30 Aralık 2010

2010'un Müzik Hali ve 2011 için Müzikli İstekler

Güzide twitter'dan sordu, nerde sizin 2010'da dinlediğiniz albümler listeniz diye, ben de düşündüm , yazsam ya dedim, bir değişiklik olur en azından. Aslında güzide aklıma sokmasaydı hiç böyle bir şeye girişemezdim çünkü liste olayları her zaman ciddi emek istiyor ve ben ki dünyanın en üşengeç 3. veya 4. insanı olduğumdan oturup listeleme yapacak, albümler hakkında yazı yazacak youtube linki verecek halde hiç değildim ama bu sene yarım yamalak karalıyayım bir şeyler.. Yine çok aşırı bir çaba sarf etmeyeceğim gibi görünüyor; kaynağım belli sırtımı dayamışım last fm'e, son bir yılımı özet geçtiği için oldukça mutluyum. Ben de blogumda özet geçecek, sadece dinlediğim albümlerin adını vermekle ve toplamı hakkında birkaç cümle etmekle yetineceğim çünkü bir de oky'nin geçen gün yazdığı ve benim tamamen katıldığım gibi iyi müzik dinleyiciliğiyle iyi müzik yazarlığı bambaşka şeyler, ben asla bir müzik yazarı olamam ancak orta karar bir müzik dinleyicisi, güzel müzik yazılarını, albüm reviewlarını okumaktan keyif alan bir müzik sevdalısı olabilirm, yoksa hiç haddime değil bir albüme sevdim veya sevmedimden başka ciddi ciddi inceleme yazısı yazmak. Bu işi çok çok iyi yapan insanlar var ve sanırım siz de zaten onları biliyorsunuz ama belki bir gün de en sevdiğim müzik blogları listesi yaparım, şimdilik 2010 da en çok dinlediğim albümler listesiyle yetinelim.

1-The National- High Violet
Ne desem eksik kalır bu albüme, bir kış albümü benim nazarımda, her ne kadar yazın çıkarmayı uygun bulsalar da. O işin altında da bir iş vardır yazımızı kışa çevirmekten zevk alıyordur National diye düşündüm hep çünkü ben yaz mevsimine gıcık olduğumdan high violet'i dinlerken kışta oduğumu hayal etmiştim sürekli. Şimdi kış geldi gene ilk günkü gibi dinliyorum ve eminim bundan bir beş yıl sonra da aynı çoşkuyla dinliyor olacağım. The national ile ilgili çok büyük laflar etmek istiyorum müsadenizle, kendimi tutamıyorum. hep grupların büyüklüğüne led zeppelinle karşılaştırarak karar veririm de, national bu çağın led zeppelin'i bence ve bundan 20 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda 2000lerin en büyük gruplarından biri olarak hatırlayacağız onları. Bugün led zeppelin'i nasıl görüyorsak national'ı da öyle göreceğiz, en azından ben öyle göreceğim. karşılaştırdığım şey de müzik tarzları değil kesinlikle yanlış anlaşılmasın, benim gözümde en muhteşem grup led zeppelin olduğundan kendime çizdiğim süperlik noktasıdır zeppelin, national da ona o kadar yakın işte. Çılgınca seviyorum. Ayrıca bu liste 2010 da çıkan en iyi albümler listesi değil ama onu yapsaydım da national birinci sırada olurdu ve evet arcade fire olmazdı. Favori şarkım conversation 16.

2-Glee Soundtrack
Glee yeni manyaklığım olarak yaz mevsimden itibaren hayatıma damgasını vurdu. İkinci sezonda birinci sezonu baya bi aratsalarda müzik konusunda çok çok iyi işler yaptıkları inkar edemem. Pop şarkılarını bana sevdiiyor glee oyuncuları. Mash-uplarıyla da şarkıları çok yaratıcı şekillerde birleştirip hayran olmamayı imkansız hale getiriyolar. Bir ara o kadar çok dinledim ki üstelik glee'nin soundtrackini, ipod'u ilk defa shuffle da değil glee cast listesinde bırakmıştım. Favori şarkım give up the funk galiba ama don't stop believin' de çok yakın yani.

3-Alexi Murdoch- Time Without Consequence
Bu adamın hastasıyım ben, sesine bayılıyorum bir kere, şarkı sözleri de on numara. Ya zaten ben bu tarz müziği her zaman elektronik alt yapılı indie şarkılarına tercih ederim, her ne kadar müzik konusunda açık bir insan olduğumu düşünsem de çok elektronik alt yapılı tarzlara hala alışamadım, klasik singer-songwriter işleriniyse her zaman ama her zaman çok daha fazla seviyor çok daha rahat dinliyorum. Güzel sözün üzerine güzel melodileri yapıştırsınlar bana yeter geliyor, time without consequence albümü de aynen öyle bir albüm, çok rahat dinlenen ama bir yandan da çok fena çarpan şarkıları barındırıyor. Favori şarkım wait.

4- Angus & Julia Stone- Down the Way
Down the way albümü için söyleyeceğim tek şey "kusursuz" olabilir. The devil's tears diye bi şarkı mesela açın dinleyin derim, başka da söz söylemem üzerine.

5- Blind Pilot- 3 Rounds and a Sound
Yılın sonuna doğru keşfettim blind pilot'ı buna rağmen en çok dinlediğim albümlerden biri oldu 3 rounds and a sound. Baştan sona tüm şarkıları güzel, uyumlu bir bütünlük içinde akıp gidiyor, gece yatarken özellikle seviyorum bu albümü dinlemeyi; masal dinliyormuşum gibi geliyor. Zaten blogta kendilerinden daha önce de bahsettiğim ve şarkılarını da paylaştığımdan da anlamışsınızdır durmadan blind pilot dinlediğimi. Çok tatlılar ne diyim başka. Favori şarkılarım: i buried a bone ve 3 rounds and a sound.

6- Joshua Radin- Simple Days
Joshua Radin ismi çok tanıdık gelmese de eminim herkes onun sesini bir dizide veya filmde mutlaka duymuştur. Benim de sonradan fark ettiğim üzere şarkıları amerikan televizyon ve sinemasının vazgeçilmezi. Bir de benim vazgeçilmezim oldu 2010'da. Fısıldayarak söylüyor şarkıları sanki kulağımın dibinde bana söylüyormuş gibi, ses tonu mükemmel, şarkı sözleri de çok şirin mesela vegetable car diye bi şarkı var bu albümde platonik aşıkların marşı olabilir hele bir de platonik aşkınız hergün arabasıyla önünüzden geçip gidiyorsa. Çok hoşuma gidiyor insanların böyle şarkılar yapması , kendime daha yakın hissediyorum; başkaları da böyle şeyleri dert ediniyor hatta üzerine şarkı bile yapıyor diyorum. Favori şarkım : they bring me to you (çok fatal)

7-She & Him - Volume 2 ve Volume 1
Volume 2 aslında 2010'da çıkan güzel albümlerden biriydi bence ama nedense müzik bloglarındaki listelere girmeyi pek başaramadı, biraz haksızlık olduğunu düşünüyorum zira cidden çok güzel müzik yapıyor she&him. 2009da başladığım volume 1'i de bolca dinledim 2010 boyunca. O artık baya tanıdık bir albüm benim için, volume 2 da yavaş yavaş o seviyeye geliyor. Zooey'nin sesi hakkında da ne söylesem eksik kalır, o sanki 40 yıl öncesinde yaşıyormuşuz gibi hissettiren vokallerinin, şirinliğinin ve M. Ward'ın da hastasıyım. Volume 2 da dinlemekten çürüttüğüm iki şarkı var ki gerçekten albüm ilk çıktığında bu ikisini dinlemekten diğerlerine geçememiştim uzunca süre: Thieves ve gonna get along without you now.

8- John Mayer- Continuum, Battle Studies ve Where the Light Is
John Mayer bu yıl beni baya etkileyen insanlardan biriydi. Gitarıyla yapabileceği şeylerin sınırı yok, blues tonları ondan soruluyor her ne kadar battle studies albümünde bluescu tarafını çok ortaya koymasa da Los Angeles konserri kayıtlarından oluşan where the light is de baya bir yardırıyor. Çok yetenekli bir insan ve bence continuum John Mayer'in master piece'i. O yüzden de Battle Studşes bende az da olsa bir hayalkırıklığı yaşattı ama kesinlikle kötü olduğu için değil ben çok çok daha iyisini beklediğim için. Ama galiba müzisyenler için çok iyi bir albümün üzerine gelen albüm bu etkiye neden olabiliyor. Demem o ki tek başına baya iyi albüm ama daha iyisini yapabilecek insandır Mayer, o yüzden bekliyoruz. Battle Studies'deki favori şarkım : half of my heart..

9- Jeff Buckley- Grace
Grace 2010'un değil her zamanın favori albümü, Artık zamansız bir değeri var benim için, tüm zamanlarımın albümü o yüzden 2010'da da gene çok dinlendi, bundan sonraki her yıl da listeye girmeyi sürdürecektir.

10- Kings of Convenience- Declarition of Dependence
Ne güzel albümümüzüür değil mi, huzurlu, mutlu, sakin. Tatlı talı öğleden sonra şarkılarıyla dolu. Yılın başında bir ara başka bir şey dinleyemiyordum gerçekten, me in you da en bi favori şarkım.

11- Kurban- Sahip
Kurban bu yıl fazla iyi bir albüm çıkardı ama pek kimsenin dikkatini çekmedi ne yazık ki. Gerçek manada muhalif bir albüm nasıl olur, rock'n roll ruhu nasıl hissedilir görmek isteyenleri derhal Sahip'i dinlemeye davet ediyorum. Türkçe sözlü rock müzik yapan grupların en babasıdır benim için kurban. Bir kere onlar gibi söz yazabilen yok onlar gibi gitarı bangır bangır bağırtıp, muhteşem rifller yazabilen ve canlı performanslarıyla vay anasını tepkisini verdirtebilen başka bir grup daha yok Türkiye'de. Sahip'te de daha önce hiç yapamadıkları kadar açıktan giydiriyorlar, hükümete, sisteme, düzene. Albümün genel havası sinirli ama bu dinlerken bu sinirlerine hak veriyor kendinizi deniz yılmazla birlikte sen yobaz diye bağırırken buluyorsunuz. Çok iyi albüm gerçekten, bir kere her şeyi bırakıp sadece gitarları dinleseniz bile ne kadar kusursuz ve müzikal anlamda ne kadar üst düzey bir albüm olduğunu fark edersiniz. İnsanlar albümünden sonra dağılmalarına çok üzülmüştüm ama dönüşleri mükemmel oldu. Bence sizin de gözünüzden kaçtıysa Sahip albümü hiç geç değil henüz hemen gidip alın ve dinleyin. Yine özellikle yazın başından sonuna kadar en çok dinlediğim albümlerden biriydi. Güneş diye de bir şarkı of of of yani, hastasıyım.

12-The Head and the Heart-The Head and the Heart
Bu yıl keşfettiğim ve keşfettiğime de en memnun olduğum grup kesinlikle the head and the heart idi. Aslında son sırada olmamaları gerekirdi ancak albümlerine türkiyedeki itunes'dan ulaşamadığım için oldukça kısıtlı şekillerde dinleyebildim. Bir ara myspacelerine abone olmuştum, hergün açıp dinliyordum sonra soundcloud'dan dinledim youtube falan derken çok sevdiğim bir müzik blogu canlı kayıtlarını paylaştı, ordan dinledim. Çok fazla muhteşemler, kesinlikle siz de bir göz atın derim Seattle'ın bir sonraki en büyük grubu olmaya aday the head and the heart'a. Müzikte aradığım her şey var bu grupta, down in the valley'i ilk defa dinlediğim andan beri de kopamıyorum, saniyesinde aşık oldum. şöyle de güzel bir canlı performansı var down in the valley'in, izleyin hatta izlemeye başlamışken bir de ghosts'a da uğrayın derim. Süper, süper, valla en güzel sıfatları ekleyin işte buraya, hepsini birden.

Bunların dışında Bon Iver, Ingrid Michaelson, Regina Spektor, The Weepies, Arcade Fire, The Shins, Iron & Wine, Ray Lamontagne ve The Temper Trap da en çok dinlediğim gruplardı. Müzikal açıdan güzel bir yılmış şimdi listeme baktığımda daha iyi anladım, yeni gruplar keşfedip yeni albümlerle havamı bulmuşum valla. Müizk olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum, hayatta çok sevdiğim birkaç şeyden biri, artık bir tutku ve eksikliği hayatımda kocaman bir delik açacak türden bir bağımlılık. 2011 için dileyeceğim de şunlardır efendim; kimse müziksiz kalmasın, gruplarımız güzel güzel albümler yapsın, radiohead ve the national türkiye'ye konsere gelsin, iron maiden da gelsin haaa yeter artık, geçen yıl da aynı şeyi dilediyidim kendim için bile değil üstelik ama biliyorum iron maiden hayranlarının çektiklerini, kıyağaım olsun yeni yıl dileklerime ekleyivereyim. Bir de bu yıl bon jovi konserine gidicem, nolur bi akislik çıkmasın, gitmezsem çatlarım valla. 80lerdeki gibi bon jovi yazan bantlardan alıp kafama bağlıycam, en büyük hayalim de şimdilik bu. Hııımmm bir de coldplay gelsin bea, gider eğleniriz toptan. Sonra,bu yıl glastonbury'e gideyim, nolurr gideyim lütfen, line up bile umrumda değil yeter ki o festivalde bir kere bulunmuş olayım. Evet bu kadar. Herkese iyi yıllar o halde, yeni yıla da müzik dinleyerek girin inşallah.

28 Aralık 2010

Eski Fotoğraf

Biraz önce eski fotoğraflara baktım da 1994'te kullandığımız plaj havlusu hala bizde, o fotoğraf hala sapasağlam duruyor, arkasına lacivert tükenmez kalemle yazılmış not hala çok net okunabiliyor ama babam yaşamıyor. Bence insanlığın en büyük dramı şu ki; yaşayan şeyler asla sizinle kalamıyor, bir fotoğraf, fotoğrafın arkasına düşülen not, kullanılmaktan mahvolmuş dandik bir havlu bile bizim ömür dediğimiz şeyden çok daha fazlasını görebiliyor. Üstelik tek başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen eşyalar, tek başlarına çok fazla anlamı taşıyan insanlardan daha uzun süre varolmaya devam edebiliyorlar. Sonra biz bazı eşyalar olmadan yaşayamayacağımızı düşünüyoruz halbuki eşyalar biz öldükten çok sonra da hiçbir şeyi umursamadan yaşayıp gidiyorlar.

Bir insan öldüğünde ona ait eşyaları kişiyle birlikte gömen kültürleri şimdi çok daha iyi anlıyorum. O insan yaşamıyorsa onun havlusu neden varolsun diye düşünüyorlardı herhalde. Ben de öyle düşünüyorum artık. Tek başına ne anlamı var ki o havlunun, herhangi bir eşyanın ne anlamı var ki ? Biz kendimiz toprakta çürürken, birilerinin silinen anılarında zar zor varolabilirken bir fotoğrafın hatırlanması da nedir?

Eski fotoğraflara bakma konusunda kendime sınır koymalıyım, bir saat içinde tüm hayatımı alt üst ediyorlar çünkü. Fotoğraflar ne kadar mutlu olursa olsun bana sadece kaybettiğim mutluluğu, kaybettiğim çocukluğumu ve kaybettiğim zamanı hatırlatıyor. Mesela dün albümler arasında dolanırken şunu fark ettim ki ben çocukken çok daha mutlu daha muzur, eğlenceli bir insanmışım, nolmuş bana, nereye gitmiş o tarafım da yeni fotoğraflarda çekin de bitsin hadi memnuniyetsizliği var yüzümde. Gözlerim mal mal bakıyor.

Bir nevi yas tutuyorum eski fotoğrafların her birine baktığım sürede, kaybettiğim her şey için, masumiyet mi dersiniz, bir baba mı dersiniz veya dertsiz, tasasız günler mi dersiniz, hepsi için işte ve canım çok sıkılıyor çünkü elimden hiçbir şey gelmiyor. İnsanın elinden hiçbir şey gelmemesi ne kötü şeydir. Olanla ölenin çaresi yok sözü de o yüzden o kadar üzer ki beni, çünkü yüzleşmek zorunda olduğumuz en sert gerçek bu. Kendimi kandıramıyorum zaten artık hiçbir konuda, geçer diye teselli de edemiyorum biliyorum ki olanla ölenin çaresi yok. Elim kolum bağlı bakıyorum fotoğraflara ve ağlayabiliyorum sadece. Ağlamaktan başka yapacak hiçbir şey olmaması da kalbimi çok kırıyor. Belki de insanlığın en büyük ikinci dramı da bazı durumlarda ağlamaktan başka yapacak bir şey olmamasıdır.

Çorabımda Kocaman Bir Delik Var





































































































25 Aralık 2010

A picture of you holding a picture of me in the pocket of my blue jeans.

Mandalinaları çift sayıda yeme gibi bir alışkanlık geliştirdim. Hiçbir zaman tek bir mandalina yiyemiyorum ya 2 tane soyuyorum ya da 4. Günde 10-12 tane de yiyorum galiba, kontrolden çıktım. Herkes için çekirdek neyse benim için mandalina o. Bir de bugün düşünüyordum da mandalina ve şeftali kokularını karıştırıp bir parfüm yapsalar yaz kış demem sürerim. Bu fikrimi de kramer'ın the beach'i' gibi ünlü bir parfüm markaına satsam zengin olur muyum acaba? Ama buraya yazdığım için artık fikrimi alıp kullansalar da bir şey yapamam aynen kramer'ın fikrini çaldıkları gibi, zavallım. Halbuki adam düşündü etti sonra biz yaptık dediler, çaldılar. Çok üzülüyorum Kramer'a . Hep en güzel fikirler kramer'ın.

Sanırım artık benim de bir işim var. Yarı zamanlı falan ama iş iştir neticede. Zaten şu an için istediğim mümkün olduğunca az çalışıp az yorulacağım ve az bu çalışmanın karşılığında maksimum ücreti alacağım bir iş bulmaktı. Buldum, nereseyse yapılacak hiçbir şey yok, haftanın 3 günü gidip orada takılıp idare eder de bi para alacağım. Zaten artık ev sıkmaya başlamıştı ben de dedim evinde değil başka ortamlarda sıkıl en azından sıklıdığın için para alacağın ortamları ara bul. O beni buldu.

Tumblr ortamlarına hızlı bir giriş yaptım. Her zaman çok hayran olduğum tumblr sayfaları bana ilham verdi. Özellikle reblog olayı çok eğlenceli ve acayip kolay. Bir de tumblr'ın en sevdiğim yanı inanılmaz görsel bir ortam olması. Temalarından başlamak üzere tüm konsept muhteşem bir görsellik sunmak için . Giriyorum saatlerce fotoğraflara, animasyonlu resimlere bakıyorum, cidden saatlerce. Kayboluyor insan o dünyada, çıkamıyor. Ben de böyle fotoğrafı, müziği bol bir sayfa yaratma amacındayım. Henüz yeni ama ben çok saracağa benziyorum. Şudur: http://shithappensalways.tumblr.com/

Bir de son olarak şu şarkıya o kadar bayılıyorum ki galiba geçen gün 55 kere üst üste dinledim. Hergün mutlaka 3 kere falan da dinliyorum. Bazı şarkıları çok fazla dinleyince onlardan bıkacağınızı sanarsınız bazılarından bıkarsınız ama bazılarından da hiç mi hiç bıkmaz dinledikçe daha çok seversiniz ya işte bu o şarkı. Yine bir canlı performans, biri altına "bu adamın sesiyle evlenmek istiyorum" yazımış. Daha güzel açıklayamzdım ben herhalde, evet aynen öyle.

23 Aralık 2010

Winter Songs

Hazır en sevdiğim mevsim coğrafyamızda hüküm sürerken kış temalı şarkılar paylaşayım sizlerle. (hep böyle coğrafyalı falan cümleler kurmak isterdim, onu da yaptım) Çok içimden geldi. Neredeyse tüm bloglarda ya 2010'un en iyi albümleri ya da kış/christmas şarkıları listeleri dönüp duruyorken kendimi tutamıyorum ben de içinde "winter" kelimesi geçen birbirinden güzel birbirinden tatlı şarkılardan oluşan tematik bir liste yapıyorum. Kış mevsimiyle müzik her zaman daha yakın akrabaymış gibi geliyor ya zaten bana bir de sadece kışla ilgili şarkılar duyunca pek mutlu oluyorum. Dilerim siz de mutlu olur, iyi hissedersiniz bu şarkıları dinlerken.

Belle and Sebastian - Winter Wooskie
Chris Isaak - Winter Waves
A Fine Frenzy - Winter Wonderland
A Fine Frenzy - Winter White
Fleet Foxes - White Winter Hymnal
The Head and The Heart - Winter Song
Joshua Radin - Winter
Lauren Laverne - In the Bleak Midwinter
Mumford & Sons - Winter Winds
Ray LaMontagne - Winter Birds
Sara Barielles & Ingrid Michaelson - Winter Song
Simon And Garfunkel - Hazy Shade Of Winter
Grandaddy - Alan Parsons In A Winter Wonderland

http://www.mediafire.com/?529188n8xv9v00w

You can't go back now.











I can't really say
Why everybody wishes they were somewhere else
But in the end, the only steps that matter
Are the ones you take all by yourself

You and me walk on, walk on, walk on
Cause you can't go back now

Film: Adam

21 Aralık 2010

Zamansız

Mevsimler değişiyor, insanlar ölüyor ve yıllar bitiyor. Her yılın bitişi insanlarda olanı biteni değerlendirmek ve gelecek yıl hakkında hayaller kurup kararlar almak isteğini doğuruyor. Hayatlarıyla ilgili planlar yapıp, bir şeylerin değişmesini umut ediyorlar. Ben de yapıyordum bunu eskiden ama bu yıl kesinlikle yapmayacağım. Çünkü şunu fark ettim ki çocukluğum bittiğinden beri yaşadığım her yıl bir öncekinden daha kötü oldu, her yılın başında belki bu yıl benim de istediklerim olur veya hayat daha katlanılır hale gelir diye umut ettim ama her seferinde hayal kırıklığı yaşadım. Yaşadığımız her günün bizi ölüme yaklaştırması bir yana gerçekten kaybettiğimiz sadece zaman değil. Kendimden o kadar çok şey kaybettim ki hayatım biterken acaba elimde ne kalacak diye düşünmeden edemiyorum. Mesela 2010'u düşünüyorum; aslında 2010'nun bitmesine çok seviniyor olmam lazım, ama 2011'in de daha farklı bir şey olmadığını bildiğimden sevinmiyorum. Ben zaten zamanla ilgili hiçbir ölçü birimine inanmıyorum, hepsi bizim aldanmalarımız ve kendimizi kandırmak için, yeni başlangıç yanılsamasına inanmak için uydurduğumuz şeyler. Kendimize bir başlangıç veya bitş belirme merakımızın sonucu bunlar hep ama ne yazık ki düşünüldüğü işlevlere sahip değil zaman birimleri; ne yıllar ne aylar ne de mevsimler. En azından benim için değil. Ama neye inanırsam inanayım veya inanmayayım "baban ne zaman öldü" sorusuna cevap vermek istediğimde 2010 demek zorundayım ve bu durumu kimse değiştiremez. 2010'da benim babam öldü ve geri dönüp baktığımda bunu bir yılın etiketinden bağımsız olarak düşünemem. 2010'da üniversiteden mezun olduğum gerçeğini de yok edemem. Ve belki de hayatımın en zor en sıkıcı en üzüntülü yılı olduğunu da değiştiremem. Ne yazık ki ben zaman etiketlerine inanmasam da tüm insanların aklından bu etiketleri silemem. O yüzden yapacak fazla bir şey yok. Biten bir şey yok, yeni yılın daha iyi olacağının garantisi yok ve benim hayatla ilgili herhangi bir isteğim yok. 2011 de 2038 de herhangi birer yıl ve yeni bir şeylerin başlangıcı olma ihtimalleri belki yılbaşında nilli piyangoyu kazanma ihtimalimle aynı. Eğer olur da kazanırsam o zaman inanırım belki bir şeylerin değişeceğine. O bile şüpheli. Kendimde şunları bunları değiştireceğim diye kararlar da alamam, öyle bir şeylere karar vermek için yılın bitmesine gerek yok ve kişinin kendisiyle ilgili aldığı kararlardan çok değişmek için gösterdiği çabadır değişimi sağlayan. Ben kendimde o gücü bulamadığım sürece artık öyle planlar da yapmayacağım. Ve düşünülenin aksine bu karamsar bir yazı değil. Bu artık her şeyi olduğu gibi kabul etmeye yaklaşmış bir insanın dünyaya ve hayata daha gerçekçi baktığını gösteren bir yazıdır.

Kendime not: " You can't take a picture of this, it's already gone."

15 Aralık 2010

Evening





Yolda Yürürken

Durup durup isyan edesim var. Nedennnnn diye bağırmak isteği geliyor bazen bana. Şu kalabalık sokaklarda insanlar büyük bir kaos halinde yürüken yolun ortasında durup bağırsam mesela, herkes bana baksa hatta içlerinden biri neden soruma cevap verse. Dese ki "ne bileyim hocam, manyak mısın nesin?" Hocam desin ama mutlaka, de get falan da diyebilir ardından. Sonra ben "ey Ankara halkı neden sağdan yürümeyi bir türlü öğrenemediniz" diye bir daha isyan etsem asıl isyanımdan bağımsız olarak, sanki gerçek problemim buymuş gibi olsa. O anda yanlış şeritten yürüyen bir adam bana çarpsa ,yüzüme mal mal bakıp yürüse hiçbir şey olmamış gibi. "Aman be hocam" desem, "özür dilemeyi neden öğrenemediniz. Neden yani, bunca zaman kutuda mı saklamışlar sizi, özür dilemek kavramından bihaber misiniz?" Sinirlensem biraz daha, asıl problemimi unutup kara kara düşünsem insanların kabalıkları üzerine, "aman ne bileyim bana mı kaldı derdi ne bunları düşünüyosun" diye kendimi azarlasam hala sokağın ortasında duruyorken. Yürüyüp gitsem sonra evime. "Bana neyse insanlardan, ben insanları sevmiyorum bile, ne yapıyorlarsa yapsınlar" diyip uyusam.

14 Aralık 2010

3 Rounds and a Sound



Sevdiğim grupların canlı performanslarını izlemek en sevdiğim şeylerdendir bu yüzden tüm vaktimi youtubeda harcamışlığım da çoktur. Şarkıların farklı versiyonlarının üzerimde bıraktığı etkiye aşığım. Son zamanlarda bir de bu şarkıya aşığım, her haline. Ve izlediğim en mükemmel canlı performanslardan biri kesinlikle. Burada durmazsa ve ben onlarca kez üst üste izlemezsem içim rahat etmeyecek. Bir şeyi bu kadar sevince aklıma ilk blogun gelmesinin de ayrıca hastasıyım. Güzel ya, çok güzel. En azından hayatta güzel şeyler de var, youtube'da saatlerce konserleri izlemek, canlı performansların arasında kaybolmak mesela, bir de bunu yazabileceğim bir yerin olması.

11 Aralık 2010

!

Zaten canım sıkılıyor, acayip hem de. Kendi kendime bir şeylere anlam uydurmaktan da yorgun düştüm. Ankara'da hava böyle muhteşem olmasa hayattan tamamen kopup çıldırma seviyesine de gelirdim ama şansıma oyalanacak bir şeyler var, yağan karı izlemek gibi mesela. Benim için tam zamanlı bir iş haline geliyor böyle kış aylarının başlarında karı izlemek. O açıdan halimden memnunum ama canımı sıkan mezvular bir değil iki değil. Sonra bir de neden insanlar inatla benim sevilebilir bir insan olmadığımı ima eden laflar edip duruyor. Evet anladım emin olabilirsiniz, bir erkek bana ilgi gösteriyorsa veya seviyormuş gibi davranıyorsa bunun nedeni benim aslında sevilebilir veya ilginç bir insan olmam değil de sadece ortamda bulunuyor olmam, çevrede "var olan" bir kadın olmam. Çok teşekkür ederim, amin. Kim böyle güzel sözlerin üzerine kendini dünyanın en değerli insanı gibi hissetmez bilemiyorum. Bu güzelliğin hepsini sadece bana saklamayın, çeşitli zaman aralıklarında bunu yalnızca benim yüzüme yüzüme çarpmayın canlarım, etraf zaten özgüveni yerlebir kadınlarla dolu sayenizde, hani arada gözünüzden kaçan birkaç kişi olduysa gidin onlara da böyle şenlikli laflar edin de dünyada kimse kalmasın nasibini almayan. Anlamıyorum lan, neden yani. Hani bu konularda çok safça düşünen bir insan olmadım hiçbir zaman ama sürekli böyle yorumlar almaktan da gına geldi. Ben belki bir kişinin iyi niyetine inanmak isteyen salak ve mal bir insanım veya o insan olmak istiyorum, nolur yani iki gün canımı sıkmasanız. Kendimle ilgili zaten süper şeyler düşünmüyorum bir de gelip bana bik bik bik ediyorlar. Evet ben belki uğruna şarkılar yazılan kadınlardan değilim veya birini sevmeye çalışırken her şeyi elini yüzüne bulaşturmamayı başarabilen biri de değilim ama bırakın da azıcık da olsa sevilebilir olduğuma dair umudum olsun. Veya olmasın, sıçıyım lan, ne umudu, umut kim biz kim. Çok sinirliyim cidden ama sadece bunu söyleyenlere değil bu söylenenlerin beni bu kadar üzme potansiyeli olmasına ve buna izin verdiğim için kendime de. Bu da sanırım insanın kendisi hakkında düşündüğü ama başkaları tarafından söylenince içine bir öküzün gelip oturduğu durumlardan.

10 Aralık 2010

Bir Şarkı Daha

Blind pilot - i buried a bone by scratchingcolours


well look me in the head
I've got nothing on my mind
I've been waiting for you
all this time.

9 Aralık 2010

Üşümek

Kendimi üşümekle cezalandırdığım günlerin birinde, üşürken kafamın daha iyi çalıştığını görmem üşümenin ceza kısmını baya bir etkisiz hale getirmişti. Neden havanın buz gibi olduğunu bile bile incecik bir montla ve neredeyse çorapsız dışarı çıktığımı sorgularken, bir yandan kendime işkence etmek istediğimi biliyordum bir yandan da üşümeyi hissetmek istiyordum çünkü son zamanlarda ne hissettiğimi ayırt edebilmek gittikçe güçleşiyordu, üşümek ise çok yalın inkar edilemez bir gerçekti. Üşüdüğümü her zaman tüm fiziksel ve zihinsel bileşenleriyle köküne kadar hissediyordum. Sonunda bir şey kendi kontrolümde gibi geliyordu kendimi üşümeye mahkum ediyor bundan garip bir zevk duyuyordum. Aklım çok daha açık bedenim çok daha rahatsız bir şekilde Ankara'nın herhangi bir caddesinde kimseyi görmeden yürürken hissetmem gereken diğer şeyleri seçip ayırmaya çalışıyor onlara bir isim bir cisim bulmak istiyordum. Ne yazık ki üşümek kadar kolay değildi hiçbir şey. Bölük pörçük birkaç anının hatta anı bile denemeyecek görüntülerin esiri olmuştum ne zamandır . Aklımda hep aynı sahneler dönüp duruyordu. Gözümün önüne iki yıl önceden bir gün geliyor, tüm düşüncelerim bu görüntünün işgali altında kalıyordu. İki yıl önce sanırım bir Mayıs günü hasta bir şekilde evde oturuyordum ve saatlerdir ağlıyordum. Birden evin hiçbir yerinde güvende hissedemediğimi fark ediyordum, içimde tarifi imkansız bir rahatsızlık vardı, birazdan öleceğim veya her şey bir anda duracak gibi geliyordu. Yapacak hiçbir şeyim yoktu evdeki 1500. turumu atıyordum, yürüdükçe iyi olacağımı zannediyor aksine sanki biraz daha deliriyordum. Sonra kardeşimin odasını kapsınıa geldim, kapıyı çalıp içeri girdim. Bana baktı, hayalet gibi solgun bir yandan da gözleri ağlamaktan buruşmuş bir insanı görüp bir şey diyememişti, bilgisayarında dizi izliyordu. Yatağını göstererek ben şuraya kıvrılabilir miyim dedim? Kafasını salladı, Onun yatağının ayak ucunda yorgana sarılıp minnacık oldum ve o dizisini izlerken ben onun yanında oracıkta gözlerimi kapadım. Mutlu değildim sadece artık dünya yavaşlıyordu. Biraz huzura benzer bir şey vardı o yorganda ve odanın içinde. Sonra bir de karın çılgınca yağdığı bir akşam Güvenpark metro çıkışındaki yürüyen merdivenle yukarı çıkarken gökyüzüne baktığımda, ortamı sanki gece değilmiş gibi aydınlatan kocaman sokak lambasının ışığında milyonlarca kar tanesi aşağı doğru akıyordu. Ben yavaşça yukarı çıkarken onlar da yavaşça yüzüme doğru geliyorlardı. Etraf bembeyazdı, ışık gözümü alıyordu, gereğinden fazla beyazdı. Sadece merdivenden yukarı çıktım. İşte zihnimi işgal eden bu iki görüntü beni başka bir şey düşünemez hale getirmişti. Neden bu görüntüler şimdi aklıma üşüşüyor veya neden sadece ikisi hiç bilmiyordum. Mutlaka bir ilişkisi vardı ama o ilişkiyi bile düşünüp bulamıyordum. Sanırım bir şeyler çok yanlış gidiyordu ve ben yeniden kendimi sokaklara atıp üşümek istiyordum. Neyseki önümüz baya bir kıştı belki kafamın daha iyi çalıştığı kış günlerinde asıl problemimi bulur belki onu çözmeye bile yaklaşırdım. Şimdilik bununla ilgili söyleyebileceğim bir şey yok. Zamanla ve belki karlı ayazlı günlerin sonrasında ben de aradığımı bulurdum.

29 Kasım 2010

Herkesin Bir Mr. Darcy'ye ihtiyacı var.











Tabi ki Bridget Jones'un da var. Kendi Mr. Darcy'imizi bulmak için Elizabeth Bennet olmaya gerek yok belli ki. Ama düşüncem şu; dünyada Mr. Darcy'ler tahmin ettiğimizden çok daha az hatta oynayacak adam bile bulamamışlar ki hepsini Colin Firth oynamış. Bu durumda dünyanın en şanslı iki kadını Elizabeth Bennet ve Bridget Jones oluyor. Tüm dünyadaki kadın nüfusunu göz önüne alınca etrafta dolaşan 3-5 Darcy ihtimali beni çok karamsar yapıyor. Çok karamsar. Sanırım Mr. Darcyler de hayallerin baş kahramaını olmaya devam edecekler.

28 Kasım 2010

Sessizlik

İnsanların her şeyle ilgili fikirleri var , durduramıyorsunuz. Sizin acınızı nasıl yaşamanız gerektiğinden ne düşünmeninizin doğru olacağına kadar. Sonra, şakadan da olsa bazı sözlerin ne kadar yaralayıcı olduğunu fark edememeleri var. Böyle derinizi delip geçiyor sanki o sözler, kendinizle ilgili düşündüğünüz kötü şeylerin başka ağızlar tarafından yüzünüze söylenmesi ve onların artık fark edilen birer gerçek olduğunu kavramamız çok üzüyor. Belki sadece benim uydurmalarımdır diye teselli edemiyorsunuz artık kendinizi. Sonra bir de ofansif şakalar var; gülmediğiniz için yadırgandığınız. Kadınlığa, eşcinselliğe veya genelden farklı olan her şeye bu farklılıklara saldırılarak yapılan hiçbir mizah beni güldürmüyor. Gülsem de güldüğüme üzülüyorum sonradan. Bazıları benim çok hassas olduğumu düşünüyor, belki de öyleyim ama benim için kelimeler ve cümleler hiçbir zaman öylesine söylenen şeyler olmadı. Ben başka şekilde bakamam ve insanlara belli etmesem de kafamın içinde her bir söze teker teker üzülürüm. O yüzden bazen tamamen sessizlik olmasını diliyorum, kendim de konuşmayayım öylece duralım. İnsanlarla birlikte ama sessiz. Güzel bir hayal. Hepsi gibi imkansıza yakın.

24 Kasım 2010

Hayata Adapte Olamama Sendromu

Annemin dediği bir şey var bu sabah bahşetti hatta bu önemli fikrini; "senin şimdiye kadar bunlara alışmış olman gerekirdi" dedi, "neden hala ilk sefermiş gibi üzülüyorsun." Haklı tabi şimdiye kadar tüm bunları kanıksamış ve sallamıyor olmam gerekirdi, normal bir insan böyle yapardı. Ama ne yaparsın ben hiçbir zaman herkes gibi tepki veremedim. Herkes için çok kolay olan şeyler benim için zordu, kendimle ilgili fikirlerim hiçbir zaman annemin kendi ile ilgili fikirleri gibi olmadı. Bunun bir yatkınlık olduğunu kimseye anlatamadım yatkınlık hastalığa dönüştü gene anlatamadım. Çünkü herkese göre biraz olumlu düşünsem böyle her şeyi kafama takmasam iyileşecektim, üzülmeye değer miydi ya hayatta neler oluyordu. Hem bir de ben psikologtum kendimi tedavi edebilmeliydim sonra başkalarını nasıl tedavi edebilirdim. Bunlar ağızlardan öylesine çıkan cümleler , onlara bakınca her şey ne de kolay değil mi, ama değildi işte. Birazcık olumlu düşünseydim ufacık şeylere üzülmeseydim. dim dim. Sonuç olarak gene aynı yerdeyim evet kendimi tedavi edemedim, bunu yapabilen bir insan varsa o benim tanrım falan olabilir ama ben buna da inanmıyorum. Bazı şeylerin bazı insanlar için zor olduğunu kimse anlamazken ve ben de anlatamazken ne iyileşmesinden bahsediyorsunuz. Bir yanım hep suçlu hissedecek ve bir yanım hep kendinden nefret edecek, üzgünüm ama durum bu ve ben belki sonunda alışacağım bazı şeylere artık sallmayacağım belki ama o gün geldiğinde bile bir tarafımla üzüldüğümü bileceğim sadece belki artık üzülmekten sıkılmış olurum. Anneme hak vereceğim günler bile gelir belki kim bilir. Ama iyileşme denen şey sanırım benim kafamda bir anlam ifade etmiyor. Psikolog olmam da hiçbir şey ifade etmiyor, gerçekten. Hatta bir kişi daha bana kendini iyi et derse yangın var diye bağırabilirim. Neden yangın var diye bağrılır onu bilmiyorum ama o şekilde bağırmazsam küfür ederek bağıracağım daha nahoş olacak.

Ve sanırım artık bir iş bulmalıyım veya bir şeyler yapmalıyım. İngiltere olayını gerçeğe dönüştürmek için bir şeyler yapıyorum gerçi ama bütün yıl ingilterede yapacağım şeylerle ilgili hayal kurarak geçmez. Aslında geçer de birileri daha bana işle ilgili soru sorarsa kafa göz dalarım diye korkuyorum. Hem gerçekten insanlara neyse bundan! Son zamanlarda insanlarla gerçekten hiç anlaşamıyorum. Her zamankinden daha fazla yoruyorlar beni. Sinirli bir insan oldum, çok fazla engellenme yaşadığım için bu sinir biliyorum, neden kafamın içindekilerle gerçek hayat bu kadar az örtüşüyor, neden bu kadar ergen cümleler kuruyorum ben, kendime de kızıyorum şu an. Bence bazı insanları büyümeye zorlamamak lazım, herkesin harcı değilmiş bu iş. Tercihe bağlı bir şey olsaydı büyümek, ruhu ona uygun olanlar yetişkin olsalar olmayanlar ise hep çocuk kalsalardı gerçekten çok mutlu bir dünyada yaşıyor olurduk. Ben de hayata adapte olmakta bu kadar zorlanmazdım.

22 Kasım 2010

Yaşanamayan olaylar ve 90lardaki pijamalı klip

Hayatımdaki ultra enteresan şeylerden falan bahsetmeyi ben de isterim ama ne yazık ki başıma gelen en enteresan şeyin kontörümün bitmesi olduğu bu dünyada bloga yazacak atraksiyonlarım yok. Olay bazında çok durgun geçiyor günler o yüzden hayatım herhalde bir durum hikayesi olabilirdi. -Ki bence o kadar bile olmazdı ya neyse.- John Mayer'ın "half of my heart" şarkısını da içinde bulunduğum durumu tam olarak anlatsın diye seçtim. Böyle olunca çok mutlu oluyorum itiraf edeyim satırlarca uzun uzun yazacağım şeyin özetini geçmiş adam. Ne yazıcam ben de dinlerim diyorum. Öyle duruyorum, kafamda kuruyorum her şeyi valla, kura kura kurudum be adam da diyerek gülşenin tahminen 1994 yılındaki pijamalı klipli şarkısı "be adam"a da gönderme yapıyorum. Nedense o yıllarda Gülşen'in konuk olduğu Şahane Pazar programnı bugün bile çok canlı hatırlıyorum, nasıl travmatik bir yaşantıysa tüm ilkokul anılarım gitti gülşen, pijaması ve uygur kardeşler zihnimde capcanlı. Zaten hayat boyu kafam bu şekilde çalıştığı, dünyanın en gereksiz ayrıntıları beynimin içinde dönüp durduğu için şu anda bu haldeyim ya hadi ona da neyse. Gülşen evrim geçirdi, reha muhtarla bile çıktı o derece yani, şahane pazar yayından kalktı ben üniversiteyi bitirdim ama hala aynı tas aynı hamam. Neden bi Gülşen kadar bile olamıyorum şu dünyada. Çok dertlendim blog, o yüzden bu videoyu buraya koyuvereyim de 90lara dönelim, benim gibi 90lara takıntılı insanlar varsa onlara da bi hayrım dokunsun, şarkıyla da bi mesaj veriyor değilim onu da belirtmek isterim zaten gülşen'in klibiyle mesaj verecek kadar düştüysem vay halime. Garip de olsa güzelmiş lan , bildiğin güzel klipmiş. Hayır şimdi durup dururken nerden de aklıma geldi, ah ulan bilinçdışı sen beni öldüreckesin illa bi yerden kuruyosun bağlantıları. Çakal.

20 Kasım 2010

Güneş ışığı kusan insanlara bi sus diyen insan olmak istiyorum.

Umut Sarıkaya'nın yarrak gibi adam tiplemesi var ya ha işte öyle insanlardan ölesiye nefret ediyorum. Dr. Cox'ın deyimiyle "güneş ışığı kusan" her şeyin mutlu yanını gören ve pozitif insanlar oldukları için özel olduklarını zanneden, kötü şeylerin asla kendi başlarına gelmeyeceğini düşünen bu kitleye en güzel küfürleri etmek istiyorum. Hadi herkes istediği gibi yaşama hakkını sahip ama bu mutlu, güneş ışığıyla çalışan insanların başkalarının hayatlarına karışma hakkını kendilerinde bulma kibirlerine ekstra kıl oluyorum. Gerçekten sen mutlu, pozitif, cıvıldak bir insan olabilirsin, senin hayatın senin seçimin ama gelip de bana "sen olumlu düşünmediğin için başına kötü şeyler geliyor, aslında sende şöyle potansiyel var, şöyle süper bi insansın ve inanırsak yapabiliriz" gibi laflar edersen ben de sana bi siktir git diyebilirim. Sonra bir de tüm televizyon kanalarında her türlü programı parsellemeleri var ya bu insanların; hangi kanalı çevirsem ruhum kusuyor. Ya sağlıklı beslenmeden ya pozitif düşünceden ya da kendimizin aslında ne kadar değerli olduğundan falan bahsediyorlar. Sürekli yedikleri sebze meyveyi anlatıp sporun onları ne kadar canlı ve mükemmel kıldığını tüm dünyayla paylaşıyorlar. Sonra bizim gibi yemeği hakkında konuşmayı değil onu yemeyi tercih eden, havanın güzelliğyle birlikte çiçek açmayan insanlara tavsiyelerde bulunuyorlar. Hiçbir televizyon da hayata gerçekçi veya karamsar bakan bir insanı programına konuk etmeyeceği için sanki dünyadaki tüm gerçeklik sebzelerini buharda haşlayan, mutluluğa inanan ve pilates yapan güneş insanlarıymış biz de doğru yolu bulamamış zavallılarmışız gibi bir mesaj veriliyor. Artık buna isyanım var, canıma tak etti her gün gazetelerde nasıl daha mutlu oluruz hangi sebze bizi daha canlı yapar, spor yapmazsak başımıza ne korkunç şeyler gelir ve en önemlisi düşüncenin gücüyle nasıl parıldayan kelebekler olabilirz temalı yazıları görmekten, televizyonda ve sokaklarda bu insanlara maruz kalmaktan. Dediğim gibi kendi hallerinde yaşasalar gene bi şey demiycem ama herkesin hayatına burunlarını sokuyorlar, tabi tüm dünyayı mutlu etmek onların misyonu çünkü, o mükemmellik ve parlak ışık herkese bulaşmadan rahat edemeyecekler.

Bir de artık sebze mi yiyorsunuz lahana detoksu mu yapıyorsunuz neyse o, şimdiye kadar bir milyonuncu televizyon programnında iki milyonuncu gazete haberinde görüp ezberlemiş olmanız lazım, ben bile ezberledim lan. Yeter yani eğer birileri daha bir avuç ceviz badem falan derse televizyona kafa atacağım. Eğer birileri daha içimizdeki güçten, olumlu düşünerek dünyayı yerinden oynatabileceğimizden en önemlisi hayata dair gerçekçi her düşüncemizin bizi yavaş yavaş öldürdüceğinden bahsederse ben de bu dünyada kimsenin 3 avuç ceviz bir sap lahanayla sonsuza kadar yaşamadığını pozitif düşündüğü için düşündüğü her şeyin gerçek olmayacağını herkesle paylaşan, milletin günışığına turp sıkan bir insan olacağım. Herkes benim hayatımı işgal edebiliyorsa ben de onlara aynı şeyi yapacağım. O yüzden bi durun, ben düşündüm olacak, yapacağım diyorsanız da içinizde tutun, sakin sakin. Her şey size kolay biz bir şeyi başaramıyorsak veya mutsuzsak bu da bizim suçumuz ve evet çok zayıfım, sağlıksızım, mutsuzum, inançsızım, karamsarım, size bir zararım yok. Beni değiştirmeye çalışmayın. Toplum için de bir tehdit değilim, merak etmeyin. Uzak durun ve iki rekat susun.

17 Kasım 2010

Maybe it's the weather or something like that.

Belki başka bir şeydendir tam emin değilim Bob Dylan havalardan olabileceği iddia ediyor mesela; -neden olmasın- bazı günler bazı insanlar aklımıza düşüveriyor ya işte sonra böyle çok özlüyoruz falan ya sanki yanımızda olsa o insanlar, sevdiğimizi göstrerebilecekmişiz gibi veya kıymetlerini bilecekmişiz gibi. Onlarla kafamızın içinde konuşup en güzel cümleleri kurup en manalı hayali bakışları atıyoruz falan ya hani. Otobüs yolculuklarında çalan şarkıları dinlerken gözümüzün önüne onlarla ilgili saçma sapan ayrıntılar geliyor ve gülümsüyoruz falan ya. Sonra gerçekten karşılaştığımızda dilimiz tutulup tüm mükemmel cümleleri unutuyoruz ve tüm anlamlı bakışların yerini boş bakışlar alıyor ya, sonra onları görmenin özlemimize iyi değil kötü geldiğini anlıyoruz ya işte bu bizim dramımız. Havalar ya da başka şeyler ne olursa olsun sanırım insanları aklımıza düşürmeyecek ortamlarda bulunsak, öyle havaları arasak belki, biraz daha iyi olabilirdi her şey. Hem gerçekten kavuşmanın özlemi geçirdiğini kim söylediyse çok büyük yalan söylemiş. Yok öyle bir şey.

15 Kasım 2010

Tek Bir Ayakkabı

Bugün kızılayda insanların yürüdüğü bir yolun orta yerinde tek bir ayakkabı gördüm. görülecek en ilginç şeylerden biridir benim için "tek ayakkabı". Bir insanın ayakkabısının tekini kaybedeceği veya bir tane ayakkabıyı canı sıkıldığı için yolda bırakacağı gibi düşünceler beni çok mutlu ediyor. Böyle bir insanla tanışmayı arkadaş olmayı falan isterim ben. (Bkz: Joey). Kalan tek ayakkabısıyla yürüdüğü yolları düşünüyorum da, acaba ayakkabısının tekinin olmadığını fark etmemiş olabilir mi? Tüm bulvarı yürümüş, metro çıkışına geldiğinde kendinde bir gariplik olduğunu sezmesinin akabinde tek ayakkabı ile yüzleşmiş ve onca yolu geri dönüp diğer ayakkabısını almaya üşendiği için vazgeçip evine öylece gitmiş midir? Ya da hikaye aslında hiç böyle gelişmemiş yolun kenarındaki binalardan birinde bulunan bir insan arkadaşına şaka olsun diye ayakkabısının tekini camdan aşağı atmış ve tüm gün bu yaptığıyla gurur duyup içten içten sırıtmış mıdır? Sonra ayakkabısı atılan kişi kaybolan tek ayakkabısının gizemini düşünüp düşünüp karalar bağlamış mıdır?. Yolun ortasında tek bir ayakkabı! Hikaye hangisi olursa olsun tüm eve dönüş yolu boyunca beni mutlu ettiği kesin. Bir gün olur da ayakkabınızın tekini kaybederseniz bana haber verin, en azından bu hikayeye sahip gerçek bir tanıdığım olsun, sağda solda anlatayım sırıtarak.

13 Kasım 2010

Başka Bir Şarkı

Down River by The Temper Trap by infectiousmusicuk

Bu şarkıyı çok seviyorum ben. Başka da bir şey söylemeyeceğim, bu kadar.

9 Kasım 2010

we are standing on the edge



it's gonna be a glorious day
i feel my luck could change

Claire'i anlamak, artık daha fazla anlamak.

4 Kasım 2010

Hello Darkness, My Old Friend*

Yalnızlıkla ilgili hiçbir problemim yok, gerçekten. Hatta seneye bu zamanlar bilmediğim bir ülkede bilmediğim bir şehirde kimseyi tanımıyorken yaşayacağımı ve tam manasıyla yalnız kalacağımı düşündüğümde de kaygılanmıyorum. Bir şekilde hallolur zira ben tek başınayken sıkılan biri olmadım hiç. Bana çekici gelen bir tarafı bile var yalnızlık kavramının. Şunu da düşündüm mesela; burada mutsuzum zaten, oraya gittiğimde de belki mutsuz olurum ama en azından farklı bir yerde mutsuz olurum, farklı bir şeyler yapıyor oluşumla avunurum. Gideceğim konserleri düşünsenize, İngiltere yani müziğin kalbi. Sırf bunun için bile gidilir. Şu an için sadece bir ihtimal de olsa düşünmesi güzel, yalnızlık mesele değil. Son zamanlarda oldukça çok yalnız zaman gerçirdim zaten. Kitapçılara, okul kütüphanelerine, sinemalara gittim yalnız başıma, sokaklarda dolaştım her zamanki gibi, insanlara baktım uzun süreler boyunca. Hala bir şey anladığım yok, onu söyleyeyim; insanları izleyerek geçirdiğim saatlerin çokluğu pek bir şey katmıyor bana. Muamma devam ediyor.

Mesela bugün, insanların kendileri ile ilgili anlattıkları hikayelerde ne kadar farklı ve eşssiz olduklarına dair paylaşma gereği duydukları ayrıntıları düşündüm. Herkes o özelliğin kendine ait olduğunu ve bunun çok değişik bir şey olduğunu zannediyor ya sonra başka başka kişiler bana aynı şeyi anlatıp ne kadar eşsiz olduklarına dair geribildirim istiyorlar ya bir de, işte o zaman içimden alaycı alaycı gülüyorum. Şu kar taneleri muhabbetine girmeye gerek yok bence. Evet evet hepimiz birbirimziden farklı kar taneleriyiz ama sonuçta kar taneleriyiz, özümüz bu. Neden bizde olan bir şeyin başka bir insanda asla bulunamayacağı gibi bir kendini önemse içindeyiz onu merak ediyorum. Sanırım bu da insan olmakla alakalı bir şey, ben yine de söz konusu insanlar olduğunda onların farklılıklarından çok benzerliklerini düşünüyorum. Dünyayı bu hale getiren, eminim ki insanların o eşssiz kar tanesi özellikleri değil de sadece kar taneleri olmaları. Bu kadar sıradan bir düzen öyle çok farklılıkla olacak şey değil. Kendimizi kandırmayalım. Birbirimize bu kadar benzemesek medeniyet diye bir şey de olmazdı herhalde. Belki ben psikoloji ile fazla haşır neşir bir insan olduğumdan , insanların benzer olaylara verdikleri benzer tepkiler hakkında bir sürü şey okuduğumdandır, bilemiyorum. Hatta bazen bana o kadar aynı geliyor ki tüm insanlık canım sıkılıyor. Ve ayrıca bu demek olmasın ki farklılıklara inamıyorum ya da onları önemsemiyorum. Tabi ki her insan kendine özel, sadece kendinin anlayabileceği ve hissedebileceği bir şeyler taşır içinde ama bu, insanların her gün anlattığı ben sabah kalktığımda kafamı bir kere dolabın içine sokar, dişlerimi sadece sol elimle fırçalarım gibi bir şey değil. Veya içimde öyle bir acı ve boşluk hissediyorum ki kimse anlayamaz gibi bir şey de değil. Böyle yani, bilemeiyorum belki bunlar da çok ilginç şeylerdir ama bana hiç mi hiç ilginç ve farklı gelmiyor doğrusu. Anlatılan hikayelerdeki diğer bir sürü davranış diğer bir sürü özellik gibi. Belki de benim içim öldü her şey sıradan geliyor, bak o da olabilir.

Sonra bir de Adnan'ın hikayesi var. Belki birgün anlatırım onun hikayesini, beni çok üzüyor çocukluğumdan beri annemden dinlediğim bu hikaye. Bilirsiniz anneler aynı hikayeleri tekrar tekrar anlatmaya bayılır. Çocukken işkence gibi gelen bu hikaye seansları büyüdükçe daha manalı gelmeye başladı bana. Eskiden annem 105. kere anlattığı için yarım yamalak dinlerken şimdi 156. kez anlattığında sanki ilk defa duyuyormuş gibi can kulağı ile dinliyorum. Neden bilinmez; belki annelerin bir hikayeyi anlatabileceği sayının limitinin dolmasına az kaldığı ve bunu artık fark etmeye başladığım için, belki de sadece hikaye çocukken anlayamadığım kadar güzel olduğu için. Birçokları var böyle ama Adnan en üzgünü. Artık onu düşündüğümde gözyaşlarımı tutamıyorum, çocukken böyle değildi. Ve zaten çocukken her şey daha az üzgündü.

*Bence en azından haftada bir Simon & Garfunkel dinlemek lazım. Hayat kısa, bu kadar güzel müzik varken elimizin altında heba etmeyelim. The sound of silence gibi bir şarkıyı yapmış olmaları bizim için bir lütuf değil de nedir. Bir de Bob Dylan evet Bob Dylan ve mızıka. Yaşarken gerekli. Onu da haftada bir iki doz alıp uyumak lazım.

3 Kasım 2010

Autumn Sonata

























































Bazen bazı şeyler çok zor.


Not: Bu haftayı kendime Ingmar Bergman haftası ilan ettim. Filmlerinin üzerine yazacak pek bir şey bulamadığım için onun sözlerinden alıntı yapmak en güzeli galiba. Bazen bazı insanlar sizin söylemeniz gerekeni sizden çok önce ve sizin söyleyebileceğinizden çok daha mükemmel şekilde söylemiş olur. Ve bu durum sizi asla rahatsız etmez aksine anlaşılmış ve anlamış hissederseniz. Bir de daha az kopuk biraz daha bağlantılı. Hayata veya bir insana veya herhangi bir şeye.

26 Ekim 2010

Uyum Böyle Bir Şey İşte.

Bugün eve doğru yürürken birden aklıma geliverdi; Zooey Deschanel ve Ben Gibbard'ın evli olması ne kadar güzel değil mi? Evet benim boş zamanlarımda böyle şeyler düşünmem oldukça garip sayılabilir ama çok sevdiğim iki muhteşem insanın birbirlerini bulabilmiş olmaları salakça mutlu ediyor beni. Sonra bir de doğacak çocukları gerçeği var. Hepimizin olmak istediği ama asla olamayacağı şeyleri olabilme potansiyeli var o çocukta. Genetik olarak edineceği güzellik, iyi ses, duygusallık efenime söyleyeyim her türlü yetenek, sözel zeka, müzikal zekayı falan düşünüyorum da.. Sonra bir de içinde büyüyeceği çevrenin süperliği var. Dünyanın başkanı falan olsun o çocuk.

Ben Gibbard hakkında da her zaman iyi şeyler düşünürüm ama death cab for cutie'yi ne zaman dinlesem veya grubun adını ne zaman duysam aklıma ilk olarak ben gibbard değil de Seth Cohen geliyor, engelleyemiyorum. Çok da spesifik bir sahne canlanıyor gözümün önünde. Ryan'ın Seth dışarıda olduğu bir gün onun odasına girip Seth'i beklerken death cab for cutie dinlediğini ve çok duygusallaştığını söylediği sahne. Sonra Seth heyecanla ve spoonge bob bakışlarıyla "gerçekten mi" diye sormuştu, sevinmişti çocuk bildiğin. Ryan da "tabi ki hayır" demişti. Yüzü düşmüştü Seth'in. O sahnedir benim aklımda Death Cab For Cutie'nin yeri. Kimse anlamıyordu Seth'i zaten, dizi boyunca da pek anlayamadılar ama biz seviyorduk Seth kardeşi, death cab for cutie ile duygusallaşıyorduk zaman zaman. Hala duygusal anlar yaşıyoruz şarkılarıyla, çok liseli olmayan manalarda artık tabi ki.

Zooey ise bambaşka bir şey. Yeryüzünde en çok hayran olduğum kadınlardan biri. Mavi gözleri süper saçları falan bir yana bu kadındaki sestir beni delirten. Bence çok muhteşem bir ses tonu var, yaptığı müzik de on numara. Eminim bu söylediğime katılmayacak sürü sürü insan bulabilirim ama tam benim havalarım She & Him. Ki M. Ward da sevilir, sayılır. Konuşurken ki ses tonuna da ayrıca kurban oluruz. Bir de sağda solda ikoncan diye gösterdikleri kadınlara Zooey'i takip etmelerini öneriyorum zira tarz konusunda da aşmış bir kişi. Evet kısaca; tümden mükemmel insanlar vardır ya işte onların kraliçesi Zooey ki bir de şirinlik faktörü var kendisinde, her şeye sahip olduğu için kıskanamıyorsunuz bile. sadece seviyorsunuz.

Düşünsenize sabah uyanınca birlikte şarkı söylüyorlarmış evlerinde, akşam yatmadan önce şarkı sözleri yazıyorlarmış falan. Allam ne tatlı hayat, ne güzel insanlar. Universe takdir ettim seni bazen de doğru insanları buluşturuyorsun galiba. Az ve öz çalışan bi kurumumuzsun universe.

24 Ekim 2010

Bir Şarkı

Ben bu şarkının içinde yaşasam diyorum. Sonuna doğru vokalin sesi hafiften çatallaşıyor ya ha işte evimi oraya yaparım, uyur uyanırım vesaire. Şarkıların insanlar üzerindeki etkileri hakkında sayfalarca yazabilirim ama bir şarkı, içinde yaşama isteği uyandırıyorsa her türlü kategoriyi sollayıp en birinci olur. Sonra üzerine konuşulmaya gerek kalmayan seviyeye gelir ve sadece dinlemek gerekir. Bu şarkı o şarkı işte.

Down in the Valley by theheadandtheheart

Seattle'ın havası suyu bir şeyi var, aynı Britanya gibi. Müzik, yağmurlu memleketlerin harcı sonucunu çıkardık galiba, eh tabi ki.

21 Ekim 2010

Sonlubahar

Sonbahar Ankara'da çok güzeldir bilen bilir, sevmeyenlere de sözüm yok ama şu mevsimde bu şehirde olmak en güzel şey. Soğuk, yağmur, kahve, müzik ve Ankaradır benim için sonbahar. Öyle bir şey ki bu, sanki dinlediğim her şarkı okuduğum her cümle izlediğim tüm filmler daha bir anlamlı daha değerli. Dışarısı böyle soğuk ve kapalıyken insanın yapabileceği en yararlı şeyin kendi içine bakmak olması belki beni çeken. Okurken, dinlerken bir gözüm hep içeride hep kendimden yola çıkıyorum sanki. Bir de yazın getirdiği anlamsız rehavet ve "her şey gelir geçer" duygusundan kurtulmuş olmanın verdiği ufak tedirginlikle birlikte yapılan her aktivite başka bir heyecan hissettiriyor bana. Şarkılar da o yüzden daha anlamlı kitaplar da. Geçip giden ve gerçek olmayan şeyleri değil de hayatın kendisini çağrıştırdığı için, aynı sonbahar gibi. Zaten hayat hep biraz sonbahara benzer. Yaz çok sürreal, ilkbahar çok iyimserdir. İlkbahardan ruhum sıkılır; güzel şeyler asla ilkbaharda gerçekleşmez. Kış içinse söyleyebileceğim fazla bir şey yok; nedensiz yere çok sevdiğim ve vazgeçemediğim için paramparça olana kadar giydiğim ayakkabı gibi kış. Öylece seviyorum, sorgulamıyorm. Ancak en gerçeği mutlaka sonbahar. Ve Ankara'yı nasıl bırakıp giderim onu düşünüyorum son günlerde. Bu şehirde bana yapışan bir şeyler var; belki şu an için çamurudur bilemiyorum. 2 ay önce de tozuydu ondan eminim. Ne olursa olsun hiçbir şehrin sonbaharı Ankara gibi olmayacak ve ben çok özleyeceğim. Yani aslında henüz bi yere gittiğim de yok ya, böyle içime dert oluveriyor bazen. Hep bu sonbahar yüzünden, havaları suçluyorum böyle düşüncelere daldırdığı için beni. Suçlamam bayılmadığım anlamına da gelmiyor. Seviyorum, sövüyorum.

16 Ekim 2010

Mesafe

İnsanların arasındaki mesafeler inanılmaz olabiliyor bazen. Öyle mesafelerin nicel boyutunu kast etmiyorum bile. Birkaç hafta önce yanından bir saniye ayrılmak istemediğin, birlikte çok zaman geçiren insanlara özgü o ortak dili oluşturmaya başladığın, sevdiğin, özlediğin bir insanla birden bire aranıza giren, ortanıza yerleşen mesafe bahsettiğim. Çok garip, sanki o kişi aynı insan değilmiş hatta sen aynı insan değilmişsin gibi. Konuşabileceğiniz tek şeyin, sokakta yanından geçerken seni görmemesini dilediğin teyzeyle konuştuğun şey olması beni üzen. Öylesine bir sohbet ; iki tarafında rahatsız hissettiği ve "ama şimdi karşılaştık bir şeyler konuşmamız lazım sadece bir kafa selamıyla da geçilmez ki o zaman söyleyecek bir şey lazım, hadi konuş konuş konuş" şeklinde iç sesimizle kendimizi bile baydığımız, samimiyetsizliğimiz yüzünden duruma yabancılaştığımız anlar silsilesi. Samimiyet kazanılması zor bir şey ama belli ki kaybetmesi çok kolay. Benim içinse samimiyeti kurmak herkese oranla daha zorken bu kadar kolay kaybedebilmeme daha çok üzülüyorum haliyle. Bir yandan da aslında gerçek bir samimiyet olsaydı durum bu olmazdı diye de düşünmeden edemiyorum. Belki benim olayım yakınlığı kaybetmek değil de aslında gerçekten hiç yakın olamamaktır. Bu düşünce başlı başına korkunç ama gerçeklerin çoğu öyle oluyor zaten. Ne yazık ki.

14 Ekim 2010

Uçurum

Bana öyle geliyor ki insanın istedikleriyle elde ettikleri arasında mutlaka bir açıklık olacak hatta bazı durumlarda bu açıklık uçuruma dönüşecek -veya bazı insanlar için mi demeliydim? - Hayalci arkadaşlarım gelin beraber atlayalım uçurumlardan. Bir şey" elde etme" fikri de garip tabi, ne manyak canlılarız ki her şeye sahip olmak istiyoruz. Belki bazı şeylere sahip olunamıyordur, onlar böyle yanımızdan geçip gidiyor hatta belki biraz da casper gibi içimizden geçiyorlardır. Azıcık ürperip yolumuza devam ediyoruzdur. Neden olmasın? Aslında şu var ki, ben bir şeyleri elde edememekten yoruldum; bazı şeylerin o -elde edilebilir- kategoriye asla giremeyeceğini düşünmek içimi de rahatlıyor olabilir. Buna da neden olmasın diyebilirim. Kimi zaman da her şeyi birkaç yönden düşünmekten yoruluyorum. Öyle değilse böyledir veya böyle olduğu için aslında bu şöyledir gibi yorumlar yaptığım her an, gerçekten çok istediğim bir şeyi yapma girişiminde bulunsaydım belki uçurumlarım bu kadar büyük olmazdı diye de geçiyor içimden. Ve bunu aklımdan geçirirken de gene aynı şeyi yaptığımı söylememe gerek yok sanırım. Bitmeyecek bu döngü. Sadece zaman geçecek. Ama olsun, atlayalım uçurumlardan.

13 Ekim 2010

Bir Film: Nowhere Boy

John Lennon 70 yaşını doldurdu geçen gün, ben de oturdum tüm günümü Beatles şarkıları dinleyerek geçirdim ve bu adamın bize bıraktıklarının ne kadar büyük ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Tek bir insanın dünyada böylesine değişim yaratabilmesini hep büyüleyici bulmuşumdur; insanlıkla ve kendimle ilgili az da olsa umut barındırmama sebep oluyor bu insanlar.. Sonra Lennon'ın doğumgünü şerefine aylardır izlenmeyi bekleyen Nowhere Boy'u izledim, meğerse filmin zamanı buymuş dedim kendi kendime, onca zaman bekletmenin güzel bir tarafı da olabiliyormuş. Öncelikle söylemem lazım filme bayıldım ve Beatles'ı ve John Lennon'ı seven herkesin derhal izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve buradan sonra spoilerlı mevzulara giriyorum.

Film Lennon'ın ergenliğini anlatıyor; çok kısaca böyle diyebiliriz. Tam bir ergen görüyoruz filmde sinirli, tavırlı, eğlenceli bir çocuk John ve ailesiyle okuluyla problemli. Aslında asıl olay ailesi, filmin bize gösterdiği John Lennon'ı annesi Julia ile ilişkisi ve bu ilişkinin onun hayatına ve müziğine etkisi. Julia John'u bırakıyor ve teyzesi Mimi ile büyüyor John ancak çok sonradan annesiyle karşılaşıyor, ardından derin-karmaşık aslında çok da anne-oğul ilişkisine benzemeyen bir nevi arkadaşlık bağı gibi bir şeyle bağlanıyorlar birbirlerine. O bağ sayesinde Lennon müziğe başlıyor ve belki filmdeki en heyecan verici yerlerden biri de John'un müzikle tanışması oluyor. Plak dükkanından rock'n roll plakları çalmaya çalışması mızıkasının melodileri, Elvis'e özenip ben rock'n roll grubu kuracağım diyerek çok spontan bir kararla ilk gitarını alması. Bu sahneler beni çok heyecanlandırdı, bir şekilde The Beatles'ın kuruluşunun ilk anlarına tanık olmuş gibi hissettim. Aynı heyecanı Paul McCartney'nin ilk göründüğü sahnede de yaşadım ve filmin sonuna kadar beatles kelimesinin geçeceği anı bekledim ama o an hiç gelmedi. Yine de söylenmese de filmin sonunda John yeni grubunu kurmuştu ve Paul ile birliktelerdi.

Julia karakteri hakkında ise söylenecek çok fazla şey var. John Lennon'ı bu insan yapan şey aslında çocukluğu, annesinin onu bırakması, babasının yokluğu ve Julia'nın müzikle içli dışlı olup oğluna bildiği her şeyi anlatması ya da belki sadece başlı başına bir ilham kaynağı olması. Böyle bir anne figürünün ve onun yokluğunun bir adamı şekillendirmesi hiç de şaşılacak şey değil ve ben, hayran olduğum insanların çocuklukları, travmaları, aileleri konusundaki genel merakımı göz önüne alınca çok da memnun oldum Lennon'ın geçmişinden, onun bir ikon olmasını sağlayan geri planından anlar izlemekten. Hikaye tamamiyle doğru mudur eksiği gediği var mıdır bilmiyorum ama film bitince Julia şarkısını açıp da bir dinlemek istiyor insan, öyle etkiliyor Julia işte -ki o şarkı da Julia için yazılmış ama yoko ono'dan da bahseden bir şarkıymış.- Şimdi düşününce Lennon'ın Julia gibi bir farklı ve baskın bir anne figüründen sonra diğer güçlü ve baskın bir kadın olan yoko ono'yu böyle çok sevmesi şaşırtıcı değil. Veya ben çok zorlama bir bağ kuruyorum şu anda. Her neyse filmde en sevdiğim söz şu aşağıdaki diyalogta geçen John'un bir Elvis olma hayaliyle yanıp tutuştuğu ve annesine dert yandığı sahnede annesinin verdiği cevaptı. Elvis olmadığı iyi olmuş gerçekten yoksa kim John Lennon olabilirdi.

John: why can't god make me Elvis?
Julia: cause he was saving you for John Lennon.

30 Eylül 2010

Seçenek

Her zaman iki seçenek olması garip değil mi? Neden hep iki şey arasında kalıp kafayı yer insan. Bazen de 4-5 farklı seçenek olsa da onlardan birini seçmek zorunda kalsak, sırf değişiklik olsun diye. Ama nedense olan hep ikinin laneti. Sanki hepimiz bir filmin son yarım saatinde yaşıyoruz da ana karakterin artan gerilimini anksiyete dolu bir fon müziğiyle tırnaklarımızı yiterek izliyoruz. Filmi hem izliyoruz hem de ana karakteri oynuyoruz; daha da gerilim dolu oluyor öylesi. Evet biliyorum iki seçenek arasında seçim yapma süreci çok dramatik, çok heyecanlı falan filan, yine de drama dediğimiz şey gerçek hayatta olmasa da bir şey kaybetmezdik gibi geliyor bana. Belki çok fazla dizi-film izlediğim içindir.

27 Eylül 2010

Loser.





Ha şunu bileydim. Bir de "what's wrong with me? uuu don't open that door." var.
Kapımız penceremiz kapalı chandler sen hiç merak etme.





fotoğraf şurdan

15 Eylül 2010

Kitap ayracı ve çağrışımları

Bugün can sıkıntısı neticesinde kendimi sokaklara attım, yediğim pizza midemi bozdu ama moralimi bozamadı, eve iki tane süper kitap ayracı alarak döndüm. Sonuçta dışarı çıkıp da bir şey almadan eve döndüğüm günler oldukça sınırlı, say desen tarihleriyle sayarım. Bu masraflı halime rağmen hala işsiz olduğumu da gururla söylemekten çekinmiyorum. Ama kitap ayracı dediğimiz şey ucuz bir şey yani, zaten benim burada bahsetmek istediğim onların fiyatı falan da değil ama giriş yapma konusundaki yetersizliğim neticesinde hiçbir zaman isteğim girişi yazamıyorum. Mazur görün a dostlar. Anlatmak istediğim bu ayraçların üzerinde yazan sözler ve bana çağrıştırdıkları. Zaten orada yazan şeyler hoşuma gitmese almamın bir anlamı olmazdı, kim ister kitabını her açtığında gıcık olduğu bir cümleyi görmeyi değil mi ama? Belki onu isteyen insanlar da vardır tabi ama o kişi ben değilim ve evet biri beni sustursun da gerçek konuya dönelim:

Birincisi Dostoyevski'nin bir sözü ve ben buna tamamen inanıyorum.

"Yeryüzünde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa tanrı yoktur."

Tanrı, dinler, anlam, amaçsızlık vesaire ile ilgili ilk sorgulamaları yaptığım zamanlarda -belki orta son belki lise bire falan denk geliyor- tanrının var olmadığını düşündüğümde aklıma gelen ilk fikir tam da buydu. Her şeyi anlayabilirdim ama dünyada bu kadar çok çocuğun sürekli acı çekiyor olmasına bir türlü anlam veremezdim. Bu durum her türlü dinin her türlü argümanıyla çelişiyordu. Bu dünya bir sınav yeriyse bu çocuklar daha hiçbir şey yapamadan ölüyor, ödüllendirilecek veya cezalandıracak hiçbir şey biriktirmemiş oluyorlardı. Zaten islama göre çocuklara günah yazılmıyordu, yaptıkalrı herhangi bir şeyden belli bir yaşa gelmeden sorumlu olmuyorlardı. İşin kötüsü bu çocuklar hiçbir şey de yapmıyorlardı, hep başka yetişkinler yüzünden acı çekiyor savaşlarda yaralanıyor dünyanın bir yerinde temiz su bulamadıkları için ölüyorlardı. Aileleri tarafında taciz edilip, dövülüyor hatta öldürülüyorlardı. İnsanların ölen çocuklarla ilgili savunduğu diğer argümansa tanrının onları direk cennete aldığı veya çocukların melek oldukları yönündeydi. O zaman bu nasıl bir tanrıydı ki bu çocuklara önce bu dünyada işkence ettirip sonra onları cennete alıyordu. O zaman direkt cennete alsındı. Buradaki acının amacı neydi, zaten yaşadıkları bir şeyden sorumlu tutulmayacaklardı. Bu çocuklar diğer insanlara bir şeyleri gösterebilmek için acı çekiyorduysa başka insanlara ders olsun hepimiz utanıp kendimize gelelim diye tanrı onlara böyle bir misyon yüklediyse bu gene çok acımasızdı. Niye onlar diğer bencil insanlara bir şey öğretmek için feda edilmeliydi. Nasıl bir tanrı anlayışıydı bu. Nasıl bir tanrı yapardı bunu.

Her türlü tartışmada ben dünyada bu kadar çocuğun acı çekiyor olmasından bahsedip "işte tamamen yapayalnızız buraya terk edilmişiz ve tanrı yok varsa da umrunda değiliz" dediğimde insanların bana verdikleri cevaplar bunlardı. Ve ben bu cevapların hepsinden nefret ettim çünkü onlar ne kadar buna inanmak isteseler de hepsi mantıksızdı. Hala mantıksız. Bunları ilk düşündüğümde belki ben de çocuktum ama o günden bu güne hiçbir şey değişmedi dünya hala aynı bombok yer, çocuklar her gün daha fazla acı çekiyor ve bem tamamen yalnız olduğumuza inanıyorum, buraya atılmış yapayalnız varlıklarız. Ve belki bir tanrı varsa bile o, dinlerin bize anlattığı tanrı değil; bizi seven, çocukları melek yapan veya günahlarımız için bizi cezalandıracak bi şey değil o. Bizi umursadığını, gördüğünü veya ilgilendiğini sanmıyorum ki ben varolduğunu da sanmıyorum ama varsa da eminim ki işi gücü bırakıp bizleri izlemiyor, hakkımızda notlar falan tutmuyor.

İkinci kitap ayracında yazansa Kafka'nın bir sözü;

Umut olmasına var,
sınırsız denecek kadar umut var,
ama bizim için değil.

Bu sözü ilk okuduğumda şöyle bir gülümsedim aklıma morrissey geldi. O da diyor ya hani :
love is natural and real
but not for you, my love
not tonight, my love
love is natural and real
but not for such as you and i.

İşte ben de aynen öyle dedim. Bu adamlar çözmüşler olayı. Aşk da umut da kavram olarak algılayabildiğim şeyler, var olduklarını da biliyorum ama benim için o kadar uzak o kadar garipler ki başka insanların hikayelerini dinlerken kendime yabancılaşıyorum. Onları anlayabiliyorum ama kendime yapıştıramıyor, bu kavramları somut olarak tutamıyorum elimde. Aşk ve umut benim için şey gibi; Fransızca'nın varolması gibi. Bir fransızca var, biliyorum, fransızcaya inanıyorum, insanlar konuşuyor duyuyorum ama ne söylediklerini bilmiyorum ve asla konuşamıyorum. Tabi ki benim konuşamıyor olmam onun var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. evet aynen böyle hissediyorum bu kavramlarla ilgili o yüzden de bu şarkıyı ne zaman dinlesem ve artık bu kitap ayracını ne zaman okusam gülümseyeceğim. En azından dünyada benim durumumda başka insanlar da var bileceğim. Not for such as you and i falan diyeceğim herhalde. Umut da sınırsız, sokaklar geçilmiyor umuttan, dolup taşıyor hatta ama not for such as you and i.

Not : bir de nolur bana "ama fransızca öğrenebilirsin, yapabilirsin bunu" demeyin.

Bir gün kitap ayracı kavramı üzerine de yazacağım. Bence çok önemli bir şey. Ve hak ettiği değeri görmüyor kitap ayracı, bu duruma üzülüyorum.

6 Eylül 2010

Rüyada Yaşasak Her Şey Daha Az Kötü Olurdu.

Çok garip bir rüya gördüm geçen gece. Şeftali şeklindeki basket topuyla voleybol oynuyorduk ama bunu Scrubs tayfasıyla yapıyorduk. O top kocaman koyu renkli bir şeftaliydi ve basketbol topu olduğu hakkında herkes hemfikirdi ancak yine de voleybol oynamak yapılacak en mantıklı şeymiş gibi bir halimiz, tavrımız vardı. Top kafama birkaç kez çarptı ama ben salak salak güldüm. Nedense mutluydum. Şeftali mi Scrubs ekibi mi yoksa voleybol mu beni mutlu ediyordu orasını bilemiyorum.

Bir de rüya demişken aklıma geldi inception'un beni mahvettiğini söylemiştim ya twitterda, bu mahvolma durumu halen devam ediyor. Çok garip, film gibi, konulu, oyunculu rüyalar görmeye devam ediyorum ve ilginçtir bu rüyaları çok acayip net hatırlıyorum. Ayrıca çeşitli zamanlarda başıma gelen "seri rüyalar" olayı ile de yeniden karşı karşıyayım. Her gece aynı kişiyi görüyorum rüyamda, istinasız her gece ve hep mutsuz olaylar gelişiyor. Çok gıcık olmaya başladım bakalım bu işin sonu nereye varacak. Ama size de öyle geliyor mu bilmiyorum, rüyalar mutsuz da olsa kötü olsa çok eğlenceli. Her şeyi bırakıp orada yaşamak isteğim geliyor bazı bazı. Herhalde insanlığın sahip olduğu en yararlı özellik rüya görebilme yetisi. Bir de tüm o süreç bu kadar gizemli, o kadar bilinmez ya, hani çok net açıklamalarımız yok ya, bu benim çok hoşuma gidiyor. Dünyada hala bilinmeyen, çözülemeyen bir şeylerin varlığı ve hepimizin bunun bir parçası olabilmemiz inanılmaz. Bilmem kaç milyar insan her gece rüya görüyor ve eminim ki kimse aynı anda aynı rüyayı görmüyor. Hatta hiçbir zaman kimse aynı rüyayı göremiyor. Herkesin kafasının içinde olan biten bambaşka ve bunu düşünürken tüylerim diken diken oluyor. (abarttım biraz, sakin ol) Parmak izi gibi bir şey rüya dediğimiz ama daha az yavan olan versiyonu. Aynı dünyaya bakıyor olsak da duvarlarımızın altında öyle farklı şeyler yaşanıyor ki ve bunları görme şeklimiz o kadar farklı ki. İmgeler, simgeler, renkler, senaryo ve oyuncular... Hepsi bize özel, tamamen özel.

Bu rüya sevgi patlamasının üzerine şimdi önce inception'u sonra da dünyanın en güzel 3. veya 4. filmi olan rüya bilmecesi'ni izleyip rüyalarımızı biraz daha zanginleştirsek. çok da güzel olur sanki

2 Eylül 2010

Bir Yabancı

Bugün Dost'ta bir çocukla karşılaştım, kulaklıklarla konuştuğumu ve Jeff Buckley cdlerini ön rafa koyduğumu gördü. O artık beni tanıyor bense ona aşık oldum. İnsanlar hayatları boyunca bir yabancının gelip her şeyi değiştirmesini umarlar ya keşke benim yabancım o olsaydı. Her şey filmlerdeki gibi değişseydi, bambaşka yolculuklar yapıp başka başka şeyler keşfetseydik kendimizle ilgili. Fonda indie şarkılar çalsaydı.

Sahi insanlar bir yabancının her şeyi değiştirmesini, sıkıcı hayatlarına bir anlam ve amaç katmasını beklerlerken neden hiçkimse yabancılarla konuşmaya istekli olmaz, neden onlardan öcü gibi korkup kaçarlar. Neden böyle yani. Madem bayılıyoruz o filmlere madem inanıyoruz yolda yürürken ya da bir kafede otururken hayatımızı değiştirecek kişinin üç adım ötede olduğuna o zaman niye herkesten nefret ediyormuş gibi bir havamız var. Ben neden konuşmuyorum, çekindiğim nedir. Şu içine edilmiş hayatımda daha kötü ne olabilir, bir insanla konuşmak beni daha fazla üzebilir mi? Bazen mantık çok çirkin bir şey.

bir de şu var ki işte ben de bunu diyorum:

"bir gün bir parkta otururken, biliyorum
bir el yağmurla dokunacak omuzuma
bir çift göz, bir davet, bir kalp
çoluğu çocuğu terk edeceğim... "

28 Ağustos 2010

Bear Grylls bir süper kahramandır.







Evet, öyledir. Ayrıca ben ölümsüz olduğunu da düşünüyorum ciddi ciddi. Ayrı bir şey tamamen, hastasıyız.

24 Ağustos 2010

Küçülmek

Hayatımla ilgili önemli bir karar vermek için yürüdüm Kızılay'da. Ne zaman canım sıkılsa, yalnız hissetsem, bir şeyler ters gitse, uykum gelse hatta Dost Kitabevi'ne girerim. Bugün de öyle yapıyorum. Kitaplara bakmak bile değil amacım sadece orada bir şeyler var, havası mıdır kokusu mu yoksa, bana güven veriyor, bir nevi ana rahmi. İçeri giriyorum, içerisi başka bir dünya, nefes alıyorum yavaş yavaş. Amerikan edebiyatı bölümünü geçiyor Murathan Mungan'ın kitaplarına bakıyorum, onlara dokunuyorum. Her zaman Murathan Mungan kitaplarına gider dokunurum, orada mutlaka durur ve kitaplara birgün hepinizi alacağım sözünü veririm. Bugün de aynısını yapıyorum. Sonra Türk edebiyatı'na uzaktan bakıp yürümeye devam ediyorum. Tam karşımda şiir bölümü duruyor, kulaklıkta transatlanticism çalıyor "i need you so much closer" diye sesleniyor bana derinden ama yalanım yok o sırada kimseyi yakınımda istemiyorum, kimsenin yanımda olmasına ihtiyacım yok, herkes uzak olsun mümkünse ,kendimden bile uzağa gitmek istiyorum ama neden bu şarkıyı dinliyorum orası muamma. Şarkı devam ediyor ve şiir bölümünde öylece duruyorum, elim birkaç kitaba uzanıyor, rastgele sayfalarını açıyorum okumuyorum sadece bakınıyorum. Sonra bir tane kitabı alıveriyorum elime. Kitabı sıkı sıkaya tutmuş hatta neredeyse ona sarılmış bir şekilde klasiklerin durduğu rafa doğru ilerlerken kararımı veriyorum. Kendimde bir istanbul görmediğimin farkındayım; sadece bunu güvenli alanımı terk etmeye korktuğum için mi yoksa gerçekten istemediğim için mi gördüğümün ayrımını yapmam gerekiyor, yapıyorum. Hepimizin korkuları var ve hepimiz biraz da olsa, tanıdıklığın sıcaklığına ihtiyaç duyan varlıklarız. Belki herkes değil ama ben öyleyim, tanıdık bir kitapçı bile beni sakinleştirmeye yetiyor, belli ki öyleyim. Yeniliklerden korktuğumdan da değil üstelik bunu da biliyorum, yenilikleri seviyorum ama beni mutlu edecek ve etmeyecek yenilikleri ayırt etmeyi öğrenmem gerektiğini anlıyorum. Bir anda karar veren bir insan olmadığımı düşünürdüm eskiden hep şimdiyse kararlarımı on dakikada alabiliyorum. Büyüyorum galiba diye geçiyor içimden ama sonra büyümenin kararları düşünerek- tartarak almak olduğunu söyleyen annem geliyor aklıma , o zaman küçülüyorum ben galiba diyorum. Bildiğin küçülüyorum daha doğaçlama yaşıyorum, daha umursamaz gitgide daha umursamaz. evet evet bende bir ankara var, nemli memleketlerde yaşayamam ki ben hem, kuru hava lazım bana kış ve soğuk, o herkesin sevmediği gri'ye ihtiyacım var, bunları hep biliyorum daha iyi görüyorum. Kararım açık, o kitabı alıp evime geliyorum.

23 Ağustos 2010

İsyan

Sabahın köründe nevrim döndü, çok beklenmedik bir kararla kalktım yataktan. Cidden sabahın körü ama. Stres dediğimiz bok hayatta en sevmediğim şey,uyutmuyor insanı. Evet ne uyku kaldı ne iştah, vampir gibiyim lan hatta o kadar bile değilim en azından onlar arada sırada çeşitli şekillerde kan bulup içiyorlar, mutlu oluyorlar. Ben uyumuyorum, günde bir öğün yersem yiyorum ve hayatta kalmaya çalışıyorum. Başlıycam böyle işten, başvuru formuna kompozisyon sorusu ekleyen üniversitlerden, mülakat listesini açıklamayan gerizekalı üniversitelerden ve genel olarak tüm üniversitelerden bıktım. Kendimi niye bu kadar kastığımı da anlamadım zaten; ben bu düzenin içine girsem de başarılı olamayacağım yani tüm bunlar o kadar sıkıcı o kadar uğraştırıcı ki nedir derdim benim yaa. Birazdan başka bir ani kararla her şeyi bırakacağım o olacak. Üstüne bir de hasta oldum, burnum akıyor 3 dakikada bir hapsuruyorum. Yeterince derdim yok, bu hafta içi istanbula gidip dönmen gerekmiyor zaten, orada kalacak yerim olmaması da sorun değil zaten, sonra döner dönmez sıçtığımın bilim sınavına çalışacak olmam da hiiiç önemli değil o yüzden hasta oluvereyim dedim, hayat bu kadar kolay olmasın birazcık daha zorlaşsın istedim. Dünyanın en mutlu ve şanslı insanı benim, valla ha. Tek bunlar da değil canımı sıkan ya diğer meseleye girsem çıkamam. Orada bambaşka şeyler dönüyor Serhat ya. Ben hep kendimi mal sanıyordum ama benden daha malları da varmış. Ne yaptıkları, söyledikleri belli olmayan bir de karşıdakini gerizkalı zanneden insanlar beni benden alıyor. Yani ağzımı bozduracaklar en sonunda. Sanki bir davranışı yaptıklarında bunun altında yatan niyeti ben göremiyorum ve hemen kanıveriyorum de mi. Çok kurnazsınız siz ben de saftorik bir zavallı. Bir de üzülüyorum mal mal sanki çok umrunda.

Şu hafta geçsin artık, nolur bitsin de nefess alayım. Hoş ne diyorum ki ben, bundan sonraki hafta bundan daha beter. Hiç bitmiyor, yemin ediyorum sanki bir yıldır sürekli bir şeyler için uğraşıyorum ama elimde hiçbir şey yok. Param yok, herhangi bir başarım yok, yapmayı çok iyi bildiğim başka bir şey yok. İnsanlarla istediğim gibi anlaşamıyorum, insanlar yoruyor beni. Sonra bir de Dexter'ın finaline lanet olsun, allah kahretsin ne biçim şeydir, üzülecek gerçek şeyler yetmiyor bir de durup durup dexter'ı düşünüyorum, üzülüyorum. 2-3 gündür her boş kaldığım anda dexter'a üzülüyorum. Olmaz olsun böyle şey, zamanlama ne çirkin şey. Sevdiğim dizi bile üstüme üstüme geliyor. Şu kadar sinirin stresin içinde olacak iş değil.

17 Ağustos 2010

Perde

Koltuğa ölü gibi uzanmış kafamı kaldırmadan perdenin rüzgarda aldığı şekilleri izliyorum. Sabahın 7sinden beri hiç durmadan müzik dinliyorum, kulağımda duruyor öylece; aslında dinlemiyorum bile ama o kulaklığın orada durmasına öyle çok ihtiyacım var ki buna bir mantık bulamıyorum. Perde rüzgarda ağır çekimde koşan bir insanmış gibi hareket ederken kendimle ilgili bir şeyler düşünüyorum. O an için dünyanın en sevilmez ve istenmez insanı olduğumu hayal ediyorum, kanepede yaşayan bir bitkiyim ben. Hatırlanmaya değer anıları unutmuş, sevdiği insanlar hakkındaki detayların beyninden uçup gitmesine engel olamamış, ağlayan ve göz yaşlarını silmeye üşenen bir zararlıyım ben. Ölsem ya diyorum burada, böylece mezara koyarlar beni, zaten yaşamıyorum. Kulağımdaki müziği duymaya bu yüzden ihtiyacım var belki de; yaşadığımı hatırlatsın bana diye. O olmasa sessizlikte boş gözlerle perdeye bakan bir salak olacaktım şimdiyse müzik dinlerken perdeye bakan bir salağım. Çok ince bir ayrıntı değil mi. Belli ki önemli ama, beni yaşar kılıyor. Ağlıyorum ama neden, üzgünüm yüksek dozda ama neden? Bunları düşünmeye bile üşeniyorum, perdenin aldığı şekiller şu anda tüm hayatım, başka hiçbir şey yok. Şimdi burnum aksa annemin minderlerine, bana neler söyler acaba diye geçiyor içimden bir anda. Bu pislik halimle nasıl yaşadığımı soracak bana, ben de "aynen anne" diyeceğim nasıl yaşıyorum ben. Salinger'ın kitaplarındaki karakterlere hiç benzemiyorum, salinger bu halimi görse bana gıcık olurdu diye düşünüyorum, bana gıcık olmasını hiç istemiyorum. Belki de bir tür franny'imdir diyorum ama olmadığımı çok iyi biliyorum. Neden olamıyorum. Rüzgar hiç bitmiyor, bu perde yüzünden sonsuza kadar burada kalacağım, yatar şekilde taşlaşacağım. Sonra belki insanlar hikayeler anlatacak hakkımda, taşlaşmamı çok romantik nedenlere bağlayacaklar, dilden dile dolaşacak ve efsane haline gelecek perdeleri izlerken taşlaşan kız. Ama kimse o anda aslında efsanevi bir şeyin yaşanmadığını bilemeyecek, sadece durmayan bir rüzgar, ağır çekimde hareket eden bir perde ve sümüğü yastıklara akan bir yararsızdan başka bir şey olmadığını bir ben bileceğim, ne yazıktır ki kimseye anlatamayacağım.