29 Eylül 2017

Ankara ve Nostalji

nostalji. bu tek kelime beni bir süredir çok meşgul ediyor. ankara'yı düşünüyorum. ankara'da geçirdiğim kışları ve sonbaharları. ankara'nın romantize edilecek bir tarafı olmadığının farkındayım. güzel bir şehir değil ama geçmişimi ankara'dan bağımsız düşünemiyorum ve bu durum ankara'yı istesem de istemesem de kişisel tarihçemin ortasına koyuyor. ondan bağımsız bir çocukluk ve gençlik yok benim dünyamda. ankara kadar bana tanıdıklık hissi veren, huzurla, acıyla, ölümle, mutlulukla ve depresyonla eşleşen başka hiçbir yer de yok.

mevsimlerin olmadığı bir şehirde yaşıyorum şu an. her daim yaz, hava hep sıcak ama son iki gündür yağmur yağıyor ve güneş yüzünü niyeyse hiç göstermedi. böyle havalarda nostaljinin ağırlığıyla baş etmek iyice zor. sonbaharları heyecanla beklerdim her yil ankara'da. ankara'ya karanlığın, yağmurun ve soğuğun yakıştığını söyledim hep. bitmeyen öğleden sonrası yağmurları, evde tek başıma içtiğim kahveler ve camdan baktığımda gördüğüm hep aynı manzara. yıllar ve yıllar boyu hiç değişmeyen manzara. 20 yıl aynı pencereden aynı dışarıya bakan ben. bu yazdığım cümlelerin hiçbirinde herhangi bir olağanüstülük yok. ama ben kendimi bu sıcak memlekette soğuğa ve yağmura özlem duyarken buluyorum. ama daha çok ankara'daki yağmura ve karanlığa özlem aslında duyduğum. ankara'nın her sonbaharda hissettirdiği yeni bir yıla başlama heyecanı... burada o heyecanı hissedemiyorum. mevsimsiz ve dönemsiz bir hayat yaşıyorum. şikayet ettiğimi düşünmeyin, güneş çok güzel ve ben ankara'da olduğumdan daha mutluyum, -genel olarak.- ama insan mutsuz anları da özleyemez mi ya da sonbaharın hissettirdiği mutluluk veren o garip hüznü özleyemez mi insan? işte nostaljinin saçma tarafı bu; yaşarken aslında tiksindiğim şeyleri özletiyor bana. nostaljinin gölgesi düşünce anıların üzerine gerçekte olduklarından daha başka hatırlanıyorlar, romantize edilip bambaşka şekillere bürünüyorlar. olduklarından daha beyaz, daha aydınlık oluveriyor o anılar. şimdiki zamansa bir anda kararıyor, mideme anlam veremediğim bir ağırlık çöküyor.

12 Eylül 2017

Ağaçlar

her şey iyi giderken, hayat güzel güzel devam ediyorken bir gün durduk yerde normalden uzun bir yürüyüşe çıkmaya karar verdim. aslında bilinçli bir karar alma durumu falan yoktu, sadece yürümeye devam ettim. bu yolun sonu nereye varıyor görmek istedim. ağaçları izledim, yol boyu her yer ağaçlarla doluydu, sağımda, solumda, önümde ve arkamda her yer güzelim ağaçlarla doluydu. bu yolun sonu nereye çıkacak diye merak ederken birden kendimi yola değil de ağaçların dallarına, gövdelerine bakarken buldum. son zamanlarda zaten artan bir şekilde ağaçlara ilgi duyuyordum. hep gözüme takılıyorlardı. önceden yollar boyu yürüsem de fark etmiyordum ağaçları. ama günden güne arttı ağaç farkındalığım. o günkü uzun yürüyüş de ağaç sevdamın geldiği son noktaydı. yürüdüm sonsuz dallar, yapraklar arasında. her birinin şekli başkaydı, her ağaç bir sürü değişik ayrıntıdan oluşuyordu. içimde dev bir yalnızlık hissettim. dünya çok büyüktü, tüm ağaçlar bambaşkaydı ve baktığım her yerde bir sürü güzellik vardı. sonra aklıma öleceğim geldi. öleceğiz dedim ağaçlara bakarken. ağaçlar benden uzun yaşayacaklardı ama onlar da ölecekti. binlerce yaprak, o güzelim dallar, kocaman asırlık gövdeler... hepsi toprak olacaktı. gözlerim doldu, bunca güzellik ve bunca ölüm çok fazlaydı. bu yolun sonu nereye varacaktı bilmiyordum ama öleceğim kesindi. hayat güzel güzel devam ediyordu ve ben ağaçlara bakıp yürümeye devam ettim. yolun sonunu bulamadım ama ağaçlar iyiydi, ağaçlar güzeldi.

19 Temmuz 2017

Romantik

bizi hep bu romantik fikirler mahvetti. gençliğin masumluğu ve romantizmi yüceltme merakı kim bilir kaç kişinin içinde ne büyük ateşler yaktı, ne büyük hayal kırıklıklarıyla donattı o güzel kalplerini.
bazı gençlik düşüncelerime rastladım bu blogta geçmişe giderek ve içinde bulunduğum romantik akıl hastalığı hali beni cidden güldürdü. sanıyorum ki hayatımda annemi ve birçok yetişkini anladığım o kutlu ana sonunda ulaştım. bazı anları, mekanları ve insanları ölesiye romantize etme istegimin beni büyük ölçüde terk ettiğini fark ettim. ve bence bu gerçekten iyi bir şey.

11 Mayıs 2017

Beacon Hill

bugün uzun zaman sonra bir şarkıyı dinlerken ağladım.  eskisi gibi müzik dinleyemiyorum, müzik de hayatımda keyif aldığım her şey gibi yavaş yavaş beni terk etti, daha doğrusu ben müziği terk ettim. istediğimden veya öyle olması için uğraştığımdan değil, depresyon bana yaşama sevinci veren ne varsa içimden söküp attığı için.  her şeye karşı bir umursamazlık hissediyorum uzun zamandır, umursamaya çalıştığımda ise her şey fazla geliyor,  hiçbir şeyle baş edemiyorum. kitap okumak ciddi bir uğraş, müzik dinlemek yorucu, çamaşırları katlamak ölüm gibi bir şey. beynimin tek kaldırabildiği boş boş televizyon izlemek. onu bile bazen tam yapamıyorum.
bazı günler diğerlerinden daha iyi, bazen mesela içimden geliyor birkaç şarkı dinliyorum sonra daha fazla dinleyemediğim için kapatıyorum. ama bugün müzik dinlerken gerçekten bir şeyler hissetim, sanki benden bağımsız içimde bir şeyler hareket etti. Beacon Hill çalmaya başlayınca gözlerimden yaşlar döküldü istemsizce sonra uzun uzun ağladım.
Boston'a taşınmadan yıllar önce keşfedip çok sevdiğim bir şarkı Beacon Hill, Boston'a taşınınca Beacon Hill'in burada bir semt adı olduğunu öğrendim. O zaman şarkıyı farklı şekilde düşünmeye başladım. Damien Jurado'yu Beacon Hill'de yürürken hayal ettim. Şarkının melodisi sokakların güzelliğiyle Beacon Hill'in yokuşlarının dikliğiyle birleşti aklımda. Müthiş güzel bir şarkı, öyle güzel ki uzunca bir süredir hissedemediğim insani bir şeyler hissettirdi bana. müziği neden çok sevdiğimi hatırlattı. neden bunca zamandır bir kere bile açıp dinlemediğimi bilmiyorum. ama bu akşam  durduk yere karşıma çıktığı için kendimi şanslı hissediyorum. bir şarkının, bir filmin, bir kitabın bana bir şeyler hissetirebilmesinin ne büyük bir nimet olduğunu, hissetme yeteneğimi büyük ölçüde kaybedince anladım.

yeniden hissedebileceğim günler yakındır umarım çünkü bu sefer depresyon saklandığı yerden tüm gücüyle çıkıp kontrolü ele geçirmiş gibi geliyor. kafamı suyun üstünde tutmaya çalışıyorum. yeniden müziğe sığınmak istiyorum.

6 Ocak 2017

Köşe

yıllar önce kendimi çok kötü hissettiğim bir gün, üzerine hiç düşünmeyerek kardeşimin odasına gitmiş, o, bilgisayarda oyun oynarken yatağının köşesine yatmıştım. tek bir söz söylemeden yatağın köşesinde iyice ufalmış, kendime sarılmış öylece uzanmıştım. o ve ben aynı odada farklı köşelerde sadece var olmaya devam etmistik, daha fazlasına da ihtiyacım yoktu. sanırım hayatımda en huzurlu hissettiğim anlardan biriydi. hala mutsuzdum ama korkmuyordum, sanki üzerimden bir yük kalkmıştı, sanki yeniden nefes almaya başlamıştım.

3 Kasım 2016

Perfect Day



Bunu gördünüz mü? Görmediyseniz lütfen görün. Son zamanlarda dinlediğim en müthiş cover. Zaten Matt ne söylese güzel söyler, Andrew Bird de naif, güzel bi adam. İkisi bir araya gelince videodan bu tarafa doğru bir mutluluk yayılıyor sanki.

Geçen haftalarda bir pazar günü sonrası eve geldiğimde aklımda bu şarkı vardı, bazı günler ne güzel geçiyor ve o günler ne kadar da az diye düşünüyordum. 'İt's such a perfect day' diye bana şarkılar söyletebilecek günler oldukça nadir bu sıralar ama o pazar günü, tüm sıradanlığına rağmen eve döndüğümde bana değişik bir huzur hissettirdi; aynı bu şarkıyı dinlerken hissettiğime benzer bir ferahlık... Mükemmel bir gündü ve bitti. Birkaç gün sonra bu covera denk geldim. Böyle şeyler üst üste gelince de bi mutlu oluyorum. Sanki evren bana bir şeyler demeye çalışıyormuş gibi geliyor.Tabii ki evrenin beni umursadığı yok ama kısa süreliğine de olsa bu tarz düşüncelere odaklanmak mutlu ediyor. Güzel tesadüfleri seviyorum.

31 Ekim 2016

Yalnızlık Üzerine



İzole ve yalnız hissetmek üzerine güzel şeyler söylüyor Alain de Botton.


"Enduring loneliness is almost invariably better than suffering the compromises of false community"

8 Ağustos 2016

Varoluşun Bitmeyen Dertleri

hayatımın bir döneminde aklımdan geçen her şeyi paylaşmak istediğim anlar çok fazlaydı. yazmak istiyordum, kendimi anlatmak istiyordum. durdurulamaz bir ifade etme isteğiyle boğuşuyordum. o yüzden blog yazmaya başladım sonra facebook çıktı ona sardım sonra da tabii twitterla kaynaştık ve aklımda ne varsa söylemek daha da kolaylaştı. ama uzun süredir o anlatmayı, hikayeleri ve anıları çok seven yanımla bağlantı kuramıyorum. bugün sonunda metroyla eve gelirken artık ne kadar da paylaşmak istemediğimi kendime itiraf ettim. anlatsam ne olacak, kime yararı var, boş işler bunlar, içimden gelmiyor vs... söyleyecek bir şeyim de yok sanki veya söyleyecek şeylerim olsa bile istediğim iletişim kurma şekli bu değil. belki yaş geçtikçe insan başka türlü bir iletişimin hayalini kurmaya başlıyor veya daha kötüsü artık herhangi bir iletişimin yararı olabileceğine inanmıyor. yaşa bok attığıma da bakmayın belki de bu durum sadece içinde bulunduğum ruh haliyle ilgili. böyle zamanlarda kendimden başka her şeye saldırasım ve davranışlarımı rasyonelize edesim geliyor, kendimi tutamıyorum. ama acaba  şöyle bi durup kendime baksam iletişim kurmama isteğimin nedenini aşırı yalnızlığıma ve artık bu yalnızlığa inanılmaz derecede alışmış olmama bağlayabilir miyim? mantıksız değil.

üniversite 2'deyken hayatımın en çılgın varoluşsal krizlerini yaşıyordum. o sıralar varoluşçuları okumaya da merak saldım. genelde varoluşsal psikolojiyle içli dışlıydım. Sartre'in da kitaplarını aldım. varoluşçuluğu kendisinden de okumak, iyice aydınlanmak istiyordum. ne yazık ki o yılın devamında ruh halim herhangi bir şey okumaya elverişsiz hale geldi. varoluşsal krizlerim ciddi hastalıklara falan dönüştü. kendime, dünyaya her şeye yabancılaştım. o dönemde Kafka'yı da daha iyi anlamaya başladım ama Sartre'ı bir türlü okuyamadım. sonra işte yıllar geçti okunacak hep başka kitaplar vardı, Sartre'ı unuttum. belki hayatımın o döneminde almış olduğum için o kitapları unutmak işime geldi.

Amerika'ya gelirken kitaplarımın büyük kısmını evde bıraktım. yanıma da 10 tane falan kitap anca alabildim. aldıklarım arasında iki tane Sartre var. Bulantı ve Duvar. Boston'a taşındıktan sonra yeni evimde okuduğum ilk kitap Bulantı oldu. 20 yaşımdayken alıp yıllarca beklettiğim kitap 'yıllardan ve yollardan sonra' elimdeydi. bilemiyorum neden kendime bu zamanı uygun görmüştüm,. belki 28 yaşımda, dünyanın öbür ucunda 20 yaşımdakinden daha olgunca varoluşsal krizlerin beni beklediğini seziyordum. her neyse kitabı okudum ve pek sevmedim, bilmiyorum çok başka bir şeyler bekliyordum sanırım. belki geçen yıllarda varoluşçuluk üzerine hiçbir şey okumamış olsam ve Bulantı okuduğum ilk varoluşçu eser olsa daha çok etkilenebilirdim. tabii ki inanılmaz zekice şeyler söylüyor Sartre ama söyleme şekliyle pek anlaşamdım sanıyorum ki. neyse iste, bu kadar uzunca kitaptan bahsetme sebebim de kitabın başlarında karakterin bi 5 sayfa falan yalnızlıktan bahsettiği kısım. o 5 sayfa belki de benim için kitabı kurtaran şeydi. uzunca yalnizligi anlatıyor.  o bölümü okurken uzun zamandır hissettiğim ama adını koyamadığım şeyi anlamama yardımcı oldu Bulantı. karakter uzun süredir yalnızdı ve yalnızlık arttıkça bir bataklıktaymış gibi daha çok derine gömülüyordu ama bi yerden sonra bu durum hoşuna gitmeye ve sonrasında da uyuşuk hissetmeye başlıyordu. yalnızlık sürdükçe yalnızlıktan kurtulmak da imkansız hale geliyordu çünkü artık yalnızlığı seviyordu ve yalnız olmamayı denemek için çok yalnızdı. yalnızlık bir kısır döngüye dönüşüyor, insan yalnızlaştıkça daha çok yalnızlık istiyordu. bir insana dert anlatmak, dert anlatmayı da geç ayaküstü ufak tefek muhabbet etmek bile büyük bir yüke dönüşüyordu. o zorunlu iletişim anlarında tek istediği yalnızlığına geri dönmekti.

sanırım ben de uzunca bir süredir aynen böyle hissediyorum. insanlarla hiç konuşmuyor değilim, gerektiğinde muhabbet ediyorum, bir şeyler anlatıyorum, soru sorarlarsa cevaplıyorum, hatta kendimi zorlayıp insanları dışarı çıkmaya falan bile çağırıyorum, ama bi süre sonra tekrar yalnızlığıma dönmek istiyorum. tek başıma dolaşmak, tek başıma yemek yemek istiyorum. susmak istiyorum. o kadar uzun süredir o kadar çok şeyi yalnız yapıyorum  ki başka türlü yapmak isteğimi neredeyse tamamen kaybettim. buraya yazmak da istemedim, twittera bakmak da istemedim. geri kalan her türlü sosyal medya sitelerine de eskiden kalma alışkanlıkla arada sırada bakıyorum ama çoğu zaman aklıma bile gelmiyor. başka insanların ne yaptığı beni mesela gerçekten hiç ilgilendirmiyor. herkes bir şeyler yazıyor, söylüyor; artık takip de edemiyorum. merak da etmiyorum. benim söyleyeceklerimin bir manası olmadığı gibi onların söyledikleri de hiçbir şey ifade etmiyor.

genel olarak dünyanın haline Türkiye'nin haline, umutsuz geleceğimize falan cidden üzülüyorum ama bunları kimseye anlatmak istemiyorum. belki gerçekten son zamanlarda olan her şey beni düşündüğümden daha fazla etkiledi. belki hepsi derin bir umutsuzluk ve çaresizlik yüzünden. belki de sadece fiziksel uzaklığın verdiği bir yabancılaşma yaşadığım için. Amerika'da yaşamakla ilgili hiçbir sorunum yok ancak burada Almanya'da hissettiğimden başka bir yabancılık hissediyorum.  anlatması zor, sanki insan kendisiyle, bildiği, tanıdığı her şey arasına bir okyanus koyunca (the national-england'a buradan sevgiler)  uzaklık hissi bin kat artıyor. Amerika'nın genel büyüklüğü de kendimi burada çok küçük hissetmeme sebep oluyor. anlatması zor, hiç görmediğim derecede büyük bir ülke. her yer her yere uzak. herkes birbirinden uzak. uzun ve hiç bitmeyen yollar var burada. tanıdığım, bildiğim her şeyden çok çok uzak hissediyorum ve bu uzaklık beni daha da yalnızlaştırıyor. burada insanlar bana Türkiye'yi soruyorlar mesela, hiçbir şey söylemek istemiyorum. kimseye ülkede insanların yaşadığı korkunç mutsuzluğu ve umutsuzluğu anlatmam mümkün değil, burdaki insanların anlaması ise hiç mümkün değil. konuşmak istemiyorum, bi anlamı yok. değişen bir şey yok.

neyse işte, bugün buraya bir şeyler yazmak istediğime göre belki benim için hala umut vardır, bilemiyorum. belki hala içimde az da olsa anlatma isteği kalmıştır. eski benle yeniden bağlantı kurabilirim belki de. ama bi yandan da biliyorum ki eskiden olduğum insandan çok uzağım. 20 yaşımdaki halimi zar zor hatırlıyorum. bambaşka bi insanım. yaşadığım değişimin boyutu beni biraz korkutuyor. geçmişimle bağ kuramamak beni korkutuyor. sanki yaşadığım her gün geçmişime dair bir şey ölüyor.

24 Mayıs 2016

I like the way this is going



ne zamandır burada çok sevdiğim şarkıları paylaşmıyorum. halbuki müzik paylaşmak bir ara en sevdiğim şeydi. sanırım son zamanlarda şarkıları hep kendime saklıyorum, ben zaten son zamanlarda çok izole bir hayat yaşıyorum; herhalde biraz da ondan. ama sanırım artık izole hayatımdan hoşlanmadığım noktaya geldim ve bu noktaya gelişimi de bu sıralar en sevdiğim şarkıyı paylaşarak kutlayayım dedim. bence siz de seversiniz. böyle aranızda yeni aşık olan,  mıçmıç duygular içinde boğulan birileri varsa eğer, bu şarkı tam sizlik. tabii benim gibi bu şarkıyı dinlerken sevdicek falan düşünmeyip sadece şarkının mutlu mesut haline odaklanıp mutlu olacak da çok insan vardır. ne bileyim içinizden en azından bir kişiyi bile bu şarkıyla mutlu etsem kardır.

20 Ocak 2016

Hesap

Ocak 2016
tam 7 yıl önce yazdığım aşağıdaki yazıyı 7 yıl sonra ilk defa taslaklarda bulup okudum bugün. o sıralarda ne kadar kötü hissettiğimi bir kez daha hatırlayıp, aslında o zamandan bu zamana ne çok yol kat ettiğimi fark ettim. geleceğim, o günlerde düşündüğüm kadar mutsuz ve umutsuz olmadı. kendimi şaşırtacak derecede güzel şeyler yaşadım hatta. klinik depresyon ve anksiyetenin elinden kendimi bir şekilde kurtardım. (ilaçlar ve terapinin katkısı büyük)  bir günde olmadı tabii tüm bunlar, belki gerçekten yıllar sürdü ve yeniden hasta olabileceğimin de farkındayım; depresyon ve anksiyetenin belki de ölene kadar bir parçam olacağını biliyorum. kafamın içinde bir yerlerde bir saatli bomba gibi duruyor hastalık ihtimali ama ilk seferden sonra sanki o bombayı patlamadan imha etmek daha kolay. ara sıra yokladılar geçen yıllarda ama hiçbirinde ilk seferki gibi mahvolmadım.

hayatımda yepyeni bir yola girerken ve çok büyük değişikliklerin eşiğindeyken bu yazıyı blogumda yayınlamak ve kendime aslında ne kadar güçlü olduğumu hatırlatmak istiyorum. yaşamdaki streslerle ve sıkıntılarla baş etmek zorlaştığında hayatımın en karanlık günlerinden bu günlere gelebildiğimi ve bazı anlar karamsar olsam bile o an hayal dahi edemediğim güzel şeylerin beni gelecekte beklediğini biliyorum. hayat zor ve karmaşık ama insan mutlu olmayı hak ettiğine inandığında güzel şeyler oluyor sanki. ben geçen yıllarda kendimi iyi etmeye çalıştım ve kendimi değersizleştirmekten vazgeçtim. hala bazı şeyler benim için çok zor ve karamsarlığın o tanıdık kollarında buluyorum kendimi ara sıra ama yerimde saymadığım, risk aldığım ve mutlu olmak için kendime şans tanıdığım için kendimle gurur duyuyorum.

Haziran 2009
Bir şeyler bittikten sonra geriye dönüp ne olmuş, ne bitmiş diye muhasebe yapmak hiç adetim değildir ama geçen 4-5 ay hayatımın en zor-kötü dönemi olduğu için birazcık eskiyi deşeleyip kendime olan borcumu ödemem lazım. O kadar yoruldum, kırıldım, dağıldım, parçalandım ki yaşadığım hiçbir zaman dilimi bu kadar ağır gelmemişti bana. Bunca zaman acıyıp dururken anlatamadığım çok şey oldu, kendime bile söylemedim çoğu şeyi ama artık ne varsa söylemek istiyorum ve bunları anlatabileceğim bloğumdan (kendimden) başka kimse olmadığı için yazmak en iyi yol. Ben kendi kendime konuşurken bu satırları okuyanlar uzaktan beni duyuyormuş ama konuşmaya müdahale edemiyorlarmış gibi olacak biliyorum ama bazen söylenecek ne varsa tanımamdığım, beni tanımayan bilmeyen, yorum yapmayan, yargılamayan, yargılasa da benim bilemeyeceğim insanlarla paylaşmaktan daha rahatlatıcı bir şey olamaz, ben düşüncelerimi boşluğa gönderiyorum, benim boşluğuma rast gelenlere de selam ediyorum.

Eternal Sunshine'dan öğrendiğim bir şey varsa o da acı veren şeyleri silmenin, hiç yaşamamış saymanın bir yararı olmadığıdır. Çok zaman keşke bunlar hiç olmasaydı, keşke hiçbir şey yaşamasaydım, keşke şu insanları tanımasaydım gibi laflar ettim, ama bir yanım hep bildi ki olan olduktan sonra onu tamamen silsek bile bunun bana bi yararı olmayacaktı zaten olanları yanımızda taşımaktı bizi büyüten. Yaralandıktan sonra kalan izleri görebilmek neden kötü bir şey olsundu, asla zararı olmazdı. Benim bilmediğim şey yaralanmalara karşı bağışıklığın nasıl kazanılacağı idi. Yani bu dünyada herkes şu veya bu şekilde incinir ama sadece buna bağışıklığı olmayan insanlar parçalanır. Ben de ne yazık ki bazı şeyleri parçalanarak öğrenmek zorunda kalanlardan oldum. Yaşadıklarımı sonsuza kadar silip zihnim bembeyaz olsun isterken aslında bi tarafım onları zihnimin en karanlık taraflarında saklamak istiyordu, biliyorum şimdi daha iyi görüyorum. Kalbim kırıldı, dengemi kaybettim, ölecekmişim gibi hissettim ama bunları yaşamak için doğru zaman belki de buydu. İzlediğim, dinlediğim, okuduğum hikayelerdeki kahramanların hayat üzerine söylediklerini deneyimleyip, onların davranışlarındaki manayı tam olarak anladığım kısa anlar yaşadım. Hiçbir zaman bir Nora Ephron filminde yaşayamacağımı biliyorum şimdi, hiçbir zaman iyimser ve inanan biri de olmayacağım, belki eskiden birazcık hayalci tarafım vardı o da beni kesinlikle ve geri dönmemek üzere terk etti ancak söylediğim gibi bunlar kötü şeyler değil. Kalpler kırılabilir, insanlar öfkelenir ve arada bir her şey durmuş gibi gelebilir, artık bu düşüncelerle çok daha barışığım ve gerçekçi yanımı da sevmeye başladım. Kendimden başka kimseyi de suçlamıyorum, sorumluluk almanın önemini ve dünyaya kafa tutmanın beyhude bir çaba olduğunu kavradım. Her zaman suçlanacak birileri, bir şeyler vardır ama bunu yaptığım sürece asla tam olarak iyileşemediğimi gördüğüm -ki bunu görmem çok uzun zamanımı aldı- için sakinleştim. Hayatımda ilk defa öfkenin ne kadar güçlü bir duygu olduğunu deneyimledim, öfke insanı mahvedebilir ve bu öfkeyi öfkenin nesnesine yöneltme fırsatı yoksa ve aslında o nesne gerçekten suçlu bile değilse öfke öyle bir içe dönüyor ki bu sefer insanı içten içe yok ediyor Burada da Ted Mosby ile özdeşim kurdum öfkeyi bastırmak veya dışarı atmak hiçbir şeyi çözmez, öfkenin gitmesine izin vermek gerekiyormuş gerçekten de sadece birgün uyanıp içimdeki öfkenin mantıksızlığını anladım ve sadece bana zarar verdiğini fark ettim. (Dizlerden ve filmlerden acayip çok şey öğrenmişim ben, aferin bana valla)

Tek sorun kalbimin kırılması değildi, tek başına o olsaydı çok daha kolay atlatırdım belki, bir şey kötü gitmeye başlayınca diğer her şey de onunla beraber kötü gitmeye başlıyor benim hayatımda, önüne geçilemeyen olaylar dizisi de böyle başladı. Biri bitmedi ama yenisi geldi hep. Şimdi düşünüyorum da ortaya tek bir sorunu koyup hayatımı birbirine bağlayan her şeyi o sorunun ekseni etrafında döndürdüğüm için böyle oldu belki, yine de emin değilm belki sadece tesadüftü, evrenin raslantısallığı ve kocaman kaosu hep benim aleyhimde işlerdi bi şekilde zaten. Ben aşırı kırılgan ve hassas olduğumdan en ufak şeyleri kocaman gördüm, biliyorum. Aslında ben birçok konudaki sorunlarımı biliyorum, farkındalık ve içgörü konusunda üstüme yok ama bi şeyin nedenini biliyor oluşum ona çözebileceğim anlamına gelmedi benim hayatımda hiç. Hep bildim, bildim, buldum, araştırdım, içime bakmaktan hiç çekinmedim ama yaptığım sorunlar listesi için çözümler listesi oluşturamadım. Hala da oluşturamam, ama bazen zihnim açıkken daha sağlıklı düşünebildiğim kısa zaman aralıkları oluyor, çözümlere yaklaşıyorum öyle 40 yılda bir. Kötü olaylar yaşayıp çok üzülüp ardından darmadağın olduğum için kendime kızıp, bu hallere niye düştüm diye düşünüp daha çok üzülüp sonra tekrar üzüldüğüme sinirlenmek gibi bir kısır döngü içine girdim. Öyle bir şey ki bu kafamda kara bulutlarla dolaşıyormuşum gibi hissettirdi bana, üstelik o bulutlar bazen boynuma kadar çöküyordu, hem nefes alamıyordum hem ışığı göremiyordum. Hiç bitmeyecek zannettim, aklımı kaybedeceğim ve başıma çok kötü şeyler gelecek zannettim. Öyle çok korktum, öyle çok korktum ki içimde sürekli bir buruk heyecanla dolaştım. Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım, hiç bu kadar batmamıştım. Her zaman güçlü bi yanım kalırdı geriye, bu sefer tek bir tane bile kalmadı her alanda yıkıldım. Kendimi açtığım arkadaşlarımın aslında buna hiç değer olmadığını anladım, ama yine de bu kadar kırılgan bir zamanımda bana destek olmayı istemedikleri için üzüldüm, olmak zorunda değildiler elbet, ben de kolay bi insan değildim yine de bazen kötü hissettirdi. Çok uzun zaman okuduğumu anlayamadığım, yerimde oturamadığım, konuşulanları duymadığım duyduğum kısımları da anlayamadığım, 20 dakikalık dizileri bile izlemek için dikkatimi toplayamadığım zamanlar oldu, bir anda bir sürü kilo verdim, o kadar sağlıksızlaştı ki görüntüm kendimden tiksinmeye başladım, uyuyamadım, çok ağladım nedensiz yere ve gerçekten kendim için tüm umutları tükettim.

Çok kötüydü işte bunca yazının özeti budur, hala da tam olarak düzelmedi ama ben daha iyi hissediyorum şimdilik, okulum bitti, tatil başladı. Önümüzdeki iki hafta en azından deniz ve denizden esen rüzgarlarla meşgul olmak istiyorum. Okunacak 1 milyon tane kitabım, izlenecek zilyon tane filmim ve 10 sezonluk Friendsim var. Hayatta bunlardan daha önemli bir şey de yok aslında, elimdeki zamanı böyle geçirmek şu an için hayatta yapabileceğim en iyi şey, günlerimi saçma sapan düşünceler yerine sex and the city izleyerek, romantik komedilere gülerek geçirmek istiyorum. İnsanlardan mümkün olduğunca uzak kalıp bolca uyumak ve yemek yemek istiyorum. Tatlılar, meyveler, bizim oralarda yazın pek bi lezzetli olan domates yemek istiyorum. Sonra da batırdığım derslerimi toparlamak için yaz okuluna gidip o andan itibaren hem derslerimi, hem hayatımı iyice bi düzene sokmak istiyorum. Yapabilirmişim gibi geliyor, o kadar da zor değil, yeniden başlamak için elimizde hep birazcık ekstra zaman kalıyor, ayrıca bunları yazabiliyor olmak bile bir şey, uzun zaman mal mal bakıp ne okuyabiliyordum ne de düşüncelerimi bir araya toplayıp yazabiliyordum. Şimdi kafamı maksimum düzeyde toplayıp yazdım bunları, dönüp dönüp okudum, bir süre daha sürekli okuyacağım gibi görünüyor. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi kendime de anlatmış oldum sonunda, bazen böyle dışarıdan bakabilmek çok iyiymiş.