zamanlama ilgili de bir takım sıkıntılar ifade ediliyor filmde ama yine eninde sonunda bireysel iradeye ve tercihlere bağlanıyor her şey. Kaos var bunu kabul edin ama kaos hayatınızın içine bi yere kadar sıçabilir gibi bir mesaj işte. Yine de film de olsa "heveslerinizin peşinden gidin" diyen birini duymak iyi geldi. Belki sadece bugün bunu duymak iyi gelmiştir. Ryan Reynolds da baya baya iyiydi filmde. Ben zaten bu adamı pek sever oldum son zamanlarda. Çok düz bir tipi var ama sanki birazcık daha zorlarsa kendi jenarasyonunun iyi aktörlerinden biri olacak gibi. Green Lantern bi gelsin hele bi de görelim.

Ayrıca bir de bugün sinemada Horrible Bosses'ı izledim. Çok komikti ama o kadar. Güldüm, bitti. Bir de Jennifer Aniston hala taş gibi. Kadın zerre yaşlanmıyor. Nasıl iş anlayamıyorum valla.

10 Ağustos 2011

Ne Güzel Dizimizsin Sen; Freaks and Geeks.

pek süper freak tayfası.

Hem freakleri hem geekleri delicesine seven ayrıca james franco'ya ve jason segel'a da tapan bir kimse olan ben, şaşırtıcı olmayacak şekilde bu dizinin hastası oldum. Amma lakin ki zamanında insanlar dizinin hastası olmadığı için bu güzel, munis dizimiz 18 bölümde bitivermiş. Tabi sonradan mallıklarını anlayan insanlar diziyi baya bir efsaneleştirip kült mertebesine yükseltmişler. Ama sonradan değerini anlamış olmaları bize ekstradan bol geekli bol freakli bölümler sağlamıyor haliyle. O yüzden banane la kültlüğünden keşke on sezon sürseymiş diyorum ben. Şimdilik önümde 10 bölüm daha var, bitmesin diye yavaş izlerim gibime geliyor ama belli de olmaz tabi. Hepsini bitir diyen iç sesime kulak da verebilirim.

Geek tayfası.

Müzikler on numara, bir klasik rock geçit töreni gibi. Özellikle Journey, Led Zeppelin, Rush, Alice Cooper, Black Sabbath, isimleri çok geçen gruplar. Hem sürekli bahsediyorlar hem de sağolsunlar ara sıra güzel yerlere serpiştirerek bizi güzel müzikten mahrum etmiyorlar. Tam da rock 'n roll'a dönüş yapmak istediğim bu öfkeli ve isyankar günlerimde bana ilaç gibi geldiği için ayrıca tebriklerimi iletirim. Boşluğa iletiyorum tabi, kimse tebriğimin alıcısı olmadığı için. Olsun. Güzel.

9 Ağustos 2011

8 Ağustos 2011

And given my life long search for irony, you can imagine how happy I am.

Huzureviyle ilgili anlatacak çok hikaye var ama galiba ben şimdilik hiçbirini anlatmayacağım. Niye bilmiyorum, öyle işte. Sadece Güney teyzeyle vedalaştıktan sonra, tam ben odadan çıkarken arkamdan "kendine iyi bir sevgili bul" diye bağırmasından bahsetmek istiyorum. Ne mükemmel kadın ya, 20 yaşında bir insanı 80 yaşındaki bir bedene koymuşsunuz işte o Güney Teyze olmuş.- Sırf güney teyze için bile artık iyi bir sevgili bulmalıyım yoksa kendimi kötü hissedeceğim ciddi ciddi.- Bir keresinde Güney Teyze'ye "birtakım adamlar beni istemedi ben napıyım" demiştim. O da direkt "olmaz öyle şey" demişti. Çok içten bir "olmaz öyle şey." "Oluyor valla" dedim. "Olmaz, imkansız" demişti çok ciddi bir şekilde. İnsan sevdiği insanlara hep en iyisini layık görür. Birileri tarafından sevilen kimselerse hep kendilerine onları seven kişiden daha iyilerini layık görür. O yüzden böyle; sizi seven insana göre siz mükemmelsiniz ve yalnız kalmamalısınız ama sizin sevdiğiniz insana göre her zaman sizden daha iyisi olabilir. Sen beni seviyorsan daha iyisi de sevebilir diye düşündükleri için herhalde. Çok da emin değilim. Ama olaydaki ironi asıl bahsedilmeye değer olan. Phoebe'nin Friends'in bir bölümde sarkastik bir şekilde dediği gibi, "hayat boyu ironiyi aradığım düşünülürse şu an ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsin." İroni var iyi güzel de al bu ironiyi nerene dayarsan daya durumu kısaca. Bu bilgiyle ne yapabiliriz hiç bilmiyorum. Bakın artık neden diye bile sormuyorum, Oluyor öyle diyorum, Güney Teyze de olmaz öyle şey diyor. Gene de anlaşıyoruz bi yerde. Zaten bazı insanlarla anlaşmak çok kolay. Fikirleriniz farklıyken bile gül gibi anlaşıp gidiyorsunuz. Bazı insanlarla da aynı fikirde olsanız bile anlaşamıyorsunuz bırakın farklı fikirlerde olmayı. Sanırım hayatımı ilk gruptaki insanları aramaya ve bulmaya adamalıyım. Veya hiçbir şeye adamamalıyım. O insanlar kendiliğinden bulur beni diye ummalıyım. Belki günün birinde onunla maçlarda bağırıp zıplayan, cebinde 5 kuruş yokken restaurantlara gidip hesabı ödemeden kaçmayı onunla beraber planlayan ve anlattığı her hikayeyi can kulağıyla dinleyen Güney Teyze'nin eşi gibi biri beni de bulur. "Ben çok şanslıydım" diye kabul etmese inanacağım benim de başıma böyle bir şey geleceğine ama kadın şanslı, ben değilim.

Şaka maka anlatmayacağım dedim ama anlattım gene Güney Teyze'yi. Gerçi kendisi bir derya burada yazılanlar onun onda biri bile değil ama işte biliyorum ki o çok mutlu olurdu onun hakkında yazdığımı bilse. Yine de bazı şeyler anlatılmayacak kadar güzel ve kafamın içinde bir yerlerde korunmaya değer.

Bahsedilen alıntının orjinali de şu:
Monica: Wow, isn't it ironic that David would show up on the same day that you and Mike exchange keys?

Phoebe: (sarcastically) Uhuh... Yeah...!, you know. And given my life long search for irony, you can imagine how happy I am.

4 Ağustos 2011

Yaşatmak

Ben istediğim hayatı yaşamıyorum, bu zamana kadar da hiç yaşayamadım. Belki de sadece bu yüzden yazar olmalıyım diye düşünüyorum. En azından hayalini kurduğum şeyleri yazabilir kendi yarattığım karakterleri yaşatabilirim. Bir şeyleri yaşatmam lazım artık veya büyük bir değişiklik yapıp yaşamam. İkisinden biri kolay gelecektir elbet bir gün.

29 Temmuz 2011

Hoşçakal demiyorum, tekrar görüşelim.

7 aydır çalıştığım huzur evinden ayrıldım. İlk iş deneyimi için oldukça zorlu bir seçimdi. Yorulduğumdan falan değil belki de fiziksel olarak hiç yorulmadım sonuçta yaş ortalaması 80 olan bir insan topluluğu sizi ne kadar yorabilir. Benim yorgunluğum çok daha içsel kökenliydi. Huzur evi her gün aynı günün yaşandığı ve zamanın hiç akmadığı bir yer. Sürekli bir şey olsun diye bekliyorsun ama hiçbir şey olmuyor. Yaşlılar orada ölümü beklerken bir anda nasıl olduğunu anlamadan ben de kendimi ölümü beklerken bulabiliyorum çünkü yaşlılık başka bir şey. İnsanı yakalıyor, fiziksel gençliğin bir önemi de yok bir yerinden sana bulaşıyor. Hayattan bekleyeceğiniz, umacağınız hiçbir şeyin kalmadığı bir zaman dilimi. Bazı insanlar bunun özgürlük olduğunu söylüyor ya ergenken falan o düşünce çok doğruymuş çok etkileyiciymiş gibi geliyor hatta insana. O klasik fight club felsefesi vesaire. Hepsi uyduruk şeyler aslında. Gelin huzur evinde bir ay geçirin ve hiçbir şeye sahip olmamanın, herhangi bir beklenti ve umut barındırmamanın nasıl bi hapishane olduğunu görün. Kapana kısılmış gibi hissediyor oradaki yaşlılar ve her yerdeki yaşlılar. Kendi evlerinde izole bir şekilde yaşayan yaşlılar için de geçerli bu durum, huzur evinde sadece kolektif bir umutsuzluk, beklentisizlik var. İster istemez üzerime siniyor. Eskiden ben de beklentisizliğin iyi bir şey olduğunu düşünürdüm ama artık düşünmüyorum çünkü o düşüncenin sonu intihar. Yaşamak için bir neden yok çünkü herhangi bir hayal, bir başarı özlemi, aşk ya da bir kitabın sonunu merak etme bile yok. Zaten istesen de okuyamıyorsun. Daha önce yapabildiğin şeyleri artık yapamıyor olma bilgisi var bir de elinde. Kafan yerinde ama gücün yok. Bazı durumlarda kafan da yok gücün de yok. Aslında ölüsün ama ne yazık ki bedenin yaşamayı sürdürmeye devam ediyor. Bir teyze var mesela 84 yaşında günde bir paket sigara içiyor, işe ilk girdiğimde teyze, neden bu kadar sigara içiyorsun biraz azalt bari dedim. O da, "kızım, ben annemi, babamı, kocamı ve hatta oğlumu bile kaybettim. Hayatta kimsem yok, yaşamak için bir nedenim yok. Sigara içmeyi seviyorum içiyorum ölürsem de ölürüm" dedi. Ben bunun üzerine ne diyebilirdim ki. Belki o teyze kendini kabul edilebilir bi şekilde öldürmeye çalışıyor belki de hayatta sevdiği tek şeye tutunuyor, asla bilemeyeceğiz. O günden sonra teyzenin sigarası bittiğinde almaya ilk ben koştum hep, parası yoksa cebimden verdim aldım sigara. Her sabah işe gelirken ve akşam işten çıkarken o bahçede sigarasını içerdi ben de ona afiyet olsun derdim. Yanında da en koyusundan çayı. Bu görüntüde insanın kalbini kıran bir şeyler var orası gerçek çünkü bi zaman sonra birilerinin ölmesini dilerken bulabiliyorsunuz kendinizi. Bunun ahlaki olarak doğruluğu falan gibi şeyler de düşünmüyorsunuz. Kimisi de hiç ölmese keşke diyorsunuz. Temelde ölüm üzerinden tüm temenniler. Asla açıkça bahsedilmese de. Tabi yine de yaşlıların yaşaması için çok uygun yerler huzurevleri, Tek başınalık yok hiç değilse. Evlerine kapanıp herkesten ve her şeyden izole şekilde yaşamak zorunda kalan yaşlılardan daha iyi durumdalar bence. Yemeğe inme saatlerinin olması bile onlara bi iş, bir meşgale. Hayatta her şey meşguliyetmiş zaten , Bunu öğrenmiştim birkaç yıl önce artık kesinlikle eminim. İnsanın kafası ve eli boş kalmayacak. Diğer türlü bazı yalnızlıklardan kurtulmak imkansız oluyor.

İşten ayrılma nedenim yukarıda yazdıklarımla çok alakalı. Ben normalde de hayatla çok iyi baş edebilen bir insan değilim mutlu biri olduğum da söylenemez yaptığım işte de mutsuz olmak istemedim kısaca, zaten hayalimdeki iş huzur evinde çalışmak değil kesinlikle sanırım artık psikolog olmak da değil. Bana öyle geliyor ki ben de okuduğu bölümle alakasız işler yapan bir insan olacağım. Öylesi de güzel. Bir şeyi okumakla onu meslek olarak yapmak arasında dağlar kadar fark varmış ama bunu 18 yaşında bir insanın bilmesini bekleyemezsiniz. 18 yaşında bilip bilmeden aldığım bi kararın tüm hayatımı etkilemesi çok adaletsiz. O yüzden bu saatten sonra ne yapabilirsem bunu nasıl değiştirebilirsem öyle yapacağım. Ama bu konu aslında bambaşka bir isyan.

Huzur evinde çalışmaktan mutlu olduğum zamanlar da oldu tabi ki. Zaten hiçbir şey ya tamamen kötü ya da tamamen iyi olamaz. Çok tatlı insanlar tanıdım, mükemmel hikayeler dinledim. Hayatın başka bir yüzünü gördüm. Bir sürü trajediye tanık oldum.Bir sürü hayat dersi dinledim. Zaten yaşlı insanlarla ilgili en sevdiğim şey gençlere hayat dersleri vermeyi çok seviyor olmalarıydı. Öyle anne-baba gibi değil. Seni yargılamıyorlar sadece kendi hatalarını yapmamanı istiyorlar ve yapmak isteyip yapamadıklarını senin yapmanı diliyorlar. "Çok gez kızım dünyanın altını üstüne getir" diyeni de duydum. "Paranı biriktir kendine bi hesap aç" diyeni de. "Kızım olur da biri seni severse sen de onu sev, şusu busu eksik diye düşünme. Temelde kötü biri değilse onunla evlen" diyeni de. Kendi hayatlarında takıldıkları bi alan var mutlaka ve onu düzeltme ihtimalleri artık hiç kalmadığı için belki de başka birinin hayatında kendi yanlışlarını yok etmek istiyorlar. Sanki aynı hata bu kez yapılmazsa onlarınki de o kadar büyük bir hata olmayacakmış gibi. Ama her şeyden güzeli oradaki insanlarla iletişim kurabilmekti. Ben dostlar kazandığımı düşünüyorum, çok profesyonel bi yerden bakmıyorum oradaki yaşlılara zaten her zaman da arkadaşmışız gibi davrandım hepsine.

Orada tanıdığım insanlar içinde hayat hikayesiyle, tavırlarıyla, yaşam sevgisiyle çok fazla anlatılmaya değer Güney Teyze'nin benim için yazdıkları aşağıda. Ona yazdığım veda yazısına cevaben yazdı. Orayla ilgili bende kalan tek elle tutulur anım da bu. Onları unutmayacağımı söylüyorum ama biliyorum ki zamanla aklımdan silinecekler ve ben o günleri hiç yaşamamışım gibi olacak. Her zaman öyle olur. Kimse kimseyi hak ettiği ölçüde hatırlayamaz. Ben huzurevinde yaşadığım zamanları, yaşlılığı, anlatılmaya değer hayatları, teyzeleri, amcaları, yaşayıp ölmeyi ve de yaşamayı sevmeyi hatırlamak istediğimde bunu okuyacağım.

Sevgili Kızım Gökçe,

Bu güzel yazın ve bu güzel düşüncelerin için ne kadar teşekkür etsem azdır. Sen de beni çok mutlu ettin. Fikirlerimiz ve düşüncelerimiz aynıydı. İnşallah sen de bundan sonra günlerini mutlu geçirirsin. Sen neredeysen orası güzeldir bunu unutma. Sen güzelsen yaşam da güzeldir. Muvaffakiyetle mutluluklar dilerim. Mutlaka yeniden görüşelim ya da ingilizlerin dediği gibi see you again soon!

Benim yaşadığım gibi yaşa, insanları sev, kimse senden üstün değildir bunu unutma.

Benimki gibi anlatacak hikayelerin ve dinleyecek dostların varsa yaşamak güzel.

Hoşçakal demiyorum, tekrar görüşelim.

28.07.2011

Güney Teyze.

26 Temmuz 2011

Adalet

Adalet diye bir şey yoktur. Adalet ütopyadır. Herkesin adalete inanmak istiyor olması onun ütopya olduğu gerçeğini değiştirmez. Adil dünyaya, adil şartlara, eşitliğe inanan insanlar çok iyi kalpli insanlar olabilirler ama dünya iyi kalpli insanları ödüllendiren bi yer değildir. Hiçbir zaman da olmayacak.

19 Temmuz 2011

I Can't Make You Love Me


burayı bir video paylaşım alanına dönüştürmeye başladım, farkındayım ama bu son olsun. çünkü bu şarkı şarkı falan değil başka bir şey çok daha öte bir şey. nasıl bir insan bu kadar ağlar gibi söyler bi şarkıyı baştan sona aklım ermiyor. sözleri de çok acıklı ama söz olarak pınar başı burma burma bile yazılsa bu adam söylüyorsa acıklı olur zaten. böyle güzel şarkı yapılmaz dinleyen de insan vol. 2 olsun madem.

18 Temmuz 2011

Aydınlanma

İnsan, kendisinin neyi hak ettiği ya da etmediği üzerine objektif yorumlar yapabildiği gün büyümüş demektir. Yani bence öyle. Mesela yakın zamanda durup düşündüm ve içinde bulunduğum bu durumu hiç hak etmediğime karar verdim. Eskiden olsa mutlaka kendimi suçlayacak ve elimden bir şey gelmeyeceğini düşünecektim ama şimdi bu durumun çirkinliğinde bir payım olmadığını ve bunu kısmen sonlandırmanın elimde olduğunu fark edebiliyorum. Hayatta illa ki yapılacak bir şeyler vardır. Kötü ve istenmeyen bir olayla veya insanla baş edebilecek güce de sahibiz aslında. O şeyin veya kimsenin varlığı sıkıntı vermeye başladığında onu veya durumu kendimden uzaklaştırma kararı aldım ben en basitinden. Neden sürekli istemediğim bir şeye maruz kalayım ki? Kendime neden bunu yapayım yani. Durumun ne kadar karmaşık olduğundan da bağımsız olarak beni rahatsız eden her neyse ondan mümkün olduğunca uzağa gitmek amacım bundan sonra. Sonuçta insan oğlu acıdan kaçıp hazza yönelmeye programlıdır. Bunun biraz bilincinde olup illa ki gerçekleşecek bu süreci hızlandırmak boynumun borcu. Çünkü artık eehh yeter be dediğim noktaya geldim. Sürekli söylenen ve yakınan bir insan olmaktan ve başka insanların beni böyle görmesinden de bıktım. Ben sürekli yakınan insandan çok daha fazlasıyım ve benim bu durumda olmama neden olan insan gibi kişilerden çok daha iyisini hak ediyorum. Gerçekten hayatımda belki ilk defa bu cümleyi bu kadar inanarak söylüyorum.

Sanırım ben bu yıl büyüdüm hatta 1 yılda 3 yaş bile büyümüş olabilirim. Her zaman tercihlere inanan biri olarak hayatımı mahvetmeme tercihimi kullanmak istiyorum artık. İçimde başka bir şeyler olabilme ve yapabilme potansiyelini de görüyorum sonunda. Çok şükür. Mükemmel aydınlanma diye buna diyorlar herhalde.

17 Temmuz 2011

Rock & Roll and Radio


Do you remember how you were
Before the sorrow?
Are you closer for the tears, or has the weight of all the years
Left you hollow?

Diyor Ray, bi düşünmek lazım. ayrıca bu kadar güzel şarkı yapılmaz. dinleyen de insan, ayıptır.
günahtır. bir de benim mızıka çalmayı mutlaka öğrenmem lazım artık.

5 Temmuz 2011

3 Temmuz 2011

"Yazık ya" dediğim kadın karakter.














Mutsuzluk şöyle bir yerde dura dursun son günlerde ben baya baya çaresiz hissediyorum. Öyle anlar oluyor ki, aynı anı bir filmde izliyor olsam o filmin kadın karakterine çok üzülürdüm diyorum sürekli. Gerçekten bazen bir şeyler söylüyorum, bazen öyle bakıyorum, gülümsüyorum ama o kadar zavallıca ki tüm bunlar, o cümleleri filmdeki kız kursa, o öyle bakıp gülümsese onun adına çok üzülürdüm. Ciddi ciddi gözlerim dolardı sonra ağlardım.Olayları yaşarken, yaşamayı bırakıp o anın dışında bi yerlerde durup bunu fark edebiliyor olmam da yeterince kötü zaten ama nedense bir filmde izlesem çoktan zırlamaya başlayacağım anları yaşarken tek düşündüğüm bunun film versiyonuna üzüleceğim. Sanki gerçeği yeterince dramatik değilmiş gibi. Sanki ben o yazık dediğim kadın karakter değilmişim gibi.

benim bir kalemim bile yok, neyse nabalım.

30 Haziran 2011

"They say everyman goes blind in his heart" **

Geçen gün öyle çok sıkıldım, öyle sıkıldım ki anlatılacak gibi değil. Baktım duvarlarla falan konuşmaya başladım kendimi dışarı attım. Çanta almadım, sadece mp3 çalar ve bir kitap. Normalde dışarıda asla takmadığım gözlüğümü de takıp mahallenin yollarına düştüm. Gidecek bir yerim yoktu, param da yoktu. paraya gerek de yoktu. Uzun zaman sonra yolları net görebilmek güneşli havada bulanık olmayan bir gün geçirmek ilginç geldi. Gözlüğümü daha sık takmaya karar verdim mahallenin ara sokaklarında yürürken. Hayatımda her şeyi net görmek istediğim o çok ender zamanları yaşıyordum galiba. Sonuçta gözleri doğuştan bozuk bir insan için ne kadar netlik olabilir orası da tartışılır ama herkesin gördüğü dünya kendine. Bunu düşünmek beni mutlu da ediyor, kimsenin dünyayı benim gördüğüm gibi görmediğini biliyorum. üstelik bu herkesin anlam dünyasının farklı olması veya olayları farklı algılamamızla ilgili bir şey de değil. Tamamen duyum aşamasındaki farklılık, bir şekilde kendimi özel hissetmemi sağlıyor. Bir yandan da bu özel'lik ve teklik çok yalnız hissettiriyor. Benim gördüğüm ağaçlarla seninkiler bir değil çünkü büyük ihtimalle ben senin gördüğünden daha yamuk ve daha bulanık görüyorum o ağacı. Ama işte bu günlerde senin gördüğün gibi görmek istiyorum veya onun, onların. 2. tekil kişiden girince sanki bir insandan bahsediyormuşum gibi oldu tabi ama ne bileyim öyle yazdım işte. Kendi bakış açısından da sıkılabiliyor insan kendinden sıkıldığı gibi. Fiziksel özelliklerinden ve onu özel yapan şeylerden bile bıkıyor bazen. Hatta bazen farklılarını severken bir yandan da nefret ediyor aynı dakika içinde. Bazen başka bir insan olmak bile isteyebiliyor. Şu bir gerçek ki kendimizle çok fazla vakit geçiriyoruz, en çok kendimizle konuşuyoruz, en çok kendi başımıza gülüyor ve ağlıyoruz. Buradan bakınca öyle yalnızız öyle yalnızız ki sanki bir asansörde ömür boyu sıkışmışız gibi. Kurtarmaya gelen de yok. Ara sıra birileri geliyor zannediyoruz ama ancak kapının dışından seslerini duyabiliyoruz. Tüm hayatımız o asansörün bulup o asansörde sizinle durabilecek bir insanı beklemekle geçiyor. Sonrası malum, hayalkırıklığı. Kimse bu kafanın içindekileri duyamıyor. Bombok bir şey ama öyle. O yüzden bazen sırf bu kadar yalnız hissetmemek için başka insanların kafalarının içine girmek, onların gözünden görmek istiyor insan, ben istiyorum yani. Bunu yapmanın imkansız olduğunu bildiğim halde, azıcık yaklaşabilmek için gözlüklü yürüyorum yollarda. Sadece bir ağaç, ama onu bile bir anlığını farklı görmek daha az yalnız hissettiriyor sanki. Tabi sadece bir an sürüyor sonra gene kafamın içindeki ses her şeyi mahvediyor. Falan filan işte. Can sıkıntısı pis bir şey, durup durup böyle şeyler düşünmenize neden oluyor. Düşünceleri durdurmanın mümkün olmaması da bambaşka bir dramımız tabi. Bunca dramın içinde insanların hala hayata tutunabiliyor olmaları belki de insanlığa ait en ilginç şey. Sadece canımın sıkıldığını anlatmak için yazmaya başladığım yazının insanlığa dair genellemelerle bitmesi de benim açımdan bambaşka bir olay sahiden. Böyle çalışan bi kafa ne bileyim atsan atılmaz.

Sonra bir de Freud'un bir rüyasını ve kendi rüyasının analizini okudum o gün sokaklarda dolaşmayı bitirip bir parkın bankına oturunca. Adam aşmış, bir insanın kendisinin bu kadar farkında olması inanılmaz. Yani bir rüya ancak bu kadar incelenebilir ve bir insan zihninin karanlık kısımlarını zaten ancak bu kadar aydınlatabilir. Boşuna hastası değiliz, gerçi düşününce bu kadar farkındalık ne büyük sıkıntı veriyordur. Bendeki belki Freud'un onda biri kadar olan bu farkındalık ve içgörüyle bile başım acayip belada. Gerçi aptal olmaktansa mutsuz olmayı tercih ederim her daim, ölürken de tamamen uyanık ve farkında olmak istiyorum mesela. Sırf o yüzden de intiharlar bana çok ilginç ve çekici geliyor. Birazdan öleceğini biliyorsun ve buna tamamen kendin karar veriyorsun. Zihnin açık, her şeyin farkındasın ve ölümü bir deneyim gibi yaşıyorsun. Güzel bir seçenek. İntihar eden insanların kaçı bu nedenle intihar etmiştir bilemiyorum tabi ama birincisi insanın elinde böyle bir seçenek olması çok rahatlatıcı ikincisi çok yaşlanmak ve zihnin bulanıklaşması benim ölümden daha çok korktuğum bir şey. O yüzden ne bileyim. Huzurevinde çalışmanın getirdiği bir yan etki belki de bu ama. Yaşlılığın insana yaptıkları bence ölümden daha acımasız . Neyse artık o da başka bir yazının konusu. Geliriz oralara da.

Çok ordan oraya bi yazı oldu bu. Kafam hiç toplaşık değil galiba. neyse bu da böyle olsun bakalım.

** baya alakasız başlık. ama şarkı güzel.

21 Haziran 2011

Birçok derdim var Psikolog Hanım, sizi bulmuşken anlatayım.

insanlara psikolog olduğunuzu söylediğinizde size anlatacakları şeylerin sınırı yok. sizi hiç tanımıyor olmaları veya onlara karşı gayet soğuk ve mendebur bir tavır takınıyor olmanızın da hiç mi hiç önemi yok. durmadan, susmadan anlatıyorlar. sırf bu yüzden biri bana mesleğin ne diye sorduğunda nükleer enerji ya da yazılım mühendisi deme kararı almıştım ama henüz bu kararımı uygulamaya koyamadım . her seferinde boş bulunup mal gibi psikolog olduğumu söylüyorum. sonra da bir süre esir alınıyorum. geçen gün başıma çok acayip bir versiyonu geldi bu durumun. direksiyon dersi alıyorum ve direksiyon hocası öyle laf olsun diye sohbet ediyor, ne iş yapıyorsun diye sordu psikoloğum dedim. aa biz de tam psikolog arıyoruz dedi. bi süre sustu. ama ben anladım başıma gelecekleri de bi umut belki adam anlatmaz dedim. öylesine etti belki de o lafı dedim ama o laf hiçbir zaman öylesine edilmez. adamla 3 saat bir arabanın içinde tıkılı kalmışım ve psikologum diyorum, daha fatal bir hata olamaz herhalde. neyse baktım zaman geçiyor hala girmedi konuya, bi sevinçliyim içten içe. meğersem yoğun trafikten çıkmayı bekliyormuş, -neyse en azından can güvenliğimizi düşündü o bile takdire şayan bir çaba.- sonra boş alanda direksiyon çalışırken bana, -hiç tanımadığı bir insan olan bana- karısıyla problemlerini, çocuklarıyla yeni karısı arasındaki anlaşmazlıkları, karısının ona yeterli ilgi göstermediğini ve hatta telefondaki kavgalarını bile anlattı. bu konuşma boyunca adama neredeyse hiç tepki vermemiş ve gayet ilgilenmez görünmüş olmam hiçbir işe yaramadı. haa evet aslında bi aile terapisti görseniz iyi olabilir, ben bir şey diyemem dedikçe daha çok anlattı. o mu seans yaptı ben mi yaptım belli değil. hem araba kullanıyorum hem saatlerce adamı dinliyorum hem de üzerine para veriyorum. lan?? olur mu böyle iş .oluyor işte. bu zaman kadar dinlediğim yavan hikayelerin haddi hesabı yok. kuaförde kocalarını anlatanlar, çocuklarından dert yananlar. sence ben nasılım, vücut dilimi yorumlasana diyenler. bende ne hastalık var hadi bulsana diyenler... yoruldum arkadaşım. bana ne, zerre kadar ilgilenmiyorum. hiçbir psikologun da bu hikayelerle ilgileneceğini zannetmiyorum. para almadığım sürece hiç tanımadığım insanların derdini dinleyerek ömür mü geçer. bir de cevap vermediğinde sinirlenip ne biçim psikologsun falan diyorlar ya ona da acayip hastayım, sanki amme hizmeti yapıyorum anasını satıyım. sokağa bi stand açayım "dert dinlenir, bedava" falan yazayım da herkes rahatlasın ben de rahatlıyım. iş yerinde ayrı dert sokakta ayrı dert. valla nükleer enerji mühendisiyim bundan sonra. kimse nükleer enerji mühendislerine dert anlatmaz. haa ilginç bi meslekmiş diyip geçerler. ben bile bilmiyorum mühendislerin ne yaptığını da teyzeler amcalar hiç bilmez, toptan kurtulurum. gerçi iş yerinde personelden kaçmanın imkanı yok, psikolog hanım bir şey söyleyin. ya ne söyliyim yani. dedikodu yaparken insanlar, ben neden olaya uzman görüşümle dahil olmak zorundayım. dedikodu yapılacaksa ben de yapayım. iki kişi kavga ediyor psikolog hanım orta yol bulsun. hay psikolog hanım kadar ortama taş yağsın da taşlarla oyalanırken millet beni unutsun yani.

9 Haziran 2011

Honey Come Home


Ama bu şarkı çok güzel ve gerçekten bir haftadır içimden söyledğim hatta bazen dayanamayıp dışımdan söylediğim tek şarkı da bu. Bir şarkıyı bu kadar severim de bloguma koymam mı? tabi ki koyarım.

3 Haziran 2011

Tuvalet

bugün bir alışveriş merkezinin tuvaletinde kitap okudum. insanın çok fazla zamanının olmasının güzel yanı, gönlünce her türlü tuvalette kitap okuyabilme özgürlüğüymüş. bir yıllık boş zaman deneyimden öğrendiğim şey kesinlikle bu. tuvaletler zaman geçirmek için güzel mekanlar. hiç öyle suratınızı buruşturmayın sonuçta bu bir gerçek. tuvalet sevilen bir yer. ayrıca kitap okumak için güzel bir sığınak. sığınaklarda kitap okumak zorunda olduğumuzdan da değil ama bazen kalabalıkların içinde kaybolmaktansa bir ortak tuvalette tek başıma olmayı tercih ederim. herkesin sığınağı kendine tabi. bazen evde de tuvalete saklandığımı düşününce bu eylem aslında bana göre baya sıradan. Ama başkalarına göre değil galiba çünkü hep aklıma filmlerde umumi tuvaletlerde uzun süre kalan insanları aramaya birilerinin geldiği ve "hanımefendi iyi misiniz uzun süredir dışarı çıkmadınız bir sorun var mı" diye sordukları geldi orada otururken. yarım saat dışarı çıkmadığım için birilerinin beni aramaya gelmeyeceğini biliyordum ama gelseler ne cevap verirdim onu hiç bilmiyordum. ben sadece burada oturuyorum ve kitap okuyorum. "hıı peki tamam o zaman" demezlerdi çünkü tuvaletlerde uzun süre haber alınamayan insanlar hep uygunsuz şeyler yaparlardı. uyuşturucu kullanırlar veya birileriyle sevişirlerdi mesela. gerçi bunlar yarım saat sürer miydi orası meçhul ama filmlerde hep böyle olurdu. benim hikayem bunların yanında sönük kalırdı. belki de beni aramaya gelen adam büyük hayalkırıklığına uğrardı. yüzünü asar giderdi. sıkıcı-sıradan alışveriş merkezi mesaisi sırasında ilginç bir olaya tanık olma ihtimaliyle bir heyecan tuvalete gelir, değişik bir şeyler göreceğini ve sonunda akşam arkadaşlarına anlatacak güzel bir hikayesi olacağını düşünürdü. sonra beni görünce belki gerçekten "hıı peki tamam o zaman" derdi.

sonuçta bunların hiçbiri olmadı. kitabımı çantama koydum elimi yıkadım ve çıktım. tuvaletlerden hep el yıkanarak çıkılırdı çünkü. çünkü orası insanların asla uzun süre kalmak istemedikleri ve oraya ait her şeyi yıkayarak kurutarak kendilerinden uzaklaştırmak istedikleri bir yerdi. ya da sadece hijyenik nedenlerle yapıyorlardı bilemiyorum. bazen bir puro sadece bir puro. de mi freud bile öyle diyorsa. ama illa ki başka bir yönden bakacaksam tuvaletler bazen birilerinin sığınağı bazen ağlama alanı bazen de kitap okunan bir yer olabilirdi. bazen bi tuvalet sadece tuvalet değil yani.

26 Mayıs 2011

Çaresiz Şarkılar, Geceler, Bon Iver ve Şeftali

en "çaresiz" şarkı sözü yarışması yapılsaydı "aşık gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni" ve if i could be who you wanted all the time" birinciliği paylaşırdı. çok net.

bazen 3-4 bira üzerine de 2-3 votka içiyorsun da hiçbir şey olmuyor bazen de 2 birayla dünya dönmeye başlıyor ya. neye göre karar veriliyor, bunun arkasındaki mekanizma nedir çok merak ediyorum. böyle dengesiz canlılar olmayı ne zaman bırakacağız? en çok tanıdığımızı düşündüğümüz kendimizin bile vereceği fiziksel tepkiler karşısında bu kadar az söz sahibi olmamız ne saçma bir durumdur. anlamıyorum.

anlamadığım daha neler neler var ama şimdi hepsini burada madde madde yazarsam kimsenin okumayacağı bir şey yazmış olurum.

geceleri sokakta olmayı çok seviyorum. kalabalık azalıyor ve caddeler gündüzden çok daha güvenli hissettiriyor herkesin düşündüğünün aksine. saat 11den sonra her şey gözüme daha da güzel görünüyor. çoğu zaman belki alkoldendir bilemiyorum. ama son 2-3 yılımı hep geceleri dışarıda olacak şekilde geçirdiğim için çok memnunum. çünkü sabahlardan nefret ediyorum gündüzlerden de bi bok anlamıyorum ama geceler en güzel zamanlar. eskiden yazlıkta hep dışarıda sabahlardık . güneşin doğuşunu görene kadar içeri girmezdik. önce dolaşıp dururduk sonra da iskelenin kenarına gider taşların üzerine yatardık. ama uyumazdık. en güzel saatleri uyuyarak geçiremezdik. gece 3 te karpuz keser yerdik ve saatlerce konuşurduk. neler konuştuğumuzu hiç hatırlamıyorum ama gecelerce hiç sıkılmadığımıza göre baya güzel şeyler konuşuyormuşuz. o günleri acayip özledim ama onların yerine başka güzel geceler koyduk. sonuçta bazı şeyler sadece belli dönemlerde yaşanıp bittiği için iyi gelir insana. bitmese çok sıkılırdık belki. şimdilerde geceleri kızılay'da ya da tunalı'da yürümek ve yine saatlerce konuşmak yapmayı en sevdiğimiz şeyler. bazı şeyler de değişmiyor belli ki. gidip sabahalara kadar dans edecek halimiz yok, o insanlardan olamadık ne yaparsak yapalım da olamıyoruz. böylesi iyi işte.

bon iver'ın yeni şarkısına acayip aşık oldum. albüm kim bilir ne mükemmel olacak. en azından heyecanlanacağım bir şeyler var şu yaz mevsimiyle ilgili. bon iver albümü ve şeftali. ya onlar da olmasaydı nasıl geçecekti bu dandik mevsim hiç bilemiyorum. sahi yaz denen şey niye bu kadar dandik ki. bence temmuz özellikle de ağustos olmasa da hiçbir şey kaybetmeyiz. haziranı yaşayıp hemen eylüle geçmek istiyorum mümkünse.

şeftali üzerine de şiirler şarkılar yazabilirim. şeftali kokusunu o kadar seviyorum ki bazen yediğim şeftalileri boynuma süresim öyle parfüm gibi kullanasım geliyor. şeftalileri sağıma soluma sürmeyeyim diye gidip şeftali kokulu parfümler alıyorum ama valla da billa da kesmiyor yani. büyük aşk yaşıyoruz şeftaliyle.

22 Mayıs 2011

Görünmez

bazı anlar görünmezliğimden yorulduğum oluyor, doğrudur. fark edilmeyen silik bir insan olmak hayattaki en basit insani ilişkilerde bile sizin yok sayılmanız demek. ama sırf birileri beni fark etsin diye sürekli olmadığım bir heyecan seviyesinde veya içinde kendini iyi hissetmediğim bir uydurulmuş hal- tavır elbisesiyle yaşamam mümkün değil. ben buyum değişmem arkadaşım sabit fikirliliği de değil bu anlattığım. bazen sesim soluğum çıkmaz bazen yürürken iyice küçülürüm, zaten oturduğumda neredeyse içime kaçacakmışım gibidir vücut dilim ve sanırım gerçekten küçülerek yok olmayı istediğim bazı günler ve haftalar da var. ama bu aklımın da sessiz içimin fırtınasız olduğu anlamına gelmez veya çok konuşan, çok gülen sürekli hareket halinde olan bir insandan daha az fark edilmeye değer olduğum anlamına da. herkes tarafından fark edilmek gibi bir isteğim de yok gerçekten ama en azından 5 dakika boyunca dibinde durduğum bir insanın "seni görmedim ben burada mıydın" demesi veya yanından yürüyerek geçtiğim insanların beni görmediği için birden dönüp bana kafa veya tokat atması gibi olayları yaşamak istemediğim için artık isyanım. yani o derece mi yokum ki ancak fiziksel bir temasta bulunduğumda var olabiliyorum. veya sürekli ses mi çıkartmam lazım boynuma çanlı tasma mı takayım yani ne bileyim. belki de ben çok abartıyorum ama öyle çok yaşadım bu olayları ve bazılarına komik gelecek hikayeleri, iyice absürd bir kafada yaşıyormuşum gibi geliyor bana. çok daha sembolik bi yerden baktığım için belki de. ufak tefek olaylar bende çok daha büyük bir yanlışın yansıması olabiliyor. bazen bu huyumdan nefret ediyorum.

nereden aklıma geldi şimdi tüm bunlar ondan da emin değilim. galiba kendimi gözünde var etmek için çok uğraştığım ama bir türlü başaramadığım bir insan vardı aklımda bunları yazarken. ama o bambaşka bir olay yukarıda yazılanlardan, ilginçtir ki. -çağrışımları durdurmak da mümkün değil işte, keşke olsaydı.- bir "kill yourself for recognition" durumuydu o . gerçekten beni görsün istiyordum hala da istiyorum galiba ama görmüyor. boynuma çanlı tasma da taktım, her daim ben buradayım diye gözüne parmağımı da soktum ama sonuç olarak yenildim ve dün gece oturduğum yerde bu sefer kendime bile görünmez geldim, sanki hiçbir anlamım yoktu. bir koltukta oturuyordum ama ben bile orada olduğumdan emin değildim. ilk defa kendime tokat atmak istedim sırf yaşayıp yaşamadığımdan emin olmak için. evet biliyordum ki yaşıyordum, sadece onun için değil. iki insan arasındaki mesafenin sonsuz olduğu o durumlardan biriydi işte, ne çok var onlardan. gözümü kapadım bir resim canlandı hemen kafamda; tekli koltukta oturan bir kız, denizin ortasındaki bir dubanın üzerine bırakmışlar onu koltuğuyla beraber, hava kararmış ve sağa sola bakınıyor koltuğuna yapışmış bir şekilde. rüzgar sesinden başka da bir şey yok. bu resim beni biraz güldürdü yalan değil, üzgün şeylere gülümsemeyi bir savunma mekanizması haline getirdim bir süredir. belki üzgün şeylerde mükemmel güzellikler gördüğüm tezini pekiştirmek için kullandığım bir yöntemdir bilemiyorum. sonuçta gülümsedim, ayağa kalktım ve su içtim. yaşamayan şeyler su içmezdi, ben içtim. o gitti. uyudum. sabah uyandım hastaydım. bence insanın yaşadığını kendine ispat edebilmesi için hasta olması en geçerli yoldur. hastaysan yaşıyorsun çünkü fiziksel olarak acı çekiyorsun, bu derece düz bir mantık. benim anlamadığımsa fiziksel olarak hasta olduğum zamanlar ruhumun da hasta olması. öyle hissettiriyor. bir şekilde burnumun akmasına paralel gözlerim de dolabiliyor nedensiz yere. midemi üşütmem sanki duygudurumu düzenleyen yerimi de üşütmeme neden olmuş gibi. çok ilginç. başka türlü modern family'de ağlamamı da açıklayamıyorum çünkü. niye ağlıyorsun diye sorsalar grip oldum diyebilirim sadece. kim inanır bilmem, ben bile zor inanıyorum.

denizin ortasındaki koltukta otururken, rüzgar bittiğinde bu şarkı çalmaya başlıyor nedendir bilinmez, hayallere söz geçirmek ne mümkün ama bu şarkı çok kötü. çok fena kötü.

How My Heart Behaves? by Miss Loveletter