19 Haziran 2012

Yaşasak ya!

bir akşamüstü nedensiz yere gelen "yaşasak ya" isteği gibisi var mı? yapılacak bir sürü şey benden habersiz, bir köşede birikmiş ve sonsuza kadar yorulmayacakmışım gibi hissettiğim o kısa anlar. gerçekten kısa ve nadir anlar. bıraksalar dünyanın dönme hızına yetişeceğim neredeyse. kafamın içi öylesine dolu ve planlı ki o kısa anlarda. o birkaç saniyede beni yakalasanız mutluluğun formülünü verebilirim size. ama tam o anlarda yakalayın beni çünkü sonra kendim de unutuyorum her türlü formülü. ya da sadece o anlarda herhangi bir şeyi formüllere indirgeyebileceğime inanıyorum. bazen müzik bazen biraz alkol bazen fazla miktarda kahve öyle hissetmeme vesile oluyor gibi gelse de asıl yaşasak ya anları hiçbir şeyin etkisinde olmadığım sessiz akşamüstleri geliyor bana. yaşamayı istiyorum bilinçli olarak, sanki bunu düşünüyorum birkaç saniyeliğine. hayatımın geri kalanında yaşamak üzerine hiç düşünmemişim ve sanki tam o an anlamışım gibi. diğer zamanlar ne olduğunu bilmediğim bir yükü taşımanın yaşamak olduğunu kabul etmişim gibi. hep taşıdığım için bir parçam olduğunu zannettiğim bir yük yaşamak. ama o yaşasak ya anları, öylesine bir akşam üzeri bir anda kafamın içinde yanan kibrit gibi. güzel kokan ve hemen sönen bir kibrit.

18 Haziran 2012

Zaman

hayatımın 2 yılını seksenlerde 10 yılını doksanlarda ve 12 yılını iki binlerde geçirmiş biri olarak geçen gün defterime 2012 diye tarih atarken kendime yabancılaştım. hayatımın çoğunu 2000li yıllarda geçirmiş olduğum halde 2012 yılında yaşıyor olmak çok garibime gitti . tarihi düşündüm, insanların günlüklerine yazdıkları tüm tarihleri düşündüm. insanlık ve zamanın bitmeyen mücadelesi... 2000 yıldan fazla bir süredir bir yerlere tarih yazılıyor olduğunu fark etmek kendimi çok çaresiz hissetmeme neden oldu. bunca yıl boyunca insanlar bir kağıdın üzerine günleri ayları ve yılları yazdılar. sonra o gün,ay ve yıllar geçti, sadece defterlerde kaldı tarihler. tarihler bir yerde kalmaya uygun değil ki, var oldukları bile şüpheli. ama ben ve benim gibi insanlar miladi takvimin başlangıcından beri bi yerlere yılları yazıp duruyorlar. o yıllar birike birike 2012'ye kadar da ulaşıyor ama ben defterime yazdığım tarihe bile inanamıyorum. ne var ki inatla tarih atmaya devam ediyorum. yazılı olan şey gerçektir değil mi? öyle olması gerek, ama söz konusu tarih olduğunda bunu hissedemiyorum. hayatımın on iki yılını 90lardan sonra yaşadım ama sanki yaşamadım. tarihsel boyuttan düşündüğümde 2012'yi görmek bana hiçbir şey ifade etmiyor. zamanı bir türlü yıllarla düşünemiyorum. tabii ki hayatımı dönemlere bölüyorum, matematiksel hesaplar yapabiliyorum, tarih sorulduğunda hiç şüpheye düşmeden cevap verebiliyorum ama bunu derinden hissedemiyorum. hayatım boyu zaman birimleriyle kavga edip durdum, bi yerden sonra herhangi bir şeyle kavga etmenin manasız olduğunu kavradım ve kavgaları bıraktım ama kavgayı bırakmış olmam zamanla ilgili meselelerimi çözdüğüm anlamına gelmiyor ne yazık ki. zamanla ilgili meselelerimi çözemedim.

zaman benim için hep bir gariplik. günlüklere yazılan tarihlerin garipliği gibi. geriye dönüp bir günü gün olarak hatırlayabiliyor mu insan ? hatırlayamıyor. bir duyguyu, bir olayı, bir insanı hatırlayabiliyor ama bir günü, bir ayı, bir yıl zamansal olarak hatırlayamıyor. çünkü öyle bir şeyin imkanı yok. o zaman neden zamanı mümkün olan en küçük parçalara bölüp, onları bi yerlere not ediyoruz? ne değişecek ki? 2012 yılında 24 yaşımda olmam nedir ki? 1940'da yazılan bir kitabı okurken bunu yazan insanın benden 100 yıl önce doğduğunu düşünmenin ne yararı var. insanların saplantılı şekilde zamanı kontrol etme çabaları bazen çok acınası geliyor bana. çünkü bunca çabaya rağmen kontrol edemiyorlar. her şeyi bin parçaya bölsek de o parçaları birleştirip bir bütün elde edemiyoruz. zamanın bizden bağımsız olduğunu kabul edip günlüklere zaman yazmayı bırakmak en doğrusu belki. bunu yapamayacağımı biliyorum ve bu yüzden kendime de acıyorum. çünkü  yaşadığım yılla ayla ve günle bağlantı kuramayacağımı bildiğim halde her seferinde zamanın bir şey ifade etmesini istemeye ve her şeyin anlamlı geleceği bir gün görebileceğime dair umudu barındırmaya devam edeceğim. belki ani bir aydınlama yaşayıp zaman birimlerinin önemini falan anlarım gibi boş umutlarım var. hiçbir şey anlayamayacağım çok açık ama ne yapayım ben de insanlık dramının bir parçasıyım. zaman ve umut kavramlarını öyle şıp diye silemem ki hayatımdan. gariplik devam ederken ben defterlere tarih yazmaya devam edeceğim. yaşlanacağım, yaşlanmamı yıllara bile bağlayacağım belki. "yıllar geçti gitti yaşlandık be çocuklar" diye başlayan konuşmalar bile yapabilirim, kim bilir.

14 Haziran 2012

İnsanlar ve Bazı İnsanlar

(2 ay kadar önce çok sinirlendiğim bir an, yazarsam belki sinirim geçer diye yazdığım bir yazıydı. bu konuyla ilgili hala sinirliyim ve sanırım hayatım boyunca da sinirli olacağım. o yüzden yazıyı buraya da koyabilirim, hatta her okuduğumda tekrar tekrar daha çok sinirlenebilirim. bir şeyler ne zaman değişecek acaba?)

çevremdeki birçok insanla bağlantı kurmayı başaramıyorum ve her seferinde bu durum beni şaşırtıyor, inatla şaşırıyorum. şimdiye kadar insanlarla aramdaki bu alakasızlığa alışmış olmam lazımdı ama nedendir bilinmez bir türlü alışamadım. gündelik sohbetler içinde bazen öyle kayboluyorum ki 3 ışık yılı uzakta bir yıldıza gidip oraya yerleşsem ancak bu kadar kopuk olabilirim. 3 ışık yılı gidecek teknolojiye henüz sahip olmadığımdan içimdeki bir başka gezegene gidiyor, o yalnız gezegende kaybolurken durup dinliyorum onları; hayallerini anlatıyor insanlar, kocalarını, ev kredilerini, yeni aldıkları televizyonları, memuriyetin bir başka seviyesine geçmek için çabalarını, inançlarını, kaderi, aslında bambaşka şekilde davranırlarken şükretmenin ne kadar önemli olduğunu, yapacakları çocukları, son model düdüklü tencereleri, başkalarının hayatlarını, uygun salça seçmenin püf noktalarını, dine uygun gelen davranışları, evliliğin nasıl aile meselesi olduğunu, aile kurmanın önemini, kadınların mutlaka anne olmaları gerektiğini, play-offu, bilmem kim futbolcunun efsane pasını, üç odalı evleri, ilaç tedavilerini, "deli" diye yaftaladıkları insanları, hayattan en önemli şeyin sağlık olduğunu, sakin bir hayatın gerek ve önemini... bir sürü şey daha, hepsini dinliyorum ve inanın düşüncelerinin birçoğuna saygı bile duyuyorum. "herkesin hayatı kendine, öyle mutlu olacaksa öyle yapsın, öyle mutlu olunmayacağına inanmam sadece beni bağlar" diyorum. bana göre çarpık onlara göre pek mühim gerçekler olan şeyleri duydukça" ama sen yanılıyorsun" demiyorum, ağzıma bile açmıyorum, gülümseyip kafamı sallıyorum. ezan okunurken müziği kapatır mısın diye rica ettiklerinde benim inandığım şey müzik olduğu halde insanların önemli buldukları değerlerle tartışmıyorum ve müziği kapatıyorum. biliyorum ki müzik her zaman benim yanımda, onu beş dakikalığına kapatmak beni yaralamaz. aynısını ben istediğimde, kimsenin güzel bir şarkı için ezanı kısmayacağını bilerek yapıyorum bunu üstelik. ama ben bunları yapmakla çok büyük hata ediyorum. çünkü ben onların kararlarına, sıkıcı konuşma başlıklarına, hayatlarında değer verdikleri büyük televizyonlara, bozulmayan salçalara, koca bulma yöntemlerine, toplumsal düzene saplantılı hayat tarzlarına, ölüm hiç yokmuş gibi yaşamalarına gülümseyip başımı sallarken söz onlara verildiğinde benim hayallerimin önemsizliğinden dem vurabiliyorlar. istediğim hayatın toplumsal düzende bir yeri olmadığını söyleyip, "bunlar da senin gençlik heveslerin, elbet doğru yolu bulursun bu süreç geçtiğinde" tarzı abuk cümleler kurup, bana acıyormuş gibi bakabiliyorlar. inançsız olmam içimdeki kocaman bir boşluğa, hayalimin evlenip düdüklü tencere almak olmaması da çocuk akıllı bir hayalperest olduğuma işaret ediyor (ki çocuk akıllı bir hayalperest olmak dünyanın en güzel şeyidir, onların bunu kötü bir şey zannetmesi ne ayıp). "üzülme sen de evlenecek birini bulacaksın" gibi bir cümle duyabiliyorum mesela ben. kendilerini tanımlayan şeyin beni de tanımlayacağından öyle eminler. evlenmeden, çocuk sahibi olamadan tam olamayan insanlarız çünkü. hepimiz öyleyiz. ilgi duydukları şeyin tüm insanların ortak paydası olduğunu düşünmeleri var bir de. tüm kadınların anne olmak istediğini, tüm erkeklerin spor üzerine bir fikri olması gerektiğini falan bekliyorlar. ne garip. anne olmakta ya da sporla ilgilenmekte hiçbir kötü yan yok tabii ki, zaten o yüzden insanların hayallerine ve ilgi alanlarına çoğu zaman saygı duyuyor, gülümseyip başımı sallıyorum ama ben kitap yazmayı hayal ettiğimi, kendimde anaç hiçbir taraf görmediğimi ve çocuk istemediğimi, en büyük hayalimin gelinlik giymek olmadığını, ev dekorasyonu yerine sevdiğim bir müzisyenin yeni çıkan albümüne ilgi duyduğumu, dolaşmak istediğimi, dünyayı görmek istediğimi, sokaklarda sabahlamak istediğimi, sadece kadın olduğum için yapamayacağımı söyledikleri şeylerin hiçbirini umursamadığımı, ataerkil kültürden hoşlanmadığımı, yalnızlıktan korkmadığımı, ölüm bilgisini yadsıyamadığımı, nedensiz yere şükretmediğimi ve inanmadığımı söylediğimde veya ima ettiğimde garip bakışlara maruz kalmak zorunda kalıyorum. öyle ayakları yere basmayan bir insan da değilim, yapmam gereken şeylerin bilincindeyim ve sorumluluk alabiliyorum. yaşamak için en azından bir süreliğine sıkıcı bir işe sahip olmak zorunda olduğumu falan ben de kabul ediyorum. ama hayatın bu acımasız gerçekliği içinde bir de herkesin kafasındaki yaşam tarzına uymak gibi bir zorunluluğumuz olmadığını keşke insanlar bir vahiy inmişçesine anlasalardı. çünkü benim anlatacak gücüm yok. çünkü dönüp dolaşıp uzak hisseden ben oluyorum. kopup gidiyorum, ışık yılının neye tekabül ettiğini bilmeden manasız cümleler kuruyorum ve insanlara dair barındırdığım minicik umutlar da ölüyor. işin garip tarafı ise bu bahsettiğim insanların bir şekilde çevremde olması. yoldan geçen adam değiller, belki toplumun tamamını temsil eden bir örneklem grubu oluşturuyorlar ama sanıyorum ki ben çevremdeki insanların benim hayallerime inanmalarını istiyorum. inanmadıkları hayallerimin de neden gerçekleşemeceğini gerçekçi bir şekilde bana anlatmalarını istiyorum, ama bunu sadece hayallerin doğru olana uygun olmaması, toplumsal bağlamda bir yeri yurdu bulunmaması gibi nedenlere dayandırarak yapmalarını istemiyorum. gündelik hayat muhabbetlerinde kopup gitmek zorunda olmadığım bir hayat. çok mu zor? herkes evlilik, nişanlılık hikayelerini anlattıktan sonra benim anlattığım herhangi bir şeyin aman bu da gene şimdi ne abuk subuk şeylerden bahsediyor bakışlarıyla karşılanması büyük haksızlık. sonra insanlar neden günden güne yalnızlaşıyor. işte tam bu yüzden. çünkü bağlantı kuramıyorlar.

sadece gülümseyip kafalarını sallasalar yeter ama asla ve asla bana "gerçek" hayatı öğretmeye kalkmasınlar, net bir doğrudan bahsedip, beni yargılamasınlar. sonuçta herkesin hayatı kendine ve herkes sadece kendi hayatını mahvetme ve düzeltme hakkına sahip. o yüzden başka insanların hayatları hakkındaki düşüncelerimizi kendimize saklayıp kendi hayatlarımıza odaklanırsak mükemmel bir dünyada yaşamanın ilk adımlarını atabiliriz. ya da belki ben de bu düzeni kabul edip ben de onların yaşam tarzlarını eleştirir cümleler kurmaya falan başlamalıyım. belki de ikiyüzlü davranan benim. inanmadığım şeylere saygı duymak zorunda da değilim belki. nasılsa onlar saygı duymuyor o zaman alemin enayisi ben miyim? belki de en güzeli böyle insanları hayatımdan çıkarmam. tabii insan ailesini hayatından çıkaramıyor ama arkadaş ve tanıdık kategorisinde bulunan ve kendimi olduğumdan daha yalnız hissetmeme yol açan kişiler var olmasalar da olur. birilerinden yaşam dersi almak ya da olmak istediğim kişinin yanlış olduğunu duymak zorunda değilim. dünyada tamamen siyah bir alana ya da salt bir yanlış olduğuna bile inanmıyorken birilerinin üzerimden tanımladığı yanlışlık kavramına daha fazla dayanmak zorunda hiç değilim.

13 Haziran 2012

Hells Bells



Bugün sabahın erken saatlerinden beri bu şarkıyı dinliyorum. Belki de bu şarkıyı yıllardır sürekli dinliyorum ama kaçıncı kez olursa olsun şu şarkının girişinde tüylerimin diken diken olmadığı bir sefer hatırlamıyorum. Sürekli vay be tepkisi verebildiğim ender şarkılardan. Müzik böyle bir şey olmalı. Müzik böyle olsun. Bir de ölmeden önce AC/DC konserine gidemezsem çok üzüleceğim.

Şunu da izlemeden geçmeyelim.

Doktor Yine Özet Geçmiş.























Bu dizinin cevap veremeyeceği hiçbir şey yok.
Artık iyice eminim.

11 Haziran 2012

Saat

saat hep dördü on üç geçiyor. bozuk bir saatin en güzel yanı zamanı gerçekten durdurabilmesi. zaman benim için 16.13'de durdu. 11 yaşımdan beri sahip olduğum bu saat babam öldükten kısa bir süre sonra çalışmamaya başladı. büyük ihtimalle pili bitmiştir, bozulmuş da olabilir, bilmiyorum. çünkü saatçiye götürmüyorum. çünkü bizim evde saatçiye hep babam giderdi. evdeki tüm saatlerle özel olarak ilgilenir, bozulduklarında ya da pilleri bittiğinde saatçiye götürürdü. banyodaki çalar saati o ayarlar, yaz saati uygulamasına geçildiği zaman uyumadan önce tüm saatleri o değiştirirdi. belki de herkesin evinde böyledir, zamandan babalar sorumludur. en azından çocukken bana öyle gelirdi. mekandan anneler zamandan babalar sorumluymuş gibiydi. üzerine konuşulmayan bir iş bölümüydü belki. baba ölünce de zamana bir şey oldu doğal olarak. benim saatim durdu ve onu takmayı bıraktım. çocukluğumdan beri yanımdan ayırmadığım bu saati neredeyse bir buçuk yıl hiç takmadım. bir köşeye bıraktım. o da ilerlemeyi bıraktı. sonra geçen ay saati yeniden takmaya başladım. nedensiz yere. artık durmuş zamana bakmak istiyorum belki. ya da belki ölü bile olsa o parçamı bir kenara koymaya henüz hazır değilim. şimdi her gün dördü on üç geçe'de takılı kalmış saatimi takıyorum. saatin durduğunu bildiğim halde günde en az on kere kolumdaki saate bakıyorum. sanki yeterince bakarsam zaman yeniden akmaya başlayacakmış, sanki zamanı ben kontrol edebilecekmşim gibi hissediyorum. hiçbir şeyi kontrol edemiyorum. herkese saatçiye gidip saatimi yaptıracağımı söylüyorum ama biliyorum ben o saati bir daha asla yaptırmayacağım. hem zaten dünyanın herhangi bir yerinde saat dördü on üç geçmiyor mudur?

6 Haziran 2012

Bir Gün Tek Başına

üç sene önce mutsuzluğun ve hastalığın son noktasında can çekişirken, geceleri doğru düzgün uyuyamadığım için yatağımda yatarak kitap okuyordum. kafamı yastığa yan koyup kitabı da yatağın üzerine bırakarak neredeyse hiç kıpırdaman kitap okumayı o yıl öğrendim. ondan önce yatakta kitap okumak demek kol ağrısı demekti benim için. neyse ki her mutsuzluğun minik avantajları olabiliyor. o zaman, uzunca bir süre hareketsiz şekilde Bir Gün Tek Başına'yı okumuştum. nedense kitap bir türlü bitmiyordu. her gün okuyordum ama çok yol alamıyordum. bir ay falan sürdü yolculuğumuz. şimdi geçmişi düşününce bunun sebebinin depresyon yüzünden zayıflayan zihinsel yeteneklerim olduğunu anlayabiliyorum. normal okuyorum zannediyordum ama belli ki durum o değilmiş. belki de kıpırdamadan kitap okumanın bir yan etkisiydi bu yavaşlık. uzun sürdü ama kitap elbette çok güzeldi, hala ara sıra düşünürüm. belki de kitabı okuduğum dönem yüzünden hayatımdaki mutsuz zamanlar benim için bir gün tek başına ile kodlanır. kocaman turuncu bir kitap imgesi gözümün önüne gelir hep. birlikte uyuyakaldığım, yastığımla aynı hizada duran bir kitap. içinde barındırdığı tüm karakterler benim gibi mutsuz, yalnız, debeleniyor. bugün yine durup dururken gözümün önünde belirdi kocaman turuncu kitap. mutsuzluğu aktif bir şekilde düşünmüyordum veya hissetmiyordum ama bilinçdışım bana mutsuzluğu göstermek istedi sanıyorum ki. -neden böyle şeyler yapıyorsa artık.- kenan'ı düşündüm. kitabın son sayfaları geldi aklıma. herhalde iki gün boyunca son sayfaları düşünüp ağlamıştım. ya da zaten her gün sürekli nedensiz yere ağlıyordum ve kitabın sonu bu ağlamalara denk gelmişti. biraz bulanık o kısımlar. ve bugün yine aynı odada yatarak ama bu sefer kollarımı ağrıtarak başka kitaplar okuyorum, artık hareketsiz duramıyorum, odamın içinde yürüyorum, daha hızlı düşünebiliyorum, yine tüm dünyanın içini bayan şarkılar dinliyorum. ama içimin bayılmasını da kıyılmasını da seviyorum. Bir Gün Tek Başına benim için hep yalnızlığın ve mutsuzluğun kitabı olmaya devam edecek. bunu kitaba bir haksızlık olarak da görmüyorum. çünkü o hayatımın en karanlık dönemine eşlik eden bir arkadaştı benim için. bazı arkadaşların mutsuzluğumuza denk gelmiş olması eğer onlar açısından bir sorun değilse benim açımdan güzel bir şey bile olabilir. eminin Vedat Türkali için ya da Kenan ve Günsel için bir mutsuzun arkadaşı olmak problem olmamıştır. benim içinse onlar birer kurtarıcı, beni kurtarmamış olsalar bile. kimseyi kimseyi kurtaramıyor tabii ki, onu biliyorum ama kendimi kurtarma yolundaki yol çizgileri olmalarına kimse karışamaz. bana kurtuluş yolunda rehberlik edecek ya da kendi sonumu yazmama vesile olacak bir sürü kitap, bir sürü kahraman ve bir yerlerde yazan, yatağında hareketsiz şekilde kitap okuyan, yalnızlığını kitaplarla paylaşan insanlar iyi ki varlar. biliyorum ki varlar. onlar olmasaydı yattığım yerde her şeyden vazgeçmek çok daha kolay olurdu.


"en büyük mutsuzluk yalnızlıktır. bu o kadar doğrudur ki, en eksiksiz avuntu olan din, seni hayal kırıklığına uğratmayacak bir arkadaş -tanrı- bulmaktan başka bir şey değildir."  cesare pavese.

2 Haziran 2012

Geleceğin Hayaleti

Belki de hayatımda ilk defa pazartesi gelsin diye bekliyorum. Gerçekten de bekliyorum.Yaptığım şey bundan ibaret. Pazartesi gününe yazmam gereken bir makale ve sınav için okumam gereken 400 sayfa olduğu halde cumartesi günü bu saatte ben daha makale için iki sayfa yazıp kitaptan da sıfır sayfa okudum. Başarısızlık gibi bir kaygım olmadığı şu halim ve tavrımdan net anlaşılıyordur. Artık öyle yoruldum ki umursayacak enerjim bile kalmadı; çok güzel bir durumdayım yani. Sadece bekleme kısmı kötü. Pazartesi bittikten sonra ise okulla ilgili sonuçları düşünmeden etmeden bir süre duvarlara bakarak beynimi yerine getirmeye çalışacağım, çünkü sanıyorum ki bu dönem biraz yerinden oynadı. Biraz da değil, ciddi şekilde yer falan değiştirdi, hatta beynim kalbimin olduğu yere kadar düşmüş olsa ona bile şaşırmam. Birkaç gün sakinlikten sonra birkaç aydır okuyamadığım kitaplarımı okuyacağım, iki tane yeni diziye başlayacağım, bir de ingilizce hiçbir şey okumak istemiyorum mümkünse. Makale okuma devrini üç aylığına kapatıyorum, en azından umudum bu yönde. Sonra bu yaz vize işleriyle falan uğraşacağım, onlar biraz gözümde büyüyor olsa da o işin sonu beni çok mutlu edeceği için söylenmiyorum şimdilik. Ama uğraşırken canım çok sıkılırsa diye söylenme hakkımı saklı tutuyorum. Her neyse dertleri ve tasaları gelecekteki Gökçe'ye iletiyorum, o ilgilensin artık. Bugünün Gökçesi sadece beklemekle meşgul olabilir çünkü. Bir de gelecekteki ben'e buradan naber la diyorum, umarım mutlusundur gelecekteki ben. Sonbaharın ve kışın çok eğlenceli geçmiş olmalı. Seneye ilkbahar geldiğinde bunları aklından çıkarma. Ha bir de gittiğin yerlerde en az otuz çeşit bira denemezsen hiç gelip de yüzüme bakma.Gerçi ben geçmişte kalacağım için yüzüme bakma şansın olmayacak ama hadi neyse lafın gelişi konuşuyorum, sen anladın beni. Avrupa dediğin yerin yarısı şarap ve bira diğer yarısı da güzel binalar. İlk yarısı için beni hayal kırıklığına uğratma. Ha belki bi de çok sevdiğin ama buralara uğramayan müzisyenlerin konserlerine de gidersin. Gitsen ne güzel olur. Neyse gelecekteki ben, konuşacak daha çok zamanımız var. Üç ay boyunca sana yazmaya devam ederim, şimdilik beklemedeyim. İmza: şimdiki zaman Gökçe.

Ben kendimin çeşitli versiyonlarıyla muhabbet ederken siz de pazartesiye kadar şu şarkıyı dinleyin. Yani tabii isterseniz, öyle emir veriyormuşum gibi değil. Herkesin takip ettiği bir hayalet vardır elbet, kimi de böyle zavallı gibi kendi hayaletini takip ediyor. Ama valla özünde iyi bir hayalet. Sizin takip ettikleriniz de özlerinde iyi hayaletlerdir, ben biliyorum.