26 Kasım 2009

Market

Süpermarketlerde kasa sırasında beklerken önümdeki insanların aldıkları ürünlere bakarak onlarla ilgili tahminlerde bulunurum. Eve gidince ne yemek yapacaklarını, kimle birlikte yiyececeklerini, nasıl insanlar olduklarını düşünürüm. Bol alkol cips ve kuruyemiş alanları görünce eve gidip eğleneceklerini düşünür onlara özenirim. Lip stick, yoğurt ve domates alan adamı görünce karısının eline bir liste tutşturup alışverişe gönderdiğini düşünür, karısını kafamda resmetmeye çalışırım. Sırada elinde hiçbir şey tutmadan bekleyen insanların sigara almak için evden bi koşu çıkıp markete geldiklerini ve sigarayı alıp hemen eve döneceklerini bilirim. Kasanın önündeki raflardan sakız ve jelibon alan insanları da kendime benzetir, onlarla iyi arkadaş olabileceğimi hayal ederim. Marketlerin kendi kartlarına sahip olmayan insanların ya unutkan ya da umursamaz olduklarına emin olurum. En önemlisi o sırada beklerken benim yaptığım gibi, insanların aldıklarını inceleyen başka birini gördüğümde çocuk gibi sevinir, bir sırrı paylaşan iki insana özgü o garip yakınlığı duyar, azıcık gülümserim.

24 Kasım 2009

Taslaklar Bölüm 1

Bu bloğun bir de görünmeyen yüzü var, kayıtları düzenle kısmında durup duran taslaklar onlar. Arasıra aklıma esmiş, yazmışım ama yayınlamamışım, çoğunu neden yayınlamadığımı ya da neden yarım bıraktığımı bile hatırlayamıyorum ancak geçen gün bir temizlik yapayım dedim ve taslaklarımı okudum. İlginç şeyler yazmışım, hiç hatırlmadığım, ne zaman yazdığımın farkında olmadığım şeyler var. Bazıları kısa paragraflar bazıları uzun uzun yazılar. Neyse işte hazır yazacak hiçbir şey yokken taslaklardan bir seçki yapayım dedim. Alakasız yazıları birlikte ekliyorum, garip gelmesin işin güzel kısmı o. Bir de yazıları yarım bırakmak bazen güzel bir şey olabiliyormuş.

1-Ya harbiden bu saatleri ileri geri alma muhabbetinden ne zaman vazgeçecekler, meak ediyorum. Yetti artık nedir yani bu? Enerji tasarrufu olayı kış saatinde sıçıyor çünkü hava erken karardıkça daha çok nerji harcanıyor. annemin dediğine göre yaz saatinde tasarruf ediyorlarmış zaten, eee o zaman hep o saatte kalalım değil mi? Hem böyle alışma sürecinden kurtarmış olurlar biz ölümlüleri. Evet ben o salaklığı yaptım okula bir saat erken gittim sabahın köründe, sabah saatinde beytepe dolmuşunun boş oluşunu fark edince dank etti tabi kimse 7.50te okula gitmiyor.

2-Blog yazmanın kötü yanlarından biri; insanın kendisini çıplak kalmış gibi hissetmesi. Ben bilgisayarın başına oturup , sevdiğim, sevmediğim, hissettiğim, düşündüğüm birçok şeyi yazıyorum ve tamamen savunmasız kalıyorum. yani yaşanan bir olayı yazmak da belki çok sorun değil ancak insan kafasının karanlıklarındaki şeyleri dökünce ya da üzüntüsünü ne bileyim özlemini, sevincini yazınca ve bunu gündelik bir uğraş haline getirip insanlarla paylaşınca bir bakıma tüm gardını indirmiş oluyor. Evet şunu diyebilirsiniz "ama bunları okuyan insanlar seni tanımıyorlar, görmüyorlar, onlara karşı savunman gereken bir şey yok" çok da mantıklı bir sav ancak bazen insan tanıamdığı insanlarla, belki hiçbir zaman görüşmeyeceği bu kişilerle bile arasına bir duvar koymak istiyor. ayrıca hiç de bilemiyoruz kim okuyor, kim okumuyor. İnternet kocaman bir okyanus bir kere bir damlanı attın mı içine, artık takip etmek imkansız hale geliyor. Belki de çevremden hiç okuamasını istemediğim insanlar okuyor ve göstermek istemediğim yanlarımı görüyorlar. Tabi şunu da sormadan edemiyorum kendime; madem insanların seni görmesini istemiyorsun neden yazıyorsun? Buna verebileceğim güzel cevabım da hazır , hani artılar eksiler listesi yaparız, bir şeyi yapmanın olumlu ve olumsuz sonuçlarını yazar olumlar fazlaysa yapmaktan yana karar kılarız ya işte benim durumum buna iyi bir örnek. Blog yazmanın olumsuz tarafı bu duvarları alçatmak, açık olmak ve bu açıklıktan korkmak ama sanıyorum ki olumlu tarafları ağır basmış ki hala severek ve kendime kısmen sansür koymadan (bazen çok küfür edesim geliyor blog ama etmiyorum, saygılı yönümü gördün sen hep :)) yazıyorum. Evet seviyorum arık bir arkadaş gibi geliyor blog bana ve yakın bir arkadaşıma anlattığım gibi anlatıyorum ben de hatta bazen daha fazlasını, ne de olsa yazarken daha iyi anlatıyorum derdimi.

3-Bazen gereksiz duygusal hallerime gıcık oluyorum, kendimle dalga geçiyorum, sinir oluyorum ama her şeye rağmen ara sıra bir geliyorlar, gitmiyorlar. Sonra burada bir yavanlıkta sınır tanımayan şeyler yazıyorum, sonra zaman geçiyor okudukalrıma gıcık oluyorum. Böyle olmamayı d

4-Bir A kişisi var diyelim. Bu A kişisini size çekebilecek yegane özellik yakın olması olsun, yani bildiğin mesafe bağlamında yakınlık, sık görme etkisi, aşinalık diyelim hatta. sadece çok zaman geçiriyor olun başka da bir şey olmasın. Aklınızda fikrinzide kendisiyle ilgili bir plan vesaire olmasın. Sonra gel zaman git zaman böyle aklınıza bi kurt düşsün, içinize baktığınızda başka bi insan için hissettiğiniz ve hissetmekten çok hoşlandığız bir duyguyu keşfedin, sonra bu duyguyu alın bu A kişisi üzerine yapıştırın


Alakasız başlıklardan alakasız görsellere bir geçiş yaptım, çok güzeller ama hem de bu sayfa çok renksiz göründü gözüme biraz aydınlatayım dedim

21 Kasım 2009

Yok Bir Şahıs

Fena Halde Leman kitabından, aşkın ne olduğu ve ne olmadığı-olamayacağı hakkında. Çok aydınlatıcı buluyorum bu paragrafı tekrar tekrar okuyorum, zihnimin bir köşesinde yeri sabitlesin diye.

"… hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı; iki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı! muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: çift demek, yan yana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yasayacaksın, yani uzaktan. uzaktan, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşatmak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: sevdiğini, hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur. sevmek! sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..."

17 Kasım 2009

Bulutlu Şemsiye

Geçenlerde bir gün yağmurda yürüyordum, şemsiyeli insanlar gördüm. Renkli renkli şemsiyeler, üstelik neredeyse herkesin elinde vardı, benim yoktu. Oldum olası bir türlü sevemediğim bir aksesuar olduğu için şemsiye, benim yoktu. taşımayı sevmedim, elimde tutmayı sevmedim, yolda yürürken başka insanlara çarptıkları için, daha da kötüsü sivri uçları insanların gözüne geldiği için sevmedim ve bazen insanların yağmurdan neden bu kadar korunmaya ihtiyaç duyduklarını anlayamadığım için sevmedim. Ama işte bu yağmurlu günde yürürken bulut şeklinde bi şemsiye olsa onu severdim, taşırdım, onla yürürdüm diye düşündüm. Mavi ya da gri bir bulut olmalıydı, gözümün önündeki resim buydu. Niyeyse yağmurun atında bulutlu bir şemsiye taşımak hoş bir espri, bir ironi olabilirmiş gibi geldi. Ayrıca da kafalarının üzerinde bir anda bulut beliren her yer güneşliyken sadece onların üzerine yağmur yağan çizgi film kahramanlarına beslediğim sevgiden ötürü bu görüntü bende bir gülümseme isteği yaratıyordu. Tabi ki ben düşündüğüme göre başka insanlar da mutlaka bunu düşünmüştü hatta yapmışlardı bile. Aradım buldum ama ne yazık ki beyaz bir bulut olmuş. Yine de çok şirin görünüyor bunlardan bir tane bulabilsem keşke ankara sokaklarında bulutuyla yürüyen kız olarak anılsam.

Ve bu günün akşamı annem bana renkli, sivri uçlu, çirkin bir şemsiye almış. Sürekli çantamda durabilmesi için minik olanlardan. Aklımda bulutlu şemsiye varken kullanmam ki onu ben.

15 Kasım 2009

It's a song about a dream*

Bazen bazı rüyalar aklımı günlerce işgal ediyor. Öylesinden gördüm bir tane çok mutsuz çok bulutluydu. Bu şarkı da rüyamla bi yerden ilişkili, daha doğrusu uyandığım zamanki halimle ilgili. bilmiyorum işte bir şeylerle bağlantısı var. Açıklayamıyorum, açıklayamadığım için rüyalarımda görüyorum ya zaten. Kasvetli bir pazar öğleden sonrasına yakışan şarkı.

i really thought i was okay
i really thought i was just fine
but when i woke this time
there was nothing to take me back to sleep
to take you off my mind
this time


13 Kasım 2009

İstekler, kırıklar.

Bazen bir şeyi çok isterken durup 2 dakika düşünmüyoruz "neden ben bunu bu kadar istiyorum" diye sormuyoruz kendimize. İstemekle o kadar meşguluz ki bu istek gerçekleştikten sonra ne olacağını, aslında ihtiyacımız olan şeyin bu olup olmadığını veya hangi amaçla bu kadar istediğimizi göremiyoruz. Bir fark edebilsek belki bu kadar öz-yıkımcı ve bazen hınç dolu bir şekilde istemeye devam etmeyeceğiz. Yolunu şaşırmış füzeler gibi bir yere odaklanmışız gidiyoruz yakıp yıkacağız ama yok ettiğimiz yer asıl hedef bile olmayacak. Sonrasında enkaz, yıkıntı... toplayabilirsek toparlıyoruz. Bir kere yıkıldıktan sonra yapıştırılanlar parçalar da aynı olmuyor, uzaktan sapasağlam görünse de yeterince yakından bakınca çatlakları, kırıkları illa ki belli oluyor. Hoş çok yakından bakıldığında bile hiç kırığı gözükmeyen bir insan olmak da pek gerçekçi gelmiyor bana ya işte tüm olay sıklık ve yoğunlukta. Ama derseniz "hangimiz hangimize çok yakından bakmaya teşebbüs ediyoruz" ona da cevap veremem. Çoğu zaman korktuğumuz bir şey bu, ne kendimize yaklaştırıyor ne de yaklaşmaya cesaret ediyoruz. Ne kendimizi bütünüyle açmak istiyor ne de karşımızdakini gerçekten tanımaya, kırıklarıyla kabul etmeye çalışıyoruz.

Her nekadar bizli bir dil kullansam da bu tamamen bir yansıtmadır gayet kendim üzerimden yaptığım çıkarsamalardır. Ben dersem çok ağır gelecekmiş gibi hissettiğimden oluyor böyle, bu da ayrı bir savunma tabi, genelleştirerek kendimden uzak tutuyorum aklım sıra, ama sonunda böyle de bir not yazıyorum işte. Neyse her şeyi açıklama huyumdan vazgeçtiğim gün oldukça süper bi insan olabilirim. Şimdilik azıcık süper bi insanım

2 Kasım 2009

Başlamadan Biten Şeyler Diyarı

Geçenlerde uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım, çok eski bir meseleyi sordu bana. "Başlamadan bitti" dedim, sonra durdum düşündüm; hayatta aslında başlamadan biten ne çok şey var diye geçirdim içimden. Zaman geçip biraz daha düşününce, hayatlarında başlamadan biten şeyleri barındıran insanların, kafalarının içinde yaşayan insanlar olduklarına karar verdim. Çünkü kafalarının dışında yani gerçekte yaşayan insanlar başlatıyorlar, onlar birer başlatıcı. Hatta başlatmakla kalmıyor, sürdüyor zamanı gelince de bitiriyorlar. Ben ve benim gibi olanlarsa kafalarında başlatıp kafalarının içinde yaşayıp, olmayan bir gerçekliğin içinde kaybolurken son bitirme hamlesini bile yapamıyorlar. Olay kendiliğinden ve çoğunlukla başka insanların dokunuşlarıyla son buluyor. Sonra bir de bu başlatıcılar, "bitti artık" dediğinizde " hiç başlamış mıydı ki" bile diyorlar yüzünüze yüzünüze. Böyle kalıyorsunuz, gene durup düşünüyorsunuz. -bakınız: aşkın 500 günü tom'un arkadaşı, bakınız ondan bir 200 gün kadar önce yemekhanede bu sözüyle beni dumurlara sürükleyen şirin insan- . Hayal dünyasında yaşamanın acılarından biridir bu "başlamadan bitmek" durumu şüphesiz. (hayal dünyasında yaşamanın iyi yanları da var yani demek istiyorum, var tabi neden olmasın bu kadar insan bunu seçtiğine göre azıcık bir iyi tarafı da vardır elbet) Ancak ne var ki insan zamanla kendisini ciddiye almamaya kendisiyle dalga geçmeye falan başlıyor, daha az acıyor. Başlamadan biten olaylarına, sevdalarına, başarılarına bakıp bakıp gülüyor. Çünkü onlar yoklar, hiç olmamışlar. Olmayan şeylerin tüm hayatı, tüm zamanı işgal etmesine ve bu bitiş sonrası yaşanan bunalımlara, bir de bu bunalımların eklediği yepyeni zaman kayıplarına baktıkça geriye gülmekten başka yapacak bir şey kalmıyor zaten. Ve bir 250 gün sonra ne oldu diye soran arkadaşına, başlamadan bitti derken yanına bir de sırıtık smiley iliştirebiliyor bu insan(lar). İlerleyen zamanlarda başlatıcı olacağına dair sözler verip yoluna devam ediyor, ediyoruz hep beraber. Ama bir an geliyor "ya hayatım da başlamadan biterse" sorusunu soruyoruz, işte o anlarda iş biraz ciddileşiyor, artık gülmüyoruz. Biraz durgunlaşıp, yerlere bakıyoruz. Ne yaparsın ki hayat sen yaşasan da yaşamasan da akıp geçiyor. Belki de kendimize verdiğimiz sözleri tutmaya bi yerden başlamak gerekiyor, ne kadar zor gelse de ne kadar uzak olsa da, bunun doğru bir zamanı yok, olmayacak da. Başlamadan bitmesin artık hiçbir şey. Hayat da başlayacaksa başlasın, yani ben başlatayım, birgün, daha ne olduğunu bile anlamamışken göz açıp kapayana kadar geçen bi sürede pat diye bitmesin, bitirilmesin.

Bir de günün şarkısı olsun:
Ben bu şarkıyı çok seviyorum. Hem mutlu olduğum hem mutsuz olduğum böyle arada kaldığım bir zamanı hatırlatıyor. Birden fazla insanı, birden fazla mekanı anımsatıyor. Bu genelde çok az olan bir şeydir. Nedense bu yazıyı yazarken bi bu şarkıyı bir de jaymay'in diğer süper bi şarkısı snow white'ı dinliyordum. şöyle bir söz var o şarkıda : I love you but I'm gonna keep quiet about it. Yapmamak lazım birazcık ses vermekten zarar gelmez yazının ana fikrine sadık kalarak söylüyorum bunu :) Neyse ama günün şarkısı zaten Sea green, see blue. Dinleyin. Sevin.

1 Kasım 2009

Gölgeleri takip etmeyi bırak artık, sadece yolculuğun tadına var*

Beynimin yerinde kocaman bir boşluk var sanki, hayatımda ise bahsedilmeye değer hiçbir hareket yok. Ales denen sınavdan nefret ettiğime karar verdim geçen günlerde, o kadar. Bir de Murathan Mungan'ın Kadından Kentler'ini okumaya başladım. Alesin dandik matematik sorularından sıkıldıkça açıp okuyorum. Erkeklerin kadın dünyası hakkında bir şeyler söylemelerini ve bunu inanılmaz bir güzellikte yapmalarını seviyorum. Böyle erkekler olduğunu bilmek mutlu ediyor beni nedense. Bu sıralar her şeyle mutlu olabildiğim için olabilir. Hiçbir şey düşünmüyor oluşumumun da muhakkak bir etkisi vardır. Neyse ben hareketsiz hayatıma, "yağmurlu gri hava ve radyodan gelen bilmediğim müzik sesi" fonuyla devam edeyim. Kahve içebilirim belki, sabah kahveleri her zaman en güzelidir ne de olsa.


*radyoda bilmediğim şarkıdan sonra çalan morcheeba şarkısı enjoy the ride, ben bu şarkının bu kısmını çok severim zaten, böyle sanki biraz da sitemli bi hali vardır, bırak artık bu boş işleri yaşamaya bak der gibi, aslında vokalin sesinde bir sinir, sitem yok ama benim kafamda bu kesinlikle böyle. Başlıkları şarkı sözlerinden yazmayı sevdiğimi biliyorsunuz ama bu sefer türkçeye çevirdim, değişiklik olsun. Böyle uzun başlık açıklamaları yapıyorum, aslında ne gerek var, hiç bilmiyorum. Neyse umarım herkes mutlu bir pazar günü geçiriyordur.