28 Ağustos 2010

Bear Grylls bir süper kahramandır.







Evet, öyledir. Ayrıca ben ölümsüz olduğunu da düşünüyorum ciddi ciddi. Ayrı bir şey tamamen, hastasıyız.

24 Ağustos 2010

Küçülmek

Hayatımla ilgili önemli bir karar vermek için yürüdüm Kızılay'da. Ne zaman canım sıkılsa, yalnız hissetsem, bir şeyler ters gitse, uykum gelse hatta Dost Kitabevi'ne girerim. Bugün de öyle yapıyorum. Kitaplara bakmak bile değil amacım sadece orada bir şeyler var, havası mıdır kokusu mu yoksa, bana güven veriyor, bir nevi ana rahmi. İçeri giriyorum, içerisi başka bir dünya, nefes alıyorum yavaş yavaş. Amerikan edebiyatı bölümünü geçiyor Murathan Mungan'ın kitaplarına bakıyorum, onlara dokunuyorum. Her zaman Murathan Mungan kitaplarına gider dokunurum, orada mutlaka durur ve kitaplara birgün hepinizi alacağım sözünü veririm. Bugün de aynısını yapıyorum. Sonra Türk edebiyatı'na uzaktan bakıp yürümeye devam ediyorum. Tam karşımda şiir bölümü duruyor, kulaklıkta transatlanticism çalıyor "i need you so much closer" diye sesleniyor bana derinden ama yalanım yok o sırada kimseyi yakınımda istemiyorum, kimsenin yanımda olmasına ihtiyacım yok, herkes uzak olsun mümkünse ,kendimden bile uzağa gitmek istiyorum ama neden bu şarkıyı dinliyorum orası muamma. Şarkı devam ediyor ve şiir bölümünde öylece duruyorum, elim birkaç kitaba uzanıyor, rastgele sayfalarını açıyorum okumuyorum sadece bakınıyorum. Sonra bir tane kitabı alıveriyorum elime. Kitabı sıkı sıkaya tutmuş hatta neredeyse ona sarılmış bir şekilde klasiklerin durduğu rafa doğru ilerlerken kararımı veriyorum. Kendimde bir istanbul görmediğimin farkındayım; sadece bunu güvenli alanımı terk etmeye korktuğum için mi yoksa gerçekten istemediğim için mi gördüğümün ayrımını yapmam gerekiyor, yapıyorum. Hepimizin korkuları var ve hepimiz biraz da olsa, tanıdıklığın sıcaklığına ihtiyaç duyan varlıklarız. Belki herkes değil ama ben öyleyim, tanıdık bir kitapçı bile beni sakinleştirmeye yetiyor, belli ki öyleyim. Yeniliklerden korktuğumdan da değil üstelik bunu da biliyorum, yenilikleri seviyorum ama beni mutlu edecek ve etmeyecek yenilikleri ayırt etmeyi öğrenmem gerektiğini anlıyorum. Bir anda karar veren bir insan olmadığımı düşünürdüm eskiden hep şimdiyse kararlarımı on dakikada alabiliyorum. Büyüyorum galiba diye geçiyor içimden ama sonra büyümenin kararları düşünerek- tartarak almak olduğunu söyleyen annem geliyor aklıma , o zaman küçülüyorum ben galiba diyorum. Bildiğin küçülüyorum daha doğaçlama yaşıyorum, daha umursamaz gitgide daha umursamaz. evet evet bende bir ankara var, nemli memleketlerde yaşayamam ki ben hem, kuru hava lazım bana kış ve soğuk, o herkesin sevmediği gri'ye ihtiyacım var, bunları hep biliyorum daha iyi görüyorum. Kararım açık, o kitabı alıp evime geliyorum.

23 Ağustos 2010

İsyan

Sabahın köründe nevrim döndü, çok beklenmedik bir kararla kalktım yataktan. Cidden sabahın körü ama. Stres dediğimiz bok hayatta en sevmediğim şey,uyutmuyor insanı. Evet ne uyku kaldı ne iştah, vampir gibiyim lan hatta o kadar bile değilim en azından onlar arada sırada çeşitli şekillerde kan bulup içiyorlar, mutlu oluyorlar. Ben uyumuyorum, günde bir öğün yersem yiyorum ve hayatta kalmaya çalışıyorum. Başlıycam böyle işten, başvuru formuna kompozisyon sorusu ekleyen üniversitlerden, mülakat listesini açıklamayan gerizekalı üniversitelerden ve genel olarak tüm üniversitelerden bıktım. Kendimi niye bu kadar kastığımı da anlamadım zaten; ben bu düzenin içine girsem de başarılı olamayacağım yani tüm bunlar o kadar sıkıcı o kadar uğraştırıcı ki nedir derdim benim yaa. Birazdan başka bir ani kararla her şeyi bırakacağım o olacak. Üstüne bir de hasta oldum, burnum akıyor 3 dakikada bir hapsuruyorum. Yeterince derdim yok, bu hafta içi istanbula gidip dönmen gerekmiyor zaten, orada kalacak yerim olmaması da sorun değil zaten, sonra döner dönmez sıçtığımın bilim sınavına çalışacak olmam da hiiiç önemli değil o yüzden hasta oluvereyim dedim, hayat bu kadar kolay olmasın birazcık daha zorlaşsın istedim. Dünyanın en mutlu ve şanslı insanı benim, valla ha. Tek bunlar da değil canımı sıkan ya diğer meseleye girsem çıkamam. Orada bambaşka şeyler dönüyor Serhat ya. Ben hep kendimi mal sanıyordum ama benden daha malları da varmış. Ne yaptıkları, söyledikleri belli olmayan bir de karşıdakini gerizkalı zanneden insanlar beni benden alıyor. Yani ağzımı bozduracaklar en sonunda. Sanki bir davranışı yaptıklarında bunun altında yatan niyeti ben göremiyorum ve hemen kanıveriyorum de mi. Çok kurnazsınız siz ben de saftorik bir zavallı. Bir de üzülüyorum mal mal sanki çok umrunda.

Şu hafta geçsin artık, nolur bitsin de nefess alayım. Hoş ne diyorum ki ben, bundan sonraki hafta bundan daha beter. Hiç bitmiyor, yemin ediyorum sanki bir yıldır sürekli bir şeyler için uğraşıyorum ama elimde hiçbir şey yok. Param yok, herhangi bir başarım yok, yapmayı çok iyi bildiğim başka bir şey yok. İnsanlarla istediğim gibi anlaşamıyorum, insanlar yoruyor beni. Sonra bir de Dexter'ın finaline lanet olsun, allah kahretsin ne biçim şeydir, üzülecek gerçek şeyler yetmiyor bir de durup durup dexter'ı düşünüyorum, üzülüyorum. 2-3 gündür her boş kaldığım anda dexter'a üzülüyorum. Olmaz olsun böyle şey, zamanlama ne çirkin şey. Sevdiğim dizi bile üstüme üstüme geliyor. Şu kadar sinirin stresin içinde olacak iş değil.

17 Ağustos 2010

Perde

Koltuğa ölü gibi uzanmış kafamı kaldırmadan perdenin rüzgarda aldığı şekilleri izliyorum. Sabahın 7sinden beri hiç durmadan müzik dinliyorum, kulağımda duruyor öylece; aslında dinlemiyorum bile ama o kulaklığın orada durmasına öyle çok ihtiyacım var ki buna bir mantık bulamıyorum. Perde rüzgarda ağır çekimde koşan bir insanmış gibi hareket ederken kendimle ilgili bir şeyler düşünüyorum. O an için dünyanın en sevilmez ve istenmez insanı olduğumu hayal ediyorum, kanepede yaşayan bir bitkiyim ben. Hatırlanmaya değer anıları unutmuş, sevdiği insanlar hakkındaki detayların beyninden uçup gitmesine engel olamamış, ağlayan ve göz yaşlarını silmeye üşenen bir zararlıyım ben. Ölsem ya diyorum burada, böylece mezara koyarlar beni, zaten yaşamıyorum. Kulağımdaki müziği duymaya bu yüzden ihtiyacım var belki de; yaşadığımı hatırlatsın bana diye. O olmasa sessizlikte boş gözlerle perdeye bakan bir salak olacaktım şimdiyse müzik dinlerken perdeye bakan bir salağım. Çok ince bir ayrıntı değil mi. Belli ki önemli ama, beni yaşar kılıyor. Ağlıyorum ama neden, üzgünüm yüksek dozda ama neden? Bunları düşünmeye bile üşeniyorum, perdenin aldığı şekiller şu anda tüm hayatım, başka hiçbir şey yok. Şimdi burnum aksa annemin minderlerine, bana neler söyler acaba diye geçiyor içimden bir anda. Bu pislik halimle nasıl yaşadığımı soracak bana, ben de "aynen anne" diyeceğim nasıl yaşıyorum ben. Salinger'ın kitaplarındaki karakterlere hiç benzemiyorum, salinger bu halimi görse bana gıcık olurdu diye düşünüyorum, bana gıcık olmasını hiç istemiyorum. Belki de bir tür franny'imdir diyorum ama olmadığımı çok iyi biliyorum. Neden olamıyorum. Rüzgar hiç bitmiyor, bu perde yüzünden sonsuza kadar burada kalacağım, yatar şekilde taşlaşacağım. Sonra belki insanlar hikayeler anlatacak hakkımda, taşlaşmamı çok romantik nedenlere bağlayacaklar, dilden dile dolaşacak ve efsane haline gelecek perdeleri izlerken taşlaşan kız. Ama kimse o anda aslında efsanevi bir şeyin yaşanmadığını bilemeyecek, sadece durmayan bir rüzgar, ağır çekimde hareket eden bir perde ve sümüğü yastıklara akan bir yararsızdan başka bir şey olmadığını bir ben bileceğim, ne yazıktır ki kimseye anlatamayacağım.

16 Ağustos 2010

Taslaklar Bölüm 3

Daha önceki taslaklar serisine devam. bir şurda, iki orda üç de haliyle burada.

1-Çocukken en sevdiğin oyuncak neydi? sorusuna bir türlü cevap bulamamak son bir haftadır içimde tarifi zor yaralar açıyor. Bu soruyla ilk karşılaştığımda aklıma tek bir şey bile gelmemesi daha sonrasında aslında çocukken sevdiğim hiçbir oyuncağım olmadığını fark etmek beni anlamsızca mutsuz etti. Bir çocuk düşünün ki hiçbir oyuncağını sevmemiş, onlara isimler takmamış, gece onlarla uyumaya kalkmamış veya o en sevdiği oyuncak bozulduğunda ağlamamış. İşte ben o çocuğum, oyuncaklar hiçbir zaman umrumda olmadı benim, sevemedim, kaybetmek, kırkmak, dökmek üzmedi beni. Yokluğuna alışamayacğım bir oyuncağım da olmadı, aslına bakarsam ben 6 yaşından sonra yeni oyuncak bile almadım. Böyle şeylere ilgisiz bir çocuktum o zaman bile barbieleri alıp evcilik oynamak bana saçma geliyordu, anlamsız buluyordum. Sevemiyordum, bağlanamıyordum oyuncaklara. Bunca zaman sonra düşündüğümde tüm bunla Bu soruyu duyduğumdan beri düşündüğüm bir başka şeyse acaba ben mutlu bir çocukluk geçirdiğime inanırken bunca zamandır aslında mutsuz ve soğuk bir çocukluk mu geçirdim düşüncesi oldu. A

2-Bugün şöyle bir diyaloğa şahit oldum.

1-Ya benim arkadaşımın arkadaşı bilkentte okuyormuş orada burslulara çok kötü davranıyorlarmış.
2-Burslu ne demek para veren mi burslu.
1- Burslu demek işte para vermeyen demek. Onların para vermesine gerek yok.

Bu 2 numaralı insan çocuk falan da değil bildiğin kocaman kadın, ilginç geldi hatta tam bu konuşma sırasında kafam istemsiz olarak konuşmanın vuku bulduğu masaya döndü. Hayır dalga geçmek de istemiyorum belki öyle bi ortamda büyümüştür ki hiç duymamıştır burslu kelimesini ki bu çok daha ilginç. S

3-İnsan uzun süre mutsuz oldu mu arada yaşadığı mutluluk benzeri şeylerin varlığına rağmen yeniden mutsuz olacağı günlerin bi yerden çıkıvereceğini bilir. Bir kere yapıştı mı bırakmaz çünkü. Benim de hayatı sevdiğim günlerin, sevmediğim günlerden fazla olduğu bir dönemim oldu yalan değil, bazen umutlandım da "bitti galiba artık" demişliğim de çok. Ancak üzerimde gizlenmiş bir kendini yıkım düğmesi bulundurduğuma artık eminim. O düğme bir yerlerde gizlenmiş ve ben tamamen farkında olmayarak, görmeyerek ve bilmeyerek basıyorum ona. Sonra döne dolaşa arıyorum; ben yine ne yaptım, nerede ki bu düğme nasıl dokundum diye. Bulamıyorum. bulamadığım için durduramıyorum ve bu bir kısır döngüye dönüşüyor, her seferinde biraz daha hayalkırıklığı ekleniyor üzerime. Ya bir yerde gizlenmiş bir kendini imha düğmem varsa, o kırmızı ve tek kullanımlık düğmeyi de bir yerlerde gizliyorsam o zaman ne olur?

4-"Kimi zaman beni korkuturyor içimdeki dünya, kimse bilemez" diyor Yavuz Çetin. Birileri bilsin diye garip bir hikaye anlatacağım bugün, çünkü bunun gerçek olmadığını artık kavramam gerekiyor. İçimdeki dünyaya bir laf geçirmem lazım
Hayal gücüm bana garip oyunlar oynuyor bu sıralar. Kafamda ilginç hikayeler dolaşıp dururken bu kikayeleri girş bölümünden sonuç bölümüne yapılandırırken buluyorum kendimiMesela bugün başladığım kurstaki hocanın bir oyuncu/müzisyenin kardeşi olduğundan eminim, kafamda tüm taşları yerine oturttum. Şimdi hikaye de aynen şöyle; Kıbrıs doğumlu iki erkek kardeş İngilterede büyümüş ve eğitim görmüşler kardeşlerden yaratıcı yönü ağır basanı oyuncu ve müziysen olup Los Angeleslara göçmüş diğer kardeş de ingilterede yabancı öğrencilere ingilzce öğretmek üzere bir eğitim almış ve Türkiye'nin yollarını tutmuş. Gelmiş burada ingilzice dersleri veriyor ama bir yandan kardeşine olan benzerliği inanılmaz, sesleri benziyor, aksanları benziyor efendime söyleyeyim tipleri benziyor. Bu iki kardeş üstelik pek görüşmüyorlar, yolları ayrılmış bambaşka hayatlara sürüklenmişler

13 Ağustos 2010

Bir şey olmayacak gibi görünüyorsa büyük ihtimalle olmaz.

Ben çok mal bir insanım konulu yazıya hoşgeldiniz. Öncelikle belirteyim ben çok malım ama neden çok malım o konuda kesin bilgilerim yok. Bir yanlışlık var bende bunu hep biliyordum zaten ama neremde bu yanlış, nasıl düzeltebilirim, ne yapmazsam düzelir gibi bilgilere sahip değilim. Bu bilgilere sahip olamadığım için de her zaman garip durumların içinde buluyorum kendimi.
Bir şey olmayacak gibi görünüyorsa büyük ihtimalle olmaz. Bunu biliyorum ama neden bile bile olmayacak şeyler için kendimi harap ediyorum onu hiç bilmiyorum. Neden üzülüyorum, kıskanıyorum falan, o kadar anlamsız ki. Ama yine de yaşadıklarımdan bir şeyler öğrenmişim ; çok ağlamadım mesela, azıcık ağladım ve bunun için de morrissey'i suçluyorum. Gece gece i know it's over dinleyince ağlamak çok doğal sanki, hem o şarkıyı normalde dinlediğimde bile gözlerim doluyor o yüzden bence ağlamış bile sayılmam. Evet evet. Ağlamış bile sayılmadığıma göre bu konu üzerinde çok durmamalıyım. -içimdeki mallığa söz geçirebilirsem.- Ya ama morrissey bu şarkıları böylesine acıklı söylemeye devam ederse ağlayadabilirim ve bunu gene morrissey'e bağlayabilirim. Yapabilirim bunu.

Aman neyse ne, sıtkım sıyrıldı her şeyden, kendimden de çok sıkıldım. Hadi gidip the smithsle havamızı bulalım.

not: hayatımın sonuna kadar bu şarkı için morrissey'i suçlayacağım. neden neden neden diyeceğim? insan insana böyle şey yapar mı, bize de yazık.

7 Ağustos 2010

Aynı Hikaye

Geçen yıl bu zamanlar ne yapıyorduysam bu yıl da aynı şeyi yapıyorum. Benzer korkular yaşıyorum, benzer heyecanlar ve hezeyanlar içindeyim. Sonra düşünüyorum bir arkadaşım var benim, geçen yıl ona bir hikaye anlatmıştım, akıl almıştım ondan, o zamanı hatırlıyorum. Bu yıl bir kez daha görüştüğümüzde ona yeni hikayeyi anlatsam diyorum, acaba ne söyleyecek? Sonra fark ediyorum; aynı hikeyenin farklı bir versiyonunu anlatacağımı. Kendimden utanıyorum. Bir insan bir yıl boyunca hiç mi aşama kaydedemez de kendini aynı durumun; aynı saçma durumun içinde sokmaya gönüllü olur? O an soğuyorum her şeyden. Anlatamam bu hikayeyi ben, istemiyorum çünkü. Ne zaman sesli olarak bahsetsem, ne zaman kulaklarım duysa sesimi canım sıkılıyor, ne mal insansın demekten iç sesim yoruluyor bu sefer. Hayat sürekli ama sürekli aynı filmi izlemek için çok kısa. Aynı filmleri 10 kere izlemeyi sevmediğimden değil sadece eski filmleri seyretmek yeni filmler fark etmeme engel oluyorsa ne anlamı var diye düşünüyorum. Bu sabah görüyorum gerçeği, sabahın köründe sokakta olmak değişik farkındalıklar kazandırıyor bana.

3 Ağustos 2010

Love and Other Disasters

Şimdi bu filmi öncelikle süper ismi için seviyoruz, sonra izliyoruz beş kat daha seviyoruz. Aşkı bir konsept gibi görüp kafalarının içinde masallar yaratan drama sever insanlar olarak filmdeki Peter karakterine bayılıyoruz. Sonra aslında aşk dediğimiz şeyin bir seçim ve süreç problemi olduğunu anlatan, kendinize gelin de kafanızın içindekileri yazıya döküp gerçek insanları gerçek fırsatları değerlendirin diyen Jacks'i de alkışlıyoruz.

Jacks: Stop living your life like you're in some kind of movie.
Peter: Excuse me?
Jacks: Stop trying to cast your love instead of just meeting him.
Peter : When I meet him, I'll know.
Jacks: I'm not so sure. Love isn't always a lightning bolt, you know? Maybe sometimes it's just a choice.
Peter: Well, that's easy for you to say! You're flying to Argentina to meet the love of your life!
Jacks: That's just it. I don't know that Paolo's the love of my life, but I've decided to give him the chance to be. Maybe true love is a decision. You know, a decision to take a chance with somebody. To give to somebody. Without worrying wether they'll give anything back. Or if they're gonna hurt you, or if they really are the one. Maybe love isn't something that happens to you. Maybe it's something you have to choose.
Peter : So what do I do?
Jacks: Well, you could start by putting all of those fantasies of true love where they belong, into your work of fiction.