21 Kasım 2011

Müdahale Edilemeyen Hayat Akışı

Ben evde oturmuş ödevimi yaparken, doğal olarak ödev dışında kalan ne varsa onları düşünüyorum. Normalde hiç aklıma gelmeyen şeyler bile aklımda şu an. Yemek istediğim yemekleri ve tatlıları düşünüyorum mesela, şimdi azıcık tiramisu azıcık sebzeli makarna olsa az derecede mutlu olabilirdim. Yani ne sandınız azıcık yemekle çok büyük mutlu olacağımı mı? Mutluluk ne ki zaten, ancak az biraz doyarım işte, olacağı o. Bugün, sonunda başardım; kendime paralel bir gerçeklik yarattım ve ilk defa bu kadar inanarak orada yaşamaya başladım. Sanırım bir on dakikalığına hayal olduğunu cidden fark etmemişim. Kızılaydan yürümüşüm teee okula varmışım, nereye geldiğimden haberim bile yok. Ya alternatif gerçekliğime göçtüm gittim ya da sonunda çok başka bir hayali gerçekleştirip yürürken uyuyakaldım. İkisi de güzel nasılsa, sorgulamayacağım o yüzden. Kış geldiği için böyle oluyor. Mutlu muyum değil miyim diye düşünmeyi bırakıp hatta elimdeki gerçekliğin saf doğasını da terk edip başka bir yerde, başka insanlarla yaşamaya başlamak ancak kışın mümkün olabilecek bir şey. Bazen hiç tanışmadığım insanları öyle çok özlüyorum ki bu duruma kendim bile şaşırıyorum. Gözlerimi kocaman açıp tüm gerekli mimikleri yaparak şaşırıyorum hem de. Sadece uzakta oldukları için ya da bambaşka insanlarla arkadaş oldukları için sinirlendiğim kimseler var. Öyle saçma ki bu, sanki bir insana sizin hayatınıza denk gelmediği için kızabilirmişsiniz gibi. Nasıl kızabilirsiniz, denk gelmemiş işte. Başka hayatlarmış yaşadığımız, farklı düzlemlerde varoluyormuşuz. İstatistik dersinde hocanın anlattığı üç boyutlu düzlemlerde kesişmeyen doğrular, birbirlerini etkilemeyen bağımsız değişkenler gibi. Gerçi hocanın anlattıklarını anladığımı söyleyemem, hatta hiç anlamadım. Neden burada anlamadığım yerden metaforlar kullanmaya çalışıyorum onu bile bilmiyorum. Denk gelememenin siniri yaptırıyor hep bunları bana. İstatistiğe de çok sinirliyim. Ama hoca “hiper uzaylar” demişti, o çok ilginç gelmişti mesela bana. Sadece kelimelerle ilgilendim her zaman olduğu gibi. Ben zaten önünde sonunda hep kelimelerle ilgilenirken buluyorum kendimi. Şu sıralar bir hikaye yazıyorum, sonu yok mesela. Zamanla, her şeyin olduğu gibi onun da bir sonu olur elbet. Denk getiremediğimiz hayatları yazarak da başka bir gerçeklik yaratıyoruz neticede. Sahi bu denk getirememe mevzusu ne kötü değil mi? Orada birileri var biliyorsun ama onların hayat akışına müdahale edemiyorsun. Bensiz yaşamaları onlar için büyük bir kayıp değil gerçi ama sanki bir yerde denk gelsek benim saf gerçekliğim daha güzel bir yer olacak.

Neyse, ben ödevimi yapmaya devam ederken siz şu mükemmel şarkıyı başka bir şey düşünmeden dinleyin. En azından aramızda birileri kafası karışmadan bir şeyler yapsın. Denk gelemediğiniz insanları düşünmeyin mesela. Ne yararı var. Bu gerçeklikte hiçbir yararı yok, yarattığınız dünyanıza monte edebilirsiniz tabi onları. Onların evi de orası.



Ray LaMontagne ne güzel bir adam. Ne de güzel şarkı söylüyor. Onla da arkadaş olsak keşke.

16 Kasım 2011

my fading voice sings of love, but she cries to the clicking of time


bu videoyla kafayı bozmuş durumdayım. günde bir defa izliyorum en azından. jeff'in I don't see myself ten years from now" diyişi her izlediğimde tüylerimi diken diken ediyor, birkaç kez ağladım hatta. ne diyeyim.

10 Kasım 2011

"Zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz" *

bazı şeyler
ne yaparsak yapalım kafamızdan asla silinmeyecek bazı görüntülerin esiri oluruz ara sıra. günün herhangi bir saatinde bir taksinin arka koltuğunda oturup camdan dışarı bakarken ya da evin bir odasında manasızca televizyon izlerken bir anda canlanıverirler zihninizde. unutulacak şeyler değillerdir onlar, zaten bir şey de değillerdir. ne olduklarını anlayamazsınız. bir görüntü müdür yoksa bir his mi. belki de bir düşünce. belki hepsi birden. sonra o her neyse tüm sisteminizi ele geçirir, başka bir şey yapamazsınız. ya hisseder ya düşünür ya da gözünüzü kapadığınızda onu görürsünüz. bir gün bir alışveriş merkezinin ortasında ağlamaya başlarsınız sonra. babam. o yüksek kulenin üzerinde oturuyormuş, cahit sıtkı tarancı'yla rakı içiyorlarmış. oldu mu böyle bir şey. bir rüya ya da bir hayal. ne olduğunu bilmeniz imkansız. babam o kulenin tepesine oturmuş gülümsüyormuş, rakının yanında meyve tabağı da varmış, kendi hazırlamış. yüksekten hiç korkmuyormuş. ölüler hiçbir şeyden korkmazlar ki, bendeki de laf. mutluymuş, artık hızlı giden arabalara binebiliyor, maçları izleyebiliyormuş. cahit sıtkı'yla arkadaşmış. ne güzel değil mi? üstelik o kuleden bakınca evi de görebiliyormuş. ölülerin evi var mıdır?

kirpi
buralarda yaşayan bir kirpi var, adı fikri. geceleri karşıdan karşıya geçmeyi seviyor. çocukları da varmış diyorlar. fikri anne galiba.

kitap
bazı kitaplar gerçekten de hayat kurtarıyor. inanıyorum buna. bizi mahvediyorlar orası bir gerçek ama zaten bizi kurtaran şey mahvolmak. diğer türlü yaşadığımızı nereden anlayabiliriz ki? yaşadığımızı anlamıyorsak da yaşamıyoruzdur. algılardan bağımsız canlılar değiliz. o yüzden bazı kitaplar öyle sert vuruyorlar ki yüzüme "galiba ben yaşıyorum" diyorum kendi kendime. yaşamasam bu kadar hissetmezdim. bu kadar hissetmeyeyim dediğim zamanlar da oluyor tabi. insanoğlu tam olarak ne istediğine ne zaman karar verebilmiş zaten? ama varolmak büyük bir yük, bazen hissetmek bazen de tamamen unutmak istediğimiz. kitaplar iyidir, sertçe kafama vururlar sonra yerden yere vururlar. sonra belki de yaraları sararlar.

insan
bob dylan'ın şarkısında "i gave her my heart but she wanted my soul" diyerek ne demek istediğini anladım galiba. sizin verebileceğinizin ve karşı tarafın talep ettiklerinin miktarı uyuşmayabiliyormuş. yani belki başka bir insan olsa ruhunuzu söküp verirsiniz hatta belki şeytanla anlaşma yapar ruhunuzu satarsınız ama bir başkası için, "kalbimi verdim ya daha ne istiyor" diyebilirsiniz. belki bir başkasına sunabileceğiniz sadece bedeninizdir. bu durum öyle kötü bir şey de değil aslında, işin içinde karşı tarafın beklentileri olmasa tabi. herkese ruhumuzu versek o zaman bizden geriye ne kalırdı? ya da herkesten bize ruhunu vermesini isteme hakkını kendimizde bulabilir miyiz? neyse don't think twice, it's alright.

bisiklet
bisikletin sadece çocukluğuma ait bir şeymiş gibi gelmesi ne garip. 7 yaşımda yine 7 yaşında olan bir arkadaşım öğretmişti bana bisiklet sürmeyi. bir kere karşıdan gelen başka bir bisikletle çarpışıp yere düşmüştüm. canım hiç acımamıştı, gülmüştüm hatta. komik gelmişti karşıdan gelen bir bisiklete çarpmak. pedalları tersine çevirince fren yapan bisikletlerdendi. parlak lacivertti. tüm parçaları dağılana kadar kullanmıştım onu. birkaç kez daha düştüm sonra bisikletten ama nedense hiç umrumda değildi. o kadar çok seviyordum ki herhalde, bisikleti fiziksel acıyla eşleştirmek istememiştim. sabahtan öğlene kadar bisiklete biner sonra bana bisiklet sürmeyi öğreten arkadaşımın evine gider mısır gevreği yerdik. neden mısır gevreği bilmiyorum. aynı sınıftaydık. patates gününde onun beslenme çantasından patateslerini çalardım. her seferinde, kavga ederdik şakacıktan. çok eğlenirdim onun patateslerini yerken. ama onun ödevlerini hep ben yapardım, belki kendimi kötü hissediyordum patateslerini yediğim için. ödeşelim istiyordum belki de. çocukça bir adalet sistemi yaratmıştım herhalde kendime. yine de ne yapmış olursam olayım onun bana bisiklete binmeyi öğretmesini ödememin imkanı yoktu. hala da yok. bisiklet çocukluğumun bir simgesi ve çocukluğuma dair çoğu şeyi mutlulukla hatırlıyorum. parlak lacivert küçük bisikleti ve her hafta patateslerini çaldığım arkadaşımı da.

*diyor barış bıçakçı. hatta tamamı şöyle ki; " bu hatıra da başka pek çok hatıra gibi gerçeğin bir hayli çarpıtılmış bir biçimiydi, zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz. gerçekler av hayvanları içindir. balıklar örneğin, hayatta kalabilmek için neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmek zorundadır, geyikler de öyle. her neyse gerçek ya da değil, hatıra büyülüydü. büyü sürsün istedim çünkü büyü sürsün isteriz."

6 Kasım 2011

Hep Yalnızlık Yavrum,

yüksek taburelerde oturmayı severim, hem de çok severim. bir nedenim yok. zaten sevginin bir nedeni olduğu nerede görülmüş. bir şeyi neden sevdiğimizi söyleme çabasında olma eğilimimizi de neye bağlayacağım bilmiyorum, neden böyle yaratıklarız, bilmiyorum. "çünkü seviyorum" cevabıyla yetinmememiz gerektiğini ne zaman öğrendik acaba? kim öğretiyor böyle şeyleri bizlere? her neyse, yüksek tabureler güzeldir. bir yerde yüksek tabure, sandalye vesaire varsa ben hep onlara oturmak isterim, bazen oturmam ama aklım hep onlarda kalır. her zaman gittiğim bir kahvecide de var yüksek taburelerden, daha çok sandalye kategorisine giriyorlar aslında ya neyse, teknik detaylara önem verdiğim nerede görülmüş. yüksek taburelere uygun yüksek masalar da var tabi. genelde bu kahveciye kitap okumak için gidiyorum ben, hep tek başıma ve her zaman aynı yere oturuyorum. köşede duran yüksek sandalye ve masa, benim yerim. bu zamana kadar da orada oturan başka bir insan görmedim, ne zaman gitsem boş olur, neden bilinmez. ama bugün tam benim oturduğum yerde bir adam oturmuş kitap okuyordu. bir süre durup ona baktım. yaptığım şeyin saçmalığını fark etmem biraz zaman aldı. neden oturan bir insanın karşısında durup gözümü dikmiş ona bakıyorsam, dedim, oturabilir tabi. benim yerim, benim yerime oturmak isteyecek bir insan bulmuşum daha ne istiyorum. sonra, doğam bu ya, benim yerime oturan kişiyi merak ettim. aynı yeri gözümüze kestirip, o yerde kitap okumak istiyorsak mutlaka biraz da olsa benzememiz lazım diye düşündüm. düşüncelerin gözü kör olsun, neden böyle şeyler düşünüyorsam, düşündüm işte. sonra uzaktaki başka bir yüksek sandalyeye oturdum onu görebilecek ama rahatsız etmeyecek şekilde. beni görmesin sadece ben onu görebileyim istedim. her zaman isterim ya böyle şeyler, hem bazen sadece fark edilmeden uzun süre bir insana bakabilmeli insan. birine uzaktan ve uzun süre bakmak ona yakından bakmaktan çok daha iyi. aradaki mesafe hayallere imkan tanıyor, belki sadece o mesafede yaşayabiliyor hayaller. yakınsa hayal edilemeyecek kadar gerçek. gerçek kimi zaman çok yavan, çok mutsuz. mesafeye ihtiyacım var. yakınlığın hayalleri öldürmesini sevmiyorum. gözden kaybolmayacak kadar mesafe tabi, her şeyin bir dengesi vardır derler ya, belki de vardır.

sonra o adamı seyrettim oturduğum yerden. kitabı benim yaptığım gibi kucağında tutuyor, kafasını eğerek okuyordu. kafası yorulunca kitabı yukarı kaldırıp öyle tutuyordu. ara sıra kitabını kapatıp uzaktaki bir noktaya bakıyordu, aynı benim gibi. sonra biraz daha okuyor bu sefer de sağa sola bakınıyordu. acaba o da okuduklarını kafasından tekrar edip iyice hissetmeye mi çalışıyordu? hangi kitabı okuduğunu göremedim, belki çok da merak etmedim. ayaklarını uzatıyordu yavaşça, bir süre sonra oturuşunu düzeltiyordu ve yine uzakta bir noktaya bakıyordu. kahvenin son yudumunu bardakta bırakmamak için seri bir hareketle kafasına dikti, ben her zaman dibinde bir yudum bırakırım mesela ama o sanki kahvenin son yudumuna dünyadaki her şeyden daha çok ihtiyaç duyuyor gibiydi. biraz daha kitap okudu sonra uzun, koyu saçlı bir kadın geldi, adam ayağa kalktı, konuştular, gülümsüyordu. tekrar oturmadan kitabını aldı masadan sonra masasının üzerindeki çöpleri çöp kutusuna attı. masasındaki çöpleri çöp kutusuna atan erkek, çalışan insanları düşünen erkek. o kadar güzeldi ki masasının üzerindekileri çöpe atması... çöp kutusu çok yakınımdaydı, o bana doğru yaklaşırken kafamı kaldırıp bir an ona baktım sonra başımı öne eğdim, başım öyle kaldı. o ve uzun, koyu saçlı kadın beraber yürüyüp gittiler, bu sefer arkalarından baktım. iki insan yan yana nasıl yürürse öyle yürüyorlardı bir olağanüstülük yoktu hallerinde. kitap okuması kahveyi içmesi kadar normaldi yürümesi de. yerim boştu artık ama oraya geçmedim. bir yerin anlamı nedir ki zaten, altı üstü bir boşluk. en azından o varken doluydu diye düşündüm. sahi, boşluklar bu kadar kolay dolabilir miydi? bir insan sadece oturmak için seçtiği yerden, kitabı tutuşundan, çöpleri atışından anlaşılabilir miydi? belki de sadece bunlarla anlaşılabilirdi bir insan, geri kalan her şey uzun ve gereksiz bir hikayeydi. belki de uzun, koyu saçlı kadın değil ben tanıyordum onu, kim bilir, nereden bilebiliriz? bazen bir insanla konuşmakla başlıyor her şey bazen de konuşmakla bitiyor. bazen susmak ve bir insana uzaktan bakmak gerekiyor. biraz zaman geçti, kitabımı kucağıma koydum, biraz okudum biraz onun oturduğu yerdeki boşluğa baktım. kahvenin son yudumunu içmedim. masamdakileri çöpe atıp eve yürüdüm. yürürken yalnızlık ömür boyu çalmaya başladı, uzakta bir noktaya baktım. bu şarkıların da gözü kör olsun ama kızmaya gerek yok, yalnızız.