20 Aralık 2012

adım

bitmesini hiç istemediğim bir seyahat döneminin ortasındayım. 9 günlük mükemmel ispanya-portekiz gezisinden sonra yarın viyana'ya gitmek üzere tekrar yola çıkıyorum. sonra prag sonra da amsterdam. yeni yılın ilk günlerine kadar her gün yollardayım. sayısız tren, otobüs, uçak yolculuğu... beni bıraksanız tüm hayatımı bu şekilde geçirebilirim. her gün başka bir şehir, her sabah çanta toplayıp her akşam yeni bir yere yerleşmek. kilometrelerce yol, onlarca otobüs, tren koltuğu, pencereden dışarı bakarak geçirdiğim saatler, her yerde görülecek binlerce şey, tadılmayı bekleyen binlerce yeni yemek. saatlerce yürüdüğüm sokaklar...beni bırakın böyle yaşayayım, neden bir evim yok diye düşünmem bile.

yaşamımın 20 yılında gördüğüm, yaşadığım deneyimlediğim her şeyden daha fazlasını bu üç ayda yaşadım. hayatımda aldığım en güzel kararın kalmak değil de gitmek olması şu an çok mantıklı geliyor. zaten her zaman istediğim şeyin bu olduğunu anlıyorum. keşke bunu önceden yapacak cesaretim olsaymış, hayatımı bekleyerek,bir yerde uzun süre kalarak geçirdiğim onca zaman için üzülüyorum ama bundan sonrası için eminim ki benim hayatım bir yerde kalmak zorunda olduğum bir hayat olmayacak. çünkü gerçekten gidilecek çok yer, yapılacak çok şey, tanışılacak bir sürü insan var. eğer cesaret edip bu adımı atmasaydım dünyayı hala kendi perişan zihnimin sınırlarından görüp kendime acıyor olacaktım. ve şimdi belki de hayatımda ilk defa yaptığım bir şey için kendimle gurur duyuyorum. başka hiçbir başarının erişemeyeceği bir yerde duruyor zincirlerimden kurtulup, güvenli zannettiğim alanımdan kendimi koparıp hayatı görmek üzere yollara düşme kararım. sonunda mutluyum, sonunda olmak istediğim yerdeyim. sonunda gerçekten yaşıyorum.

2 Aralık 2012

Konser Günlüğü- Bölüm 1

Almanya'ya geldiğimden beri pek yerimde duramıyorum. Hep bir olaylar hep bir aktivite. Hayatımın en hareketli, en sosyal, en güzel günlerini geçiriyorum burada. Bu kadar hareketin ve farklı şeyin arasında kafamı toplayıp bloga yazı yazmaya ya da burada yaptığım şeyleri ayrıntılarıyla anlatmaya da pek zaman bulamıyorum doğrusu. Beynimin içini size gösterebilsem, oturup bir şeye konsantre olmanın neden bana çok zor geldiğini anlardınız ama bunu uzun uzun anlatacak zihinsel kapasitenin çok uzağındayım şu an. Şimdilik öyle işte diyip geçebilirim ve beynimizin içini başkalarına göstermeyi mümkün kılacak teknolojiyi bir an önce geliştirmelerini umut edebilirim ancak. Beyin hücrelerimin hatrı sayılır bir kısmını da alkolle öldürdüğüm için günden güne aptallaşmamı da mazur görünüz. Ha ben halimden memnunum, şikayet ettiğim düşünülmesin. Hem beyin hücrelerimi hem karaciğerimi öldürüyor olabilirim ama ruhumu yaşatıyorum ne yalan söyliyim. Ayrıca Almanya'da yaşayıp beyin hücrelerini alkole feda etmeyenleri ülkeye saygısızlıktan suçluyor falan olabilirler. Buradaki bir arkadaşın dediği gibi, "It's almost rude if you don't drink beer in Germany." Kültürel bir aktivite özellikle Bayern'de çokça bira içmek, yani geldiğimiz ülkenin-bölgenin kültürüne saygı duymayacaksak niye geliyoruz değil mi? Evet alkolikliğimi de güzelce rasyonelize ettikten sonra asıl meseleye gelebilirim: Konserler. Geçen bir ayda inanılmaz mükemmel iki konser izleme fırsatı buldum burada. Delice, manyakça sevdiğim müzisyenleri canlı görmüş oldum, belki hayatımda bir daha bu kadar rahat şekilde onları görebilme ihtimalimin olmayacağı düşüncesiyle hiç tereddüt etmeden almıştım zaten biletlerimi. Çok da güzel iyi yapmışım. Bravo bana.

İlk konser Münih'teki Glen Hansard/The Frames konseriydi. Birtakım tren alakalı talihsizlikler yüzünden ne yazık ki konsere geç kaldık ve bir diğer melek sesli İrlandalı singer/songwriter ablamız Lisa Hannigan'ın performansını kaçırdık ama biz konsere ulaştığımızda Glen Hansard daha yeni çıkmıştı sahneye, en azından Glen'i kaçırmadık diye teselli ettik kendimizi. Neyse ki konserin içinde Lisa Hannigan tekrar çıktı da sahneye  birlikte bir şarkı söylediler, onun güzel sesinden de mahrum kalmadık böylece. Konserin geneline gelecek olursak, rahatlıkla hayatım boyunca izlediğim en güzel konserdi diyebilirim. Neredeyse 3 saat sahnede kaldılar ve Glen Hansard'ın seyirciyle diyaloğu müthişti. Her şarkıdan önce o tanrısal sesiyle uzun uzun konuşması, bazen şarkıların hikayelerini bazen de öylesine hikayeler anlatması paha biçilemez bir deneyimdi benim için. Galiba ben gerçekten şarkılarını anlatan müzisyenleri seviyorum. Sanki müziği edebiyatla tamamlıyormuş gibi hissettim o konuşurken. Konser baştan sona bir sanatsal deneyime dönüştü o yüzden. Çok katartik bir deneyim de oldu ayrıca benim için, konserin sonlarına doğru çok ağladım. Bunda Münih seyircisinin de katkısı var. Bir sürü konserde insanı hayattan soğutan uğultular, bağrışmalar, gereksiz konuşmalar falan bunların hiçbiri yoktu o yüzden de sadece müziğe odaklanmak çok kolay oldu. Herkes müziği can kulağıyla dinledi, tepki vermeleri gereken zamanda da en güzel tepkiyi verdiler. Etrafta dikkat dağıtan bir şey olmayınca o güzelim konser salonunda kendimi kaptırdım gittim. Benim için bulunmaz bir konser deneyimi oldu gerçekten. Şarkı başladığı anda salondaki sessizlik ve sadece Glen Hansard'ın sesi. İnanılmazdı. Astral Weeks'i söylemesi de öyle güzel bir bonus oldu ki anlatamam. Şu hayatta en sevdiğim şarkılardan birini bir konserde canlı dinlemek pek mükemmeldi. Birçok başka cover da çaldı, hepsi de süperdi tabii ki, özel olarak söylememe gerek yok. Konserden birkaç video koymam lazım siz de görün bu muhteşemliği diye.

inanılmaz sevimliler. konserdeki en güzel performanslardan biriydi bu kesinlikle.


bu da bir diğer mükemmel performans. bu adamdaki ses nedir ya nasıl bir şeydir.
Ayrıca "a good heart will find you again."


böyle de birtakım şirinlikler, mükemmellikler falan. espriler şakalar yapmayı da hiç ihmal etmedi konser boyunca.
10 saniye içinde sizi önce güldürüp sonra da ağlatabilecek potansiyele sahip bir insan. Aşırı derecede seviyoruz, manyağıyız.

Konser günlüğünün 2. bölümünde Berlin'deki Bon Iver konserinden bahsedeceğim. Ben Bon Iver'i canlı gördüm, evet böyle bir şey yaşandı. Spoiler vermek gibi olmasın ama muhteşemdi. Neyse detaylı anlatacağım efendim önümüzdeki günlerde. Bir sonraki konser günlüğünde görüşene dek kalın sağlıcakla çok sevgili müzikseverler.

28 Kasım 2012

"Benimle kalmak zorunda değilsin ama gitmesen iyi olurdu."



14 Kasım 2012

"Cause I don't understand these people."



Bazen ben de yıldızlarla konuşuyorum.

8 Kasım 2012

Herhangi Bir Hikaye

Onu en çok bana hikaye anlattığı zaman sevdim. "Hikayenin tamamını duymak istiyor musun?" dedi.
Tabii ki dedim, ben her zaman tüm hikayeyi dinlemek isterim.
Sonra anlattı. Hikayenin sahibiymiş gibi anlattı. Tüm dünyaya yaşama sevinci kavramını yeniden tanımlamak için gönderilmiş bir insan gibi anlattı. Hayatı boyunca bu anı beklemiş gibiydi, bana hikaye anlatacaktı...
Ben onu dinledim, uzun uzun konuştu.
Neden bu kadar mutlusun, dedim.
"Mutlu olmakta ne yanlışlık var," dedi. "Mutluyum."
Bir yanlışlık yok elbette dedim. Sanki tüm dünyadaki en mutlu insan sensin.
"Sen mutlu değil misin?" dedi.
Burada mutluyum, dedim.
"Burada değilken nasılsın? Anlatsana bana," dedi.
Boşver dedim, her zaman burada kalacakmışım gibi yapalım.Yürüdük, sokaklar sisliydi.
"Ben böyleyim ne yapayım, hayata olumlu tarafından bakıyorum, ne yapabilirim yani,"dedi.
Bir şey yapma dedim.
Elimi tuttu, cebine soktu. "Üşüme" dedi. "Ellerin çok soğuk."
Sonra diğer elimi tuttu, biri ısınırken diğeri soğuk kalmasın diye.
"Ellerin ellerim için özel olarak yapılmış gibi," dedi. Sustum.Sarhoştu, keşke ben de sarhoş olsaydım.
"Güzelsin." dedi. İnanmadım. Bir daha dedi; güzelsin, güzelsin, çok güzelsin... İnanmadım. Gülümsedim.
"Yarın arkadaşlarını ara ve benim çok güzel olduğumu düşünen bir adam var de," dedi. "Herkese söyle."
"Yakınımda dur," dedi. "Uzağa gitme, sen yanımdayken üşümüyorum."
Uzağa gitmek istedim, elimi kalbine koydu.
Sokaklar bomboştu. Dans etmeye başladı. "Ben her yerde dans edebilirim, biliyorsun, dedi. Elimden tuttu, dans ettik. Sokaklarda neden bu kadar çok sis vardı.
Sonra, "Çavdar Tarlasında Çocuklar" dedi, "en sevdiğim kitap." Kitaptan bir cümle söyledi. Dünyanın en mutlu insanıydı.
Kitabın ilk cümlesini ne çok sevdiğini anlattı. "Gerçeği bilmek istersen" dedi, "ailemden nefret ediyorum."
Bir cümleye "gerçeği bilmek istersen" diye başlamanın neden güzel bir şey olduğunu anlattı bana. Herkesin herkese her zaman yalan söylediğini...
Kimse gerçeği duymak istemiyor çünkü, dedim.
Holden'ı dürüst olduğu için seviyorum, dedi. Yalan söylediğinde bile dürüst sanki; çünkü başkalarının duymak istediği yalanları değil kendi söylemek istediklerini söylüyor, dedi.
Bir akşam için ne kadar da çok şey söyledi. Ben ona kitabın son cümlesini söyledim. Ona rağmen anlatmaya devam etti.
"Herkesi özlemeye başlıyorsun sonra" hala anlamadın mı, dedim. Sustu. Ben ona pek bir şey anlatmadım, şimdi durup dururken özleme ne gerek vardı.
"Gerçeği bilmek istersen." dedi, "ailemden nefret ediyorum, geri dönmek istemiyorum."
Ben de istemiyorum, dedim. Kalalım, bir yolunu buluruz. Biz diye bir şey yoktu. O ve ben ayrı yollar bulurduk elbet kendimize.
Abimle anlaşamıyorum dedi sonra birden bire. Hemen ardından Holden'ın neden iyi bir abi olduğunu anlattı bana. Ben kitabı daha önce hiç okumamışım gibi anlattı, hiç okumamış gibi dinledim. Çocukların masumiyetinden bahsetti,Holden'ın kendinde koruyamadığı masumiyeti kardeşinde sakladığını söyledi. Belli ki abisi ondaki masumiyeti korumaya hiç çalışmamıştı. Ya da kaybettiği şeyler için suçlayacak birine ihtiyacı vardı.
"Yakınımda dur" dedi, "uzağa gitme." "Mutluysam ne yapabilirim, bunda ne yanlışlık var." dedi.
Gerçekten duymak istiyorsan eğer dedim; Yalnızsın. Yalnızlığını gizlemeyi beceremiyorsun. Bir de bana gelmiş yakınımda dur diyorsun, bu kadar yakından çok fazla görünüyorsun, yalnızlığını gizleyemiyorsun. Ben görüyorum çünkü ben de yalnızım dedim.
Sarıldı bana. 5 dakika daha kal dedi. Saatine bakıp 5 dakika tuttu, 5'ten geriye dakikaları fısıldadı kulağıma. "Elimde olsa seni sabaha kadar öperim." dedi. "Gitme."
5 dakika kaç yalnızlığa yeterdi. Gitmem lazım, dedim. Gitmek bir alışkanlık olmuştu. Gidemeden duramıyordum.
"Ben seni korurum" dedi, "her şeyden, herkesten..."
Benim korunmaya ihtiyacım yok dedim.
"Senin ihtiyacın olmadığını biliyorum ama benim seni korumaya ihtiyacım var," dedi. "Senin fikrini sormuyorum bile, ihtiyacım var, korurum."
Beni kötülüklerden koruyacak, sarıp sarmalayacaktı. Hangi yarayı iyileştirmeye çalışacak, kim bilir ne zaman koruyamadığı bir şey yerine beni koyacaktı. İyi hissedecekti kendini, kaybettiği bir şeyi buldu sanacaktı. Masumiyetin başka bir insanda korunup saklanamayacağını ona söylemedim. Gerçeği duymak istediğini sanmıyorum.

Çimlerin arasından eve doğru yürürken sokak lambaları tek tek söndü. Kilise saat başını haber veren çanlarını kulağımızın dibinde çalmaya başladı. Kapının önünde durduk, beni öptü. Teşekkür ettim ona.
"Bana söz ver bir daha görüşeceğiz diye," dedi.
Görüşürüz dedim, neden olmasın.
"Beni unutmayacaksın değil mi," dedi. "beni unutmandan korkuyorum"
Seni unutmayacağım, dedim. Merak etme. Ben istesem bile insanları unutamam.

***

Gerçeği bilmek isterseniz hikayenin her zaman iki hali vardır. Biri tamamen gerçektir, diğeri ise hikayeyi nasıl anlatmayı seçtiğinize göre değişir. Hikayenin ikinci halinin birinciden daha az gerçek olacağını ise kimse iddia edemez. O da en az salt gerçek kadar gerçek olabilir. Çünkü insanlar birbirlerine her zaman yalan söyleseler de dikkatli bakan herkes gerçeğin bir parçasını yakalayabilir, hava sisli de olsa, sokak lambaları gözünüzün önünde birer birer sönse de görebilirsiniz. Bazen de başkalarının duymak istediği değil sadece söylemek istediğimiz yalanları söyleriz, bize özel yalanlardır onlar. Doğrusu, en güzel yalanlar da hep onların arasından çıkar. Ben bu hikayeyi böyle anlatmayı seçtim; gece yatmadan önce kendime anlatabileceğim bir hikaye olsun diye.

***

Bir de kar yağmaya başlamasın mı? "Hadi kar topu yapalım ve kar toplarını elimizde tutalım" dedikten sonra bir insan, onu unutmak nasıl mümkün olabilirdi ki zaten. Kar toplarını yaptık, o elinde tuttu, ben yere fırlattım. Sanırım biraz geç kalmıştım. Bazı şeyleri zamanında yapamadıktan sonra yapmanın ne manası vardı. Bir kar topu daha yaptım, bu sefer sımsıkı tuttum elimde. O bana nabzımı bulmayı öğretti. Yaşıyorsun dedi. Yaşamak güzeldi.

13 Ekim 2012

Ev

dünyanın hali bir garip. bundan bir ay önce hiç bilmediğim, görmediğim bir şehrin tüm sokaklarını evim gibi biliyorum şimdi, evim gibi seviyorum. ev denilen şeyin aslında bize anlatılandan bambaşka bir şey olduğunu da burada öğrendim. bir sokağı, bir yatağı, bir insanı, bir pizzayı bile evim yapabilirim. bir çanta mesela tamamen ev olabilir. yollar da evdir tabii ki, pazarlar, bir üniversite binası, bir kahveci... çünkü bunların hepsi sadece benim ev fikrimin içinde var olabilirler. aslında insanın sahip olduğu tek ev kendisidir, o yüzden insan kendisini götürdüğü her yere evini de götürebilir. yani öyleymiş. öyle olmasına ne kadar sevindiğimi birkaç yavan cümleyle burada anlatmam çok mümkün değil ama belki hayatım boyunca hissetmediğim kadar mutlu olmamın sebeplerinden biridir bu aydınlanma. özlem, yalnızlık, aile,aşk, başarı, arkadaşlık gibi kavramların üzerimde yarattığı yükü bir süreliğine kendimin yani evimin dışında bırakmış olmak belki de beni böylesine hafifletiyor. ben hala aynı insanım, bambaşka biri olmam mümkün değil elbette ama içimde olabileceğim insana dair barındırdığım potansiyeli görmeye başladım sanki. belki bunca zaman taşıdığım yükün altında kaldıkları için göremediğim yanlarım su yüzüne çıkıyor yavaş yavaş. çok garip. dediğim gibi dünyanın hali bir garip. insanın hali de bir garip.

son zamanlarda delice sevdiğim bir şarkı var, şarkının son cümlesi şu; "when this world becomes too much to hold, let it go." belki sonunda bunu başarabildiğim için, artık dünyanın yükünü sırtımda taşımaktan vazgeçtiğim için daha güzel günler göreceğim. belki gerçekten herkesin hayatında dünyanın yükünü bir kenara bırakıp, kendini alıp gitmesi gereken bir zaman vardır. diğer türlüsü çok zordu çünkü. bırakmak güzelmiş. size her zaman bırakmanın zayıflık olduğunu söyleyen insanlar olacaktır çevrenizde ama bence bir gün, en azından bir süreliğine ne varsa sırtınızda bırakın gitsin. bir de böylesini görün, beğenmezseniz zaten dünyanın yükü sizi her zaman bekliyor olacak, geri dönersiniz olur biter.

son olarak;
"But this world spins on without our permission, we can hold our breath and keep on wishing or we can take it for a ride."

2 Ekim 2012

Yavaş

şimdilik her şey biraz yaşama uğraşı. çok fazla şey biriktiriyorum burada ama yazmaya henüz hazır değilim. sanki yazmak için bir zaman gelecek ve ancak o zaman yazabileceğim. hiç gelmeyecek birini özlemek gibi bir şey değil bu, biliyorum, o yüzden kafam rahat. bazı hikayeler anlatılacakları zamanı kendileri seçiyorlar, olan biten bu.

çok güzel hikayeler anlatacağım size. biraz daha zaman. hiç geçmesin denilen zaman. hayat burada dursa şimdilik ve ben yeniden başlasın diyene kadar başlamasa. sonra bir düğmeye bastığımda zaman da hayat da hikayeler de yeniden yazılsa. mümkün değil elbette ama ben kafamın içinde zamanı yavaşlattım ve ne varsa biriktiriyorum. zaman tekrar hızlandığında her biri dökülecek biriktikleri yerden. en azından umudum bu yönde.

1 Ekim 2012

Doktor'un Karanlık Tarafı



Doctor'un karanlık yönünü görmeyi her zaman çok seviyorum. Düzenli olarak gerçekleştirdiğim geleneksel youtube'dan doctor who videoları izlemece maratonum sırasında bu sahneye denk geldim ve birkaç kez izledim. Doktor'un en acımasız olduğu bölümlerden biriydi bu bölüm ayrıca Human Nature ile birlikte benim en sevdiğim bölümlerden biridir. Bir televizyon dizisi karakterinin beni ve hayatımı bu kadar etkiliyor olması garip midir bilemiyorum ama Doktor kadar sevdiğim çok az şey var bu hayatta.

18 Eylül 2012

Bamberg Böyle Bir Yer İşte





Bunlar sadece ön gösterimdi. Fotoğrafların ve Bamberg'in devamını merak edenleri şöyle alalım.http://www.flickr.com/photos/gokcii/


Şehri şimdiden o kadar benimsedim ki 6 ay sonra ben buradan nasıl gideceğim diye düşünmeye başladım bile. Ama aslında sorun değil, nasılsa Bamberg beni başka yollara başka şehirlere ulaştıracak aracı görevini görmüş olacak. Dünyada Bamberg gibi keşfedilmeyi bekleyen çok yer var benim için. Eminim ki Bamberg de Ankara da bu konuda anlayışlı olacaklardır. Bana öyle geliyor ki artık her yerde kendime bir ev edinebilirim, her yeri bir şeyi için sevebilirim. Dünya'yı kafamın içinde küçültebilirim. Yapılacak çok şey var. Bamberg'de bile keşfedilecek hala bir sürü şey var. Hayat uzun zaman sonra gerçekten akıyor. Beynim her şeyin yeniliğinden dolayı yanmak üzere ama bu iyi bir şey. Yeni şeyler insana yaşadığını hissettiriyor. Neyse ben susayım siz de fotoğraflara bakın. Sonra bir ara devamını da eklerim. To be continued, kalın sağlıcakla.



15 Eylül 2012

Yük

insanlar en sevdikleri şarkıları benimle paylaştıklarında ben o şarkıları dinlediğim her an o insanları yanımda taşıyormuşum gibi hissediyorum. onları çok özlersem mesela, hemen açıveriyorum şarkıyı ya da içimden mırıldanıyorum yarım yamalak. sanki o zaman birlikte yürüyormuşuz, ya da karşılıklı oturruyormuşuz da birbirimize bakıyormuşuz gibi oluyor. ama öyle olmuyor tabii. özlemek zaten hiçbir zaman düzgün çalışmıyor. bir insanı özlemek ne yaparsam yapayım azalacak bir şey değil. konseptin doğasına ters belki de;  özlemenin bitmesi ancak kavuşmayla mümkün olacağı için, kavuşmanın olmadığı her an eli mahkum artar bu özlem denen meret. sabit bile kalmıyor ki terbiyesiz. aslında yaşadığımız her günün bizi yaşlandırmasına benziyor özlemin çalışma şekli. hayat böyleyken özlemden farklı bir şey beklemeye cür'et etmek de saçma olurdu doğrusu. dünya üzerinde cehennemi arayanların ise uzağa bakmasına gerek yok. tüm hayatını kavuşamayacağı şeyleri özleyerek geçirmiş bir insana sorun anlatsın. çok güzel cümlelerle açıklar size. güzel cümle kurmaktan başka tutunacağı dal kalmamıştır ki.  berbat şeyleri fazlasıyla güzel şekilde anlatma çabası kadar naif bir savunma mekanizması daha var mıdır acaba şu hayatta?

kimse bana en sevdiği şarkıları söylemesin, orada anlaşalım bitsin. bu şarkıların azalmayacak bir özlemi dört dakika için unutturup sonra bittikleri an yeniden daha acımasız bir gerçekle beni mahvetmeleri haksızlık. ben kimseyi yanımda taşıyamam, böylesi mümkün değil. olsaydı mükemmel olurdu elbette, tek bir şarkıyla yanıma ışınlanır sonra hep benimle kalırlardı ama böylesi mümkün değil. çünkü ne kadar çok insanı yanımda taşımaya çalışırsam o kadar ağırlaşıyorum. sonra ben yürüyemez oluyorum, artık kendimi taşıyamıyorum ve işin kötüsü her saniye aslında taşdığımın hayali bir yük olduğunun da bilincinde oluyorum. artık kimseyi yanımda taşımak istemiyorum. şarkıları uzak tutun benden ve haritaları önümden kaldırın. tek bir insanın çok daha büyük bir ideali temsil etmesi gibi fikirleri de silin kafamdan.

biliyorum ki, bazen birtakım insanların sebep olacaklarını düşündüğüm mutluluğu özlüyorum. bir kavramı bir duyguyu özlüyorum. bir hayali, bir ütopyayı... her zaman hiç kavuşamayacağım şeyleri özlüyorum. artık istemiyorum. her türlü ütopya ve şarkı gidebilir. yüksüz ve tek başıma var olabilirim. size dünyadaki cehennemi güzel cümlelerle anlatamam olur biter, ne olacak sanki.

11 Eylül 2012

Şehir

Beş gündür Bamberg'deyim. Burada zaman nasıl geçiyor bilmiyorum, bazen çok hızlı gibi geliyor bazen de inanılmaz yavaş. Şehre indiğimde ya tarih tünelinin içinde kaybolmuş bir bahtsız ya da geçmişe gitmeye karar vermiş tarihin ilk zaman yolcusu gibi şanslı hissediyorum kendimi. Şehrin tamamı ama tamamı eski binalardan oluşuyor, 500 yıldır var olan bira bahçeleri var burada ve 500 yıldır aynı birayı aynı yerde servis ediyorlar. Bir köşeyi dönünce Hegel'in evinin önünden geçiyorum ve sanki o hala pencerenin önünde oturuyormuş gibi geliyor.Modern giyimli insanlar ya da apple mağazaları falan olmasa kendimi 1700lü yıllarda yaşıyor gibi hissedebilirim, öyle hissetmem normal bile olur. Her şey öyle tarihi ki ben bile sanki tarihin bir parçası haline geldim burada. Beş gündür her gün sokaklarda yürüyorum, hiç sıkılmadım, sanıyorum ki önümüzdeki 6 ay içinde ayak basmadığım sokak kalmayacak.

Bugün kimsenin geçmediği çok dar ve yokuşlu sokaklardan yürürken aklıma eskiden o yollardan geçen at arabaları geldi, nedense at arabaları gözümün önüne geldiği an hayalimde hava da karardı ve kapandı. At arabalarının karanlıkla bir alakası olmalı. Aslında geldiğimden beri güneş var ama hava puslu olduğunda ya da yağmur yağdığında Bamberg nasıl görünecek çok merak ediyorum. Belki de ortaçağ'a karanlık çağ dedikleri için sanki bu tarihe karanlık hava daha da yakışırmış gibi bir şeyler düşündüm bugün, ha güneşten hiç şikayetçi değilim yanlış anlaşılmasın ama etraf daha karanlık olduğunda buradaki gotik havayı daha iyi anlarım gibi geliyor sadece. Bunalır mıyım? Sanmıyorum. Bu şehirle münasebetimiz ilk görüşte aşk ile başladığından, kolay kolay bıkmayız birbirimizden.

Anlatılacak bir sürü şey var hem şehirle hem de Almanya'ya özgü garipliklerle ilgili. Onları bi ara teker teker anlatırım, büyük kültür şoku yaşadığımı söyleyemem ama gerçekten çok şaşırdığım bazı minik hadiseler olmadı değil, neyse ki uyum sağalamak da zor değil. Hatta bezen her türlü ortama bu kadar kolay uyum sağlayabiliyor oluşumuzu çok garipsiyorum. Buraya gelir gelmez kendime özgü bir rutin yarattım bile. Yattığım yatağa alıştım, hangi lambaları yakıp hangilerini yakmayacağıma hemen karar verdim. Dolapları benimsedim, nereye ne koyacağımı hemen belirledim. Bunların bu kadar kolay olması iyi bir şey mi yoksa kötü mü onu da bilmiyorum. Yaşadığım yeri kendi yerim haline getirmeye çalışmak, başka birinin yerini öylece benimsemekten daha mı iyi yoksa beyhude bir çaba mı onu da bilmiyorum. Gelişine yaşıyorum. Odamın penceresinden sabahları kilisenin yolunda bisiklet süren insanları izliyorum. Herkes her yere bisikletle gidiyor, bir bisikletim yok diye gizliden içleniyorum. Şehrin ruhuna hayat veriyor sanki bisiklet tekerlekleri, ben şehre hayat veren şeyin dışında kalmamalıyım diyorum. Belki önümüzdeki günlerde sepetli bir bisiklet alırım. Bir de at arabam olsaydı şehrin her zamanının ruhuna hayat verebilirdim. Neyse o da başka bir zamana, gerçek zaman yolculuklarına kalsın.


2 Eylül 2012

Bavul

altı aylık valiz hazırlamak işkencelerin en büyüğüymüş. ben daha önce hiç bu kadar uzun bir seyahate çıkmadığım için ve genelde küçük bir bavula sığıp artan şeyler olursa onları da emektar sırtçantama atıp rahat ettiğim için hiç bilmiyordum tek bir bavula neredeyse bir hayat sığdırmanın zorluğunu. resmen tek bavulla taşınıyorum. ne kadar eşya alırsam alayım da hep bir şeyler eksik kalıyor elbette ama artık yapacak bir şey yok. belki insanın fazla eşyaya ihtiyacı da yok. alıştığım birçok şeyi geride bırakmak ve orada yeni eşyalara alışmak daha makul bir şey olabilir. bir anlamda yeni bir şeyler olsun diye çıktığım bu yolda eski şeylere inatla tutunmak da çok manasız geliyor düşününce. evet gerçekten manasız. o yüzden şikayet etmeyip yeni ne varsa onlara uyum sağlamaya odaklanayım ben.

çarşamba akşamı başlıyor yolculuk. bir süre sesim çıkmayabilir. yeni hayata alışmak, tabak çanak alışverişi yapmak, sürekli ingilizce konuşmak, yeni insanlarla tanışmak, minimum 50 çeşit bira denemek falan gibi şeylerle meşgul olacağım birkaç hafta var önümde. haa tabii bir de internet meselesi var. kim bilir ne zaman sabit bir internetim olacak.-internet çok lazım be blog-  internetim bağlanır bağlanmaz minik orta çağ şehrimden gidişatı bildirmeye başlarım tabii. çenem düşer, duramam. bana öyle geliyor ki bu blog bir ay sonra kısmi bir gezi blogu halini alacak. şimdilik sessizliğe gömülmeden önce bir fotoğraf bırakayım sizlere. ben buralarda bi yerlerde tek başıma dolaşıyor olacağım. yağmur da yağar belki. çok güzel olur.



22 Ağustos 2012

Kasaba

Bu küçük kasabanın üzerimde bıraktığı etki inanılmaz. Yaşamımın on dört yılında çok büyük bir izi var buranın;  ne kadar uzak olursam olayım beni ben yapan birçok şeye bulaşmış. Hayatımdan bu kasabayı çıkarsanız ben yaşamaya devam ederim elbet ama aynı kişi olabilir miyim bilmiyorum.  Üç yıl aradan sonra buraya yeniden gelmek,  çocukluk arkadaşlarımla eskilerden konuşmak tarifi çok zor bir hüzne sürükledi beni. Araftaymışım gibi hissettim. Geçmiş bu kasabanın sahillerinde sokaklarında kumlarında görünmez bir karton kutuya konulmuş bekliyor gibi. Gelecek ise sanki hiç var olmayacak. Ben bugün şimdiki zamanı düşe kalka yaşamaya çalışırken, bir kutuya sıkışmış, hep aynı şekilde duran ve durduğu yerde çürüyen geçmişe özlem duyarken, geçmişime dahil olan birçok insanın hareket halinde ve yaşamla bir bütün olduklarını fark edip biraz daha hüzünlendim. Onlar için değil tabii ki, kendime baktım; bir tane geçmiş zaman kutusu biraz da şimdiki zaman var elimde ve sanki ben tamamen dışarda kalmış gibiyim. Sanki herkesin kolayca uyum sağladığı geleceği hiçbir zaman elde edemeyeceğim. Aslında her zaman böyleyim ama geçmişimin çok açık bir şekilde önüme serildiği bu yerde her şey bana olduğundan çok daha açık çok daha sarsıcı görünüyor. Bir türlü olduramıyorum duygusu yaratıyor buranın rüzgarları içimde.  Babamı sahildeki bir çay bahçesinde tombul şişe efes içerken görüyorum gözlerimi kapayınca, tek başına orada oturup birasını içmek en büyük keyfiydi.  İstisnasız her zaman şimdiki zamanda yaşardı babam, geleceğe özlem duyduğuna hiç şahit olmadım, geçmişe geri dönmek istediğini hiçbir zaman hissetmedim. Tüm varlığıyla yaşadığı günün içindeydi. Birasını içer sonra eve gelir meyve tabağı hazırlar denize karşı rakısını da içerdi. O an dünya üzerinde rakı içmekten daha önemli başka hiçbir şey yokmuş gibi yapardı bunu. Şimdi ben onun memleketinde, çocukluğumun ve ergenliğimin en güzel anılarını yaşadığım bu yerde hiçbir anın içinde var olamıyorum. Geleceğim yok, geçmişim ise görebileceğim ama asla ulaşamayacağım kapalı kutularda saklı. Babamın hayaleti buralarda dolaşırken hissettiğim her şey hüznün farklı şekilleri. Ne zaman bu kadar yaşlandık sorusunun etrafında dönüp duruyorum. Babam ne zaman gençti, biz ne zaman çocuktuk, geleceği ne zaman kaybettik? Hiçbirini bilmiyorum. Gençliğin bir rüya olduğunu seziyorum sadece, her şey bir yerden sonra hayal meyal ama gençlik hayallerin en güzeli ve en yalanı. 

Her şey yavaş yavaş yitiyor, geçmişi sıkıştırıp bağlayıp kutulara kaldırıyoruz ama o kutuların içindeki bütün parçalardan bambaşka bir şey haline geliyor. Şimdiki zaman ellerimden kayıp gidiyor, gelecek zaten çoktan yitmiş. Bu deniz, bu ağaçlar, kumlar, ıssız sokaklar, bu ev, kasabanın insanları her şey öyle büyük bir rüya ki uyanmam için üzerime litrelerce su dökmeleri gerekecek. Keşke kasabanın yollarında karşılaştığım çocukluğuma sarılabilseydim diyorum içimden ve 'çocukluğumun kutulara konulacağını, üzerine de gri betonlar döküleceğini bilseydim eğer daha çok çocuk olurdum' diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şu anki ben ve benim birçok geçmiş zaman hayaletim babamın hayaletine karışırken ben bu yıldızların altında, yakamozlar içinde ve sıcak esen rüzgarların arasında bir kez daha kayboluyorum. Başka hiçbir şehirde yıldızlar bu kadar çok görünmüyor. Üzerime yıldızlardan yapılma bir çarşaf örtmüşler gibi hissediyorum burada geceleri. Bu kadar çok yıldız nasıl mümkün olabiliyor aklım almıyor, birçok başka şeyi de aklım almıyor zaten. Sadece bakıyorum. Bazı şeyleri anlamaya çalışmadan izlemenin keyfine varıyorum kasabada. Yine de bir türlü dışarıda kalmışlık duygusunu atamıyorum üzerimden. Bu küçük yer benim için herkesten koptuğum bir ada olmuş sanki. Geçmişte yaşamın ta kendisiyken bugün bu hallere gelmiş, ben bu hale getirmişim kendimi. Keşke rüzgârların yarattığı hüznün de bir çaresi olsa. Bir çare bulsam.

Denizi betonla doldurmuşlar baba, çay bahçesi yapmak için bile değil, otopark yapmışlar denizin dibine. İyi ki görmedin betonları. Her şey değişiyor; birden bire, hiç değişmeyen kasabayı bile otoparka dönüştürüyorlar bu yeni dünyada. Otoparklara da dışardan bakıyorum ben, merak etme. Betonların da dışındayım. Bir tek rüzgarların arasında hissediyorum yaşadığımı, anlık bir şey yaşamak, esip geçiyor. Neyse ki benim hayatım otoparklar kadar kalıcı olmayacak bu dünyada. Esip kavuracak bir günlük poyraz olabilsem o bana yeter. Ne eksik ne fazla.

16 Ağustos 2012

doğum günü

bazı günler çok gereksiz şeyler ben herhangi bir özel çaba göstermediğim halde beynimi işgal ediveriyorlar. bir insanın doğduğu günü hatırlıyorum mesela nedensiz yere, doğmuş olmasının benim açımdan hiçbir manası kalmamış ama doğum gününü bir türlü unutmamışım. ne gereksiz bir bilgi, hiçbir şekilde beynimizde yer etmemeli böyle şeyler ama kendi beynimiz üzerinde bile doğru düzgün kontrolümüz yok. tepki ya da kızgınlık yüzünden değil, sadece bu bilgiyle ben ne yapabilirim durumu. gerçekten bu bilgiyle ne yapabilir insan. herhangi bir günün kafamızda yer etmesi ve o günün bir insanla eşleşmesi nereden bakarsam bakayım çok garip. doğmuş olmak özel bir şey ya da bir beceri bile değilken doğum günleri neden bu derece önemli ve akılda kalıcı? belki de insanlar 'dünyada her bireyin sadece kendisine ait topu topu iki günü var biri doğum günü biri de ölüm günü' diye düşünüyorlardır ve ölüm günleriyle hiçbir şey yapamayacakları için doğdukları tek bir güne sarılıyorlardır.Yılda bir gün verilmiş işte, kutlayalım, sevdiğimiz insanlarla birlikte olalım. birileri bizim yaşadığımızı hatırlasın. varlığımız birçok insan tarafından doğrulanıp kutlansın. yaşıyorsun ve varsın desinler. bir yıl daha hayatta kalabildin desinler. ne güzel desinler. seni sevsinler. en azından öyleymiş gibi yapsınlar... peki bazen birilerinin yaşadığını hatırlamak istemediğimizde ne yapacağız bu doğum günlerini? o günleri kafamızdan silip nasıl atacağız? bilmem kaç yıl önce bir doğum günü öncesi kafamın içinden mükemmel hediye seçeneklerini listelediğim ve o hediyeleri alınca ne kadar mutlu olacağını falan hayal ettiğim zamanların bu kadar boşa gitmesini ne yapacağız? tüm gece gereksiz şeylerin kafamı işgal ettiği yetmedi şimdi bir de bir sürü cevapsız soru yarattık durup dururken. bu hiç olmadı ya, neyse.

8 Ağustos 2012

Not

ben ki hayatı boyunca hiçbir not defterine yapması gereken şeyleri yazmamış, neredeyse hiçbir zaman alışveriş listesi yapmamış, ilkokul'da bile öğretmenin verdiği ödevleri deftere not etmemiş bir insandım. gel gelelim ben, yaşar usta bu son bir ayda erasmusla ilgili yapacağım şeyleri bir deftere not etmeden yaşayamaz oldum. yapacağı her şeyi aklında tutabilen insan gitti, yapılacaklar listesi yaptığı halde bir sürü şeyi unutan insan geldi. ben bu insanı sevmedim ama düşününce bu insanın da bir suçu yok. o kadar çok bürokratik işi tek bir kişiye yükleyenler utansın. aylardır doldurmadığım kağıt kalmadı. ingilizce- türkçe mailleşmeler, her türlü ilgili internet sitesini baştan sonra ezberleyecek derecede okumalar... bunların hepsi ziyan, zaman israfı. hayır sonunda beni gerçekten mutlu edecek bir şey olmasa ahhh yeter bea diyerek her şeyi bir gofret kağıdı gibi çöpe atabilirdim ki aslında bu özüme çok daha uygun bir davranış olurdu. ancak söz konusu hayaller olduğunda birazcık fazladan dayanma gücü ekleniyor bünyeme. şimdilerde yapacaklarımı not etmeyi baya baya adet edindim. alacağım pamuğu bile yazıyorum, pamuk al! diye. belki de bunlar hep yaşlılıktan da ben erasmusa suç buluyorum. yaşlandım be blog naparsın. ama bak yaşlılıktan bile olsa sırf bu pasaport-vize stresinden 3 yaş yaşlandığımı düşünerek işin suçlusunu yeniden erasmus ilan edebilirim.

ancak tüm bu sıkıntılara rağmen bugün çok mutluyum. çünkü vize işi de bitti. bir iki gün içinde vizeniz gelecek garantisini de aldım, elçilikten çıkarken sanırsınız uçuyorum, birtakım ayçiçek yağı reklamlarındaki insanlar gibiyim. ayrancı'dan tunalı'ya üç saniyede varmışım. beklemenin bittiği bir hayat ne güzelmiş be dedim, ayrıca ayçiçek yağı reklamlarındaki insanlara da fazla derecede sempati duymaya başladım. aylardır ilk defa bir şeyin gerçekleşmesini beklemediğim bir gün yaşadım. artık gerçekleşmekte olan bir şeye ulaşacağım zamanı bekleyeceğim sadece. bir şey başarmışım gibi bir his değil bu, zaten var olan bir şeye ulaşmamda bir engel kalmadığını net bir şekilde görebilmenin mutluluğu. (pek de güzel) bu yapacağım şeyin birçok insan için öyle büyük dramatik anlamları olmayabilir, birçok insana başka bir ülkede 6 ay yaşayacak olmak çok da mühim görünmeyebilir ama benim için gerçekten çok önemli. gerçekten çok önemli olduğu için de bu kadar kaygılandım. çünkü gerçekleşememesi durumu benim açımdan büyük bir kayıp olacaktı. neyse ki şu an her şey iyi gidiyor. gitmeye de devam edecek umarım ki. önümüzdeki bir ay arkadaşlarla güzel vakit geçirip, valizime neler koysam diye düşüneceğim, avrupa haritasını açıp açıp kendime yeni güzergahlar belirleyeceğim bir zaman dilimi olacak. en azından öyle olacağını sanıyorum. valizime ne koyacağımı düşünmeden önce bir valiz alsam iyi olabilir tabii ama bunlar çok teknik ayrıntılar. teknik ayrıntılar bizim işimiz. nasılsa not defterim de var, valiz al! diye bir not yazarım olur biter.

5 Ağustos 2012

24 Temmuz 2012

Bir Doctor Who Yazısı

Bu sıralar hayatımı tamamen işgal eden bir şey var; Doctor Who. Günüm, gecem Doctor Who izleyerek, izlemediğim zamanlarda da onun hakkında düşünerek geçiyor. O yüzden bir Doctor Who yazısı yazmayı kendime borç bilirim. Çünkü bu dizi gerçekten hayatımın büyük bir parçası haline geldi ve bence bir dizinin insanın hayatında bu kadar büyük yer edinebilmesi o dizinin inanılmaz derecede başarılı olduğunun göstergesidir. İzlediğim çok fazla dizi var -bu bir gerçek- ama Doctor Who bunların arasından çok rahatlıkla sıyrılıyor, tam bir gönüllerin birincisi durumu. Plaketler yaptırıp tüm kadroya dağıtasım, dünyanın çeşitli şehirlerine her biri için özel heykeller yaptırasım var. O aşamaya geldim bu sıralar, Fangirl moduna bağladım gidiyorum. Halimden de çok memnunum. Bir de uzun bir Doctor Who yazısı yardırayım da fangirlüğüm tam olsun. Hadi bakalım.
 -Yazı bir miktar spoiler içermektedir ama öyle okursam yanarım biterim tarzı şeyler yoktur, haberiniz ola! Okuyun bence, nolcak canım-

Neden Doctor Who?
Genel olarak dizi izlemeyi çok sevme nedenlerimden biri, dizilerin belli bir hikayeyi uzun süreler boyunca takip edebilmeye olanak sağlaması. Yıllarca bazı karakterlerin hikayeleri durmadan, birçok farklı yönüyle anlatılıyor. Tüm bu süre içinde hikayelerin büyüsü hep benimle kalabiliyor. Ben de hikayenin devamını görebilmek iç.in yaşamak istiyorum ya da hikayenin devamını kendim hayal ediyorum. En önemlisi hikaye kahramanlarıyla arkadaş oluyorum, onlara aşık oluyorum, yani temelde onları seviyorum. Onları sevmek kolay, insan sadece izleyici olduğu hikayelerle daha rahat anlaşıyor pek tabii ki. Doctor Who'da anlatılan hikaye de insanı gerçekten büyüleyen, başka bir dünyada, başka bir zamanda yaşıyormuş hissi veren, izlendiği anda "aslında her şey mümkün" diye gaza getiren bir dizi. İçinde zaman yolculuğu olan her şeyi manyakça sevme eğilimim de işin içine girince benim zaten Doctor Who'yu sevmemem garip olurdu. Üstelik bu doktor sadece zamanda değil uzayda da seyahat edebiliyor. Milyarlarca ışık yılı uzaktaki gezegenleri, oradaki yaşamları da gösteriyor. Tüm bu zaman-uzay seyahati mükemmelliğinin yanında bir doktor karakteri var ki o karakter hakkında sayfalarca yazsam yine de az gelir. Dizinin 1963 yılından beri devam ediyor oluşunu tek açıklaması da The Doctor karakteri zaten. Sürekli değişen, dönüşen bir adam Doktor. O yüzden insanlar aslından bir karakterin hikayesini izlerken bir sürü adamın hikayesini izlemiş oluyorlar. Doktor değişiyor, her değişimininde fiziksel özelliklerini değiştirdiği gibi kişiliğinin bazı boyutlarını da değiştiriyor ama aynı kalan özellikleri de var. İşte dizinin büyüsü tam bu noktada insanları esir etmeye başlıyor. Yalnız bir adamın, daha doğrusu bir time lord'un yalnız hikayesi çerçevesinde bu bitmeyen öykü, doktorlar değiştikçe çeşitleniyor. Her bir doktor aynı yalnızlığın, aynı bilgeliğin aynı gücün farklı bir versiyonunu gösteriyor. Aynı hikayenin birçok farklı karakter üzerinden anlatılması gibi bir şey. Ve ben buna mükemmellik diyorum işte.

Last of the Time Lords- A Mad Man With a Box- Time Lord Victorious- The Oncoming Storm
Doktor karakteri benim izlediğim onlarca dizi içerisinde en hayran olduğum erkek karakterler top 5ine üst sıralardan girer. Belki ilk sırada bile olabilir (Sherlockla bir çekişme içinde de diyebiliriz birinci sıra için). Her ne kadar ilk 8 doktoru baştan sona izlememiş olsam da onlarla ilgili okuduklarımdan ve birtakım youtube videolarından edindiğim izlenim aslında 11 doktorun da çok temel ve benzer özellikleri olduğu. Öncelikle doktor çok zeki bir adam. Bir dahi, dizide söyledikleri gibi bir science geek. Çok geveze, çok hızlı konuşuyor ve saniyede üç cümle ile tüm zaman ve mekanlardaki yaratıklara laf sokabiliyor. Kendine has bir şapşallığı var ama aynı zamanda inanılmaz korkutucu bir havası da var. Bazen öyle bir bakıyor ki tüm evren resmen önünde diz çöküyor, bazen de yavru bir sokak köpeği gibi korunmaya muhtaç, evsiz yurtsuz, yalnız. Bazen tüm evrenin en şapşal, en sakar varlığı. Kaybedecek çok bir şeyi yok ama kaybedebileceği şeyleri de vücudunun son molekülünün bile yok olması pahasına koruyor. Hiçbir şeyden korkmuyor.

Hatta onun ne kadar korkusuz olduğunu en güzel anlatan diyaloglardan biri ise şu;
Çocuk: Daha önce hiç canavarlarla karşılaştın mı?
Doktor: Evet
Çocuk: Peki onlardan korktun mu?
Doktor: Onlar benden korktu.


Dizide birçok kez doktoru tanımlamaya yönelik ifadeler kullanıldı. Hem doktorun kendisi hem de onunla en az bir kere karşılaşmış herkes tarafından. 10. doktor sürekli ne kadar zeki oduğunu I'm Brilliant diye belirtirken 11. Doktor, daha geldiği ilk bölümde I'm a mad man with a box der kendisiyle ilgili. Doktorun kendi gücünün sınırsızlığını görüp, dark side'a geçmeye en çok yaklaştığı anda söylediği cümle ise I am the Time Lord Victorious'dur.  Ancak dizi boyunca doktoru en güzel anlatan sahnelerden biri kesinlikle dünyanın en şirin İngiliz çocuğunun ağzından dinlediğimiz Doktor tasviri. 10. doktor için şöyle diyor kendisi;

Because I've seen him. And he's like fire and ice and rage. He's like the night and the storm and the heart of the sun. He's ancient and forever. He burns at the center of time and he can see the turn of the Universe... And he's wonderful"

Tam olarak doktor bu. İçinde kontrolsüz, bitmek tükenmez bir güç var. Zaman lordları ırkın son temsilcisi, 900 yaşından daha büyük ve yaşamı boyunca sevdiği birçok şeyin ölümünü, yitişini izlemiş, yalnız bir adam. O yüzden yapabileceklerinin sınırı yok, hiç durmayan beyni yüzünden aklının da sınırları yok ve sınırsızlık bazen onu delirtiyor ve bazen onu durduracak biri gerekiyor. O biri de genelde doktorun bir şekilde bulduğu ya da yollarının kesişmesinin kaçınılmaz olduğu yoldaşları. Seyahat arkadaşları.

Seyahat Arkadaşları- Companions
Benim dizideki favori olaylarımdan biri Doktor'un yol arkadaşları yani dizideki ifadesiyle companion'ları. Onlarla çok rahat bir şekilde özdeşim kurabiliyorum. Ya da belki özdeşim kurmak istediğim şey onların doktorla birlikte yaşadıkları hayat. Yani aslında onların yerinde olmak istiyorum. Tutunamayan insanlar genelde doktorun seçtiği ya da yolu doktorla kesişen kişiler. Hayatlarında bir sıkışmışlık var, kaçmak istiyorlar ve doktor onları tabiri caizse; kaçırıyor. Birçoğumuz ölmeden önce dünyayı görmek istediğini en az bir kez söylemiştir hayatı boyunca, işte doktor insanlara sadece dünyayı değil tüm evreni, zamanı ve uzayı da göstermeyi vaadediyor. Kim hayır diyebilir ki buna. Ben demezdim şahsen. Doktor olmak istemezdim ama onunla seyahat eden bir turist olmak isterdim. Bazen gerçekten doktor gibi bir şeyin gelip beni de sıkıştığım yerden kurtarmasını, bana zamanı, uzayı, evreni göstermesini hayal ediyorum. Doctor Who'yu güzel yapan şey zaten birçok insana bu hayali kurdurmayı başarması. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını sıkıcı mantığım biliyor ama en azından dizi süresi boyunca kendimden çok daha büyük bir evreni görmek, ya da sadece doktor gibi bir adamla seyahat etmek düşüncesi beni çok mutlu ediyor. Oturup bir kurtarıcıyı beklemek belki çok çaresizce ve aşağılayıcı bir şey ama bazen insan biraz nefes almak istiyor. Bana nefes aldıran şeyler de gerçekliği unutmamı sağlayan şeyler. Sıkıcı beynimden beni uzaklaştıranlar. Doctor Who mesela. Dizinin kendisi benim TARDIS'im. Birçok doctor who hayranı için de öyle olduğunu düşünüyorum. İçi dışından daha büyük ve sadece bir dizi olmanın çok daha ötesinde. My very own private time machine. O yüzden kendimi başka bir hayal seviyesinde doktor'un yol arkadaşı gibi hissedebiliyorum. Diziyi izlemek benim için bir yolculuğa çıkmak anlamına geliyor. Bir gün uyanacağım ve bahçede tardisiyle doktor beni bekliyor olacak gibi hayaller kurabiliyorum, bu yaşımda. Öyle bir adamın var olduğuna dünyayı ve başka gezegenleri bizim haberimiz olmadan koruduğuna falan inanmak istiyorum safça. Bunun mümkün olmadığını elbet biliyorum ama 45 dakika boyunca sanki mümkünmüş gibi hissedebiliyorum. O da az bir şey değil. Dizideki yol arkadaşlarının hissettiğini ben izlerken hissediyorum. O adama hayran olup zamanı ve evreni görmenin heyecanını yaşıyorum. Gerçekten böyle bir şeye şahit olsam, hayatımda bir kere bile bir zaman makinasıyla geçmişe gitsem hayatım tamamen değişirdi ki companionların her günü zaman yolculuğu, her gün yeni türden yaratıklarla, koşmayla, macerayla geçiyor. En basit şekliyle benim için güzel bir hayat bu. En azından farklı bir hayat. Özlem duyduğum bir şey. Fark ettiğiniz üzere yol arkadaşları kısmında çok romantikleştim. Hemen Doctor Who'nun düşmanlarına ve yaratıklarına geçeyim de yavan romantikliğim üzerimden aksın.

Düşmanlar- Yaratıklar
Doctor Who'nun düşmanları diyince herkesin aklına ilk sırada tabii ki Dalekler gelir. Dalekler benim için de yaratık listesinin bir numarasındalar ve ben gerçekten bayılıyorum Daleklere,  ayy canım ne şirinlerrr, yirim gibi bir sevgi değil tabii zira şirinlikle pek bi alakaları yok. Ben dalekleri doctor who'da görmeyi seviyorum. Onların olduğu bölümler çok heyecanlı oluyor, çok komik ve absürt de oluyor. Dalekler ve doktor ayrılamaz, ayrılmamalı. Gerçi son iki sezondur neredeyse hiç Dalek görmediğimizi düşününce şu an içimi bir hüzün kapladı. Onların mekanik exterminate-exterminate seslerini duymayı özledik. Doktorun hepsini teker teker göt etmesini özledik.Ne zaman daleklerle ilgili bölümler artsa finalde çok heyecanlı şeyler göreceğiz diye gaza gelmeyi özledik. Her şeyden önce Doctor Who için bir ikon Dalekler. Bir efsane, tuvalet pompasından bozma garip kollarıyla absürtlüğün sınırlarında dolaşan yaratıklar onlar. Kendilerini evrendeki diğer tüm yaratıklardan üstün görüyor ve aşağıda kalan tüm yaratıkların yok edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Time lordlar da ebedi düşmanları. Büyük zaman savaşında birbirlerinin soylarını kırmışlar, yani en azından dizide ilk bahsedilen durum buydu. Ancak zaman ilerledikçe hem daleklerin hem de time lordların aslında bitmediğini görüyoruz, hepsinden son kalan bir tane olduğunu düşünürken zırt pırt ordan burdan çıkıyorlar.
Dizideki birçok şey gibi kötü adamlarda da bazı sembolik durumlar olduğu bence çok açık. Diziyi izlemeye başladığım ilk zamanlardan beri daleklerin nazileri simgelediğini düşünüyorum ben. Üstün ırk söylemi ve tamamen yok edici olma gibi özelliklerle tanımlamış ingiliz yazarlar dalekleri. Doktor da aslında ingiliz falan olmadığı halde her zaman İngiltere'nin kurtarıcısıdır, çok sever Büyük Britanya topraklarını. Londara'yı kim bilir kaç kere yok olmaktan kurtarmıştır. -kurtarsın zaten,ben görmeden londra'ya hiçbir şey olamaz!- Doktor'un daleklere karşı büyük zaferleri sembolik olarak ingilizlerin nazileri tekrar tekrar def etmesi anlamını da taşıyor. Dizide yer yer gözümüze çarpan ingiliz milliyetçisi söylemlerden ve geçmişe gidilen bölümlerde birçok kez ikinci dünya savaşıyla ilgili hikayeler anlatmayı tercih etmelerinden de yola çıkarak bu çıkarımı yapmak iyice kolaylaşıyor. Gerçekten 2. dünya savaşı ile ilgili birçok şey var dizide, birkaç bölümde Churchill var mesela, bir bölümde geçmişe gidip hitler'i öldürmeye karar verdikleri bile oluyor. O dönemin zor şartları fonunda doktor herkesi bir kez daha kurtarıyor, ingilizler savaşı tekrar tekrar kazanıyor. İlk sezon doktor mesela 1941 hava saldırısı altındaki londra'ya bakıyor ve "2. dünya savaşında almanya domino taşları gibi tüm avrupayı yerle bir ediyordu sonra bir nemli ada çıktı ve burası olmaz dedi, işte bu beni çok etkiliyor" gibi bir konuşma yapıyor mesela. Ki o bölüm çok gerilimli olmasının yanında İngiliz miliyetçiliğinin tavan yaptığı bölüm olarak aklımda yer etmiştir. Rose Tyler'ın tüm bölüm boyunca ingiltere bayrağı giymesi de zaten işin en aleni boyutuydu. Gerçi ben bu durumdan rahatsız değilim, adamların ülkesi ve dizisi istedikleri kadar kendilerini övebilir, gaza getirebilirler. Bir de tabii dünya çapında en çok izlenen dizileri bu, İngiltere propagandası yapmak için daha güzel bir yol düşünemiyorum. Belki başka bir ülke olsa rahatsız da olabilirdim ama yapacak bir şey yok İngiltere'ye aşığım, ne yapsalar kolay kolay gıcık olamıyorum. sbt.

Doctor Who'daki diğer yaratıklara baktığımda ise dizide beni gerçekten korkutmayı başarabilmiş tek şeyin ağlayan melekler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ağlayan meleklerin olduğu her bölüm gerilimi hissediyorum. Dizideki kahramanlar gözlerini kırpamazken ben de onlarla birlikte gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. Bu zamana kadar hiç başaramadım gözlerimi kırpmamayı, doctor who dünyasında yaşasam başıma fena şeyler gelecekti demek ki. Fena şeylere de razıyım keşke o dünyada yaşasaydım. Rüyalarımda sürekli doktorla maceralara atıldığımı görüyorum bu sıralar. Acayip de mutlu uyanıyorum ki o rüyalardan. Gerçekten içinde yaşamak istediğim farklı dünya seçenekleri olsaydı ilk sıraya doktorun dünyasını koyardım. İnsanın bir tardis'i oldu mu sırtı yere gelmez zaten. Tardis benim olmasa da mühim değil yanında bir doktorla geldiği sürece. Bir de meşhur Cybermanler var. İnsanlardan makinelere dönüşen ve duyguları tamamen yok edilmiş, acı çekmeyen varlıklar bunlar. Tek amaçları tüm insanları "silmek" Onlardan daha üst, acı ve duygu hissetmeyen hepsi birbirinin aynı cybermanler yaratmak. Dizinin güzel sembolik hareketlerinden biri daha. Acı çekmenin, duyguların farklılıkların temelde o kadar da kötü olmadığını, sonsuza kadar yaşama ihtimalinin bile bu şartlar altında hiçbir şey ifade etmediğini-etmeyeceğini güzelcene anlatmış caaanım doctor who senaristleri. cybermanlerin ilginçliği de aslında özlerinde bir kötülük olmaması, kötülük olsun diye yapmıyorlar yaptıklarını. programlandıkları şey insanları yok etmek ve onları acı çekmeyen daha güçlü bir yaşam formuna çevirmek. dalekler gibi öldürmek, yıkmak gibi düşünceleri yok. zaten pek bi düşünceleri yok. Altta yatan bir felsefesi olan kötü adamlar değiller, böyle olmalarının hepimizi derinden etkileyen bir nedeni yok. Bir joker değiller yani. Dizide o tarz bir kötü adam da var aslında. The Master. Klasik kötü adam portresi, gerçekten kötü, korkunç bir adam ve davranış şeklini geçmişiyle bağdaştırıyor tüm bu tarz kötü adamlar gibi karizmatik kötü adamımız the master. Ben genel olarak kötü adam sever biriyim o yüzden Master'a da bayılıyorum tabii. Kötü adamlarda ama bu tarz manyak, garip, geçmişiyle münakaşa içinde, acı çekmiş kötü adamlarda beni etkileyen bir şey var. Süper kahraman hikayelerinde süper kahramanlarında da çocukluklarıyla, geçmişleriyle aileleriyle ilgili problemleri hep vardır ama onlar kendilerine bahşedilen yeteneklerini insanlığın iyiliği yönünde kullanmak isterler, bir de benzer bir geçmişe sahip bazı insanlar vardır onlarsa kötüdürler, bireysel bir intikamı tüm insanlıktan almaya çalışmaları beni her zaman derin düşüncelere sevk eder. Anlamıyor da değilim gerçi, intikam neticede büyük bir duygu genelle genelleyebildiğin kadar. Gerçek hayatta tasvip etmiyoruz tabii ama kurgu dünyasında olmasalar bence büyük eksikliklerini hissederiz, bu tarz kötü karakterlerin yokluğunda çoğu dizinin-filmin de tadı tuzu olmaz. Kötü karakter rules! Doctor Who'da milyonlarca kötü karakter-düşman-canavar vesaire var, hepsinden tek tek bahsedemem sanırım bu yazı sınırları içinde ama büyük çoğunluğu ile barışığım. Sadece tüm dizi boyunca saçma dediğim tek bir canavar vardı o da Agatha Christieli bölümdeki dev arı. Uçan bebek yağlar bile bana normal gelirken o dev arı bana çok alakasız geldi. Bu diziyi kesinlikle mantıksal sınırlar içinde düşündüğümden değil çok daha akla hayale sığmayacak şeyler var ve hepsi dizi bağlamında çok normal geliyor bana o dev arı olmamış. Doctor Who ile ilgili hoşuma gitmeyen 2-3 şeyden biri de budur herhalde.

Tardis, 50. Yıl ve Birtakım Saçmalamalar
Evet son olarak bir kez daha TARDIS'e ne kadar aşık olduğumu söylemek isterim. Gerçekten bir gün bir dövme yaptıracak olsam birkaç seçeneğimden biri de mini mini mavi bir tardis olurduı. -Şöyle bileğimin içinde ne kadar da güzel olurdu, napsam niyeti bozsam mı.- Öyle manyakça seviyorum. Deli seviyorum. Benim için çok sembolik anlamları var. En sevdiğim doktor, -benim doktorum- 10. doktor. David Tennant'ın mükemmel bir oyuncu olduğunu ve onun çizdiği doktor portresinin karakterin en başarılı yorumu olduğunu düşünüyorum (eski doktorları baştan sona izlemediğim için izledikçe fikrim değişebilir elbet, birçok kişi gibi 4. doktor'a da aşık olabilirim, belli olmaz.). En sevdiğim companion ise donna noble sanırım, gerçi amy pond'u da çok seviyorum, belki berabere diyebiliriz. 3. ve 5. sezon favorilerim, bu sezonlardaki her bölümü 2şer 3er kez izledim. Dizinin sadece Mart'tan beri hayatımda olduğu düşünülürse çok iyi bir performans. 2013 dizinin 50. yılı ve 2013'ü iple çekiyorum, çok acayip şeyler yapacaklarına inanmak istiyorum. Belki David Tennant da gelir, eskilerden captain jack harkness'ı görsek de fena olmaz mesela. Neyse gelecekteki sezonlar şöyle bir yerde dursun, ben asıl keşke orjinal seriye sahip olsam 1963'ten itibaren hepsini izlesem istiyorum. Şu sıralar en çok istediğim şeylerden biri bu. Keşke birileri bana tüm serinin dvdlerini hediye etse, valla anında en sevdiğim insan mertebesine yükseltirim. Eğer bana dvdleri hedie etmek isteyen varsa şimdiden kendisine burdan canım ya sen dünyanın en mükemmel insanısın diyorum. Ama şansımı fazla zorlamayayım, hediye dilenciliğini çok sevsem de kısmen ayıp bir şey heheh. Kimse hediye etmeyecekse de yavaş yavaş torrentten icabına bakarım artık napayım. Doctor Who'nun 50. yılından önce tüm sezonları izlemiş olurum umarım. Kendime koyduğum hedeflerden biri bu olsun. Bir de başarabilirsem, ayrıca bu yıl içinde Cardiff'teki Doctor Who Experience'ı ziyaret etmek hedefindeyim. Çok imkansız görünmüyor şu anki şartlara bakılırsa. Ha gitmişken bir de Matt Smith ile tanışırım belki, hıımm o da pek güzel olur, ya da ben yeni yılın başında gideyim de Sherlock çekilirken hem Benedict ile tanışayım hem Matt ile. Anında da ilk isimleriyle seslenirim, nasılsa gelecekte arkadaş olacağız. Evet gülmeyin , bunlar da benim içimde yaşayan ergenin hayalleri, kızmayalım ve içimizdeki ergenleri dışlamayalım. 


Ciddi başlayıp cıvıtarak bitirdiğim yazının sonunda, -buraya kadar okuyan varsa onlara da saygılar- demek isterim ki Doctor Who'yu sevin, izlemediyseniz hemen izleyin, izleyip seviyorsanız gelin dizi üzerine muhabbet edelim, kanka olalım, birbirimize Doctor Who şakaları yapalım, zaman yolculuğu üzerine uzun uzun konuşalım karşılıklı Dalek taklidi falan da yapabiliriz, olur yani. Gerçekten hayatımda Doctor Who muhabbeti yapacağım insan eksikliği hissediyorum zira üzerine sürekli konuşmak istediğim nadir şeylerden biri de bu dizi. Zaten bu kadar uzun yazmamdan da anlamışsınızdır. İzleyin. Ben de izlemeye devam edeyim. 

22 Temmuz 2012


hayatım boyunca birileri beni bulsun diye saklandım. yapılabilecek en yanlış şey buymuş. neyse ki çok geç değil.

13 Temmuz 2012

Gri

havanın çok sıcak olduğu bir akşam üzeri şehrin en çok geçtiğiniz sokağından yürüyorsanız ve moraliniz bozuksa etrafta mutlaka pis bir koku da olur. ya nereden geldiğini bir türlü anlayamadığınız ağır bir kızartma kokusudur bu ya da şehrin altında başka bir dünya olarak var olmaya devam eden kanalizasyonun varlığını hatırlatmaya çalıştığı için yukarıdaki dünyaya gönderdiği tehdit mesajlarıdır duyumsadığınız. her şey yerli yerindedir; sıcak hava, eve doğru yürüdükçe kaybolacakmış gibi hisseden bir kadın, etrafı saran pis koku, sokaklarda öylesine oturan ve çay içen insanlar, sıcaktan bayılmış köpekler ve tozlanmış kaldırım taşları... hepsi size bir şeyler anlatmaya çalışır. yıllardır önünden geçtiğiniz bir dükkan kapanmıştır, kepenkleri gridir ve hayattaki her şey  gri gelmeye başlar. çay içen insanlar gridir mesela, lağım kokuları grileşir, havanın sıcağı bile gri bir sıcaktır. hüzün dedikleri şey özünde hardal sarısıyken bir anda griye dönüşür siz tozlu kaldırımlarda yürürken. bir dükkanın kapanması neden bu kadar önemlidir ve neden bir dükkan kapandığında şehrin o dükkana yakın yerlerinde yaşayan birileri kızartma yapmaya karar verir?

11 Temmuz 2012

Gitmek ve Hayali Kökler

gitmek üzerine bir yazı mı yazsam diye düşündüm bugün, hemen ardından da gitme konusunun bana artık hiç de dramatik gelmediğini fark ettim. olayın doğası beni çok mutlu ediyor bu sıralar. gitmeyi bekleme kısmı bile yeterince iyiyken gitme eyleminin kendisini gerçekleştirdiğimde ne biçim iyi hissederim bilemiyorum. hayatımın gitmelerle barışık bu pek şirin aşamasına gelebileceğimi de pek tahmin etmiyordum doğrusu. hatta 17 yaşımdaki ben şu halimi görse o dandik lisenin bahçesinde benim için bir tur sevinçten koşardı. elbette bir yıl süreyle dalga konusu olurdu ama o durumu da pek umursamazdı. o zamanlar gitme hayalleri kurmadığımdan değil, çocukken bile, kökleri çok sağlam şekilde toprağa tutunmuş bir aileden geldiğim halde, hatta hayatımın hatırladığım kısmında HİÇ taşınmadığım halde her zaman uzakları hayal ederdim. o ihtimali hep çok sevdim ama köklerim çok sağlamdı. benim yolculuklarım bir yere kadar hep hayaliydi, ihtimallerin yollarını zihnimde katettim. bir yanım gitme fikrine aşıkken bir yanım hep çok korktu. güvenli alanımı, nereye kadar uzandığını tahmin bile edemediğim köklerimi toprağın altında bırakıp uzaklaşmak imkansız gibi gelirdi. sevdiğim ülkelerle ilgili fotoğrafları dergilerden kesip yıllardır uyuduğum odamın bir çekmecesinde sakladım uzunca zaman. ufak tefek gidip görüp yine aynı eve, aynı şehre, aynı odaya döndüm. neden korktuğum hakkında çok geçerli bir açıklamam yok, ha oturup analiz ettiğimde bir sürü ıvır zıvır açıklama bulabiliyorum ama bik bik psikolojik açıklamalar yapmaktan da dinlemekten de sıkıldım. ayrıca geçmişteki bir düşünce ya da eylemin nedenleri hakkında kafa yormak yerine şu anki bir duygunun peşinden gitmeyi tercih eden bir insana dönüşme çabamı da göz önüne alarak, net bir şekilde söylüyorum ki; kim takar geçmişteki yanlışları. şu an için kendimle ilgili bildiğim şey, korkunun kaybolduğu, gitmenin ve uzunca bir süre burada olmama fikrinin bana inanılmaz iyi geldiği, ayrılık sahnelerinin zihnimdeki dramatik renginin giderek solduğu, köklerin aslında tamamen hayali bir toprakta gömülü olduğu, gerçek hayatta ise dilediğim kadar bağlı, dilediğim kadar da kopuk olabileceğim gerçeği. gerçeğin hayalden daha kolay gelmesi (ne garip) ve gitmenin somut olarak gerçek olduğunun tam ayrımına vardığım anlarda hissettiğim şeyin salt bir neşe ve heyecan olması... bunlar tek tek küçük aydınlanmalar belki ama bir arada olduklarında masamın üzerinde yığınlar halinde birikmiş bir sürü kitabın çağrıştırdığı şey kadar büyük ve etkili olabiliyorlar benim için: ihtimaller, ihtimaller... ihtimalleri hala çok seviyorum, sadece bu kez ihtimallerin yollarını kafamın içinde değil dışarıdaki dünyada da katedeceğim. yollar her zaman güzel, bazen dönebileceğin bir evin olduğunu bilmek güzel ama bazen evsiz olmak, köksüz olmak ve kopmak da güzel. kimi zaman yeni bir ev ihtimalinin kendisi güzel. geçmişte bir şeyi neden yapamadığın üzerine kafa yormayı bırakıp ilerleyebilmek de güzel. belki de insan bunu yapmayı başarabildiği an hayali köklerinden de kurtulmaya başlıyordur.

9 Temmuz 2012

insanlığın birçok teknolojik çabası başkalarını anlayabilmek üzerineyken neden bir türlü bunu başaramıyoruz çok merak ediyorum. telefonun icadını düşünüyorum mesela, bize uzak olan insanlarla konuşabilme imkanımız olsun diye telefon gibi bir şey icat ediyoruz. konuşabilelim, birbirimizi anlayalım, sesimiz uzaklarda da duyulsun diye. sonra o yetmiyor interneti icat ediyoruz. dünyadaki tüm insanları birbirine bağlayalım, tanıdığımız tanımadığımız herkesle iletişim halinde olabilelim, dünyanın bir ucunda çekilen acıları da canlı canlı görelim diye böyle bir şey yaratıyoruz. dilleri birbirine çeviriyor her dilde yazılan kitapları kendi dilimizde okuyabiliyoruz. sürekli anlaşmaya, sürekli birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz. insanlığın tüm tarihi birilerine ulaşmak üzerine kurulu. düşünceleri aktarmak, uzakları da görebilmek, tanıyabilmek üzerine... bu kocaman insanlık macerasında tüm çabalar bunun üzerineyken neden hala bu kadar uzağız? birbirimize kablolarla, wirelessla telefonla mektuplarla, kitaplarla bağlı olduğumuz halde neden hala bu kadar yalnızız. neden anlaşamadık? neden dünyanın bu ucunda da öbür ucunda da insanlar hala mutsuz? tüm bu bağlantıları insanların üzüntüsünü görebilmek ama bunun hakkında hiçbir şey yapamamak için mi kurduk? o kadar çok araç, yollar, uçaklar, cep telefonları, sms, sosyal medya, posta teşkilatı, kitaplar, televizyon... acaba bunların hepsi sadece kendimizi anlatmak için mi? anlamaktan çok söz sahibi olmak, sadece kendimizi ifade edip rahatlamak için mi? yoksa "bir şekilde birbirimize bağlıysak o zaman aslında yalnız değilizdir" gibi bir fikirden yola çıkarak kendimizi kandırmaya mı çalışıyoruz? belki de tüm çabamız imkansız bir şeyi gerçeğe dönüştürme inadımız yüzündendir. öylesi çok mümkün görünüyor ki; farklı bedenlerin içinde yaşayan insanların her birinin dünyası bambaşkadır ve tüm dünyayı geçtim, iki insanın bile birbirini anlayabilmesi sadece bir ütopyadır. teknik olarak birbirimize bağlı olmamız, pratik söz konusu olduğunda sadece bir ayrıntıdır. ya da ben yine çok karamsarım.

2 Temmuz 2012

Saatler

"Evet, diye düşünüyor Clarrisa, bugün bitse iyi olur. Partilerimizi veriyoruz; Kanada'da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz olsa da elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de, dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmaya uğraşıyoruz. Hayatımızı yaşıyor, istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay. Bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu kazayla ölüyor; ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor, ya da eğer şanlıysak zamanın kendisi. Avunacak bir şey var: Ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin geleceğini bilse de. Yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun daha fazlasını umut ederiz."

Michael Cunningham-Saatler.

19 Haziran 2012

Yaşasak ya!

bir akşamüstü nedensiz yere gelen "yaşasak ya" isteği gibisi var mı? yapılacak bir sürü şey benden habersiz, bir köşede birikmiş ve sonsuza kadar yorulmayacakmışım gibi hissettiğim o kısa anlar. gerçekten kısa ve nadir anlar. bıraksalar dünyanın dönme hızına yetişeceğim neredeyse. kafamın içi öylesine dolu ve planlı ki o kısa anlarda. o birkaç saniyede beni yakalasanız mutluluğun formülünü verebilirim size. ama tam o anlarda yakalayın beni çünkü sonra kendim de unutuyorum her türlü formülü. ya da sadece o anlarda herhangi bir şeyi formüllere indirgeyebileceğime inanıyorum. bazen müzik bazen biraz alkol bazen fazla miktarda kahve öyle hissetmeme vesile oluyor gibi gelse de asıl yaşasak ya anları hiçbir şeyin etkisinde olmadığım sessiz akşamüstleri geliyor bana. yaşamayı istiyorum bilinçli olarak, sanki bunu düşünüyorum birkaç saniyeliğine. hayatımın geri kalanında yaşamak üzerine hiç düşünmemişim ve sanki tam o an anlamışım gibi. diğer zamanlar ne olduğunu bilmediğim bir yükü taşımanın yaşamak olduğunu kabul etmişim gibi. hep taşıdığım için bir parçam olduğunu zannettiğim bir yük yaşamak. ama o yaşasak ya anları, öylesine bir akşam üzeri bir anda kafamın içinde yanan kibrit gibi. güzel kokan ve hemen sönen bir kibrit.

18 Haziran 2012

Zaman

hayatımın 2 yılını seksenlerde 10 yılını doksanlarda ve 12 yılını iki binlerde geçirmiş biri olarak geçen gün defterime 2012 diye tarih atarken kendime yabancılaştım. hayatımın çoğunu 2000li yıllarda geçirmiş olduğum halde 2012 yılında yaşıyor olmak çok garibime gitti . tarihi düşündüm, insanların günlüklerine yazdıkları tüm tarihleri düşündüm. insanlık ve zamanın bitmeyen mücadelesi... 2000 yıldan fazla bir süredir bir yerlere tarih yazılıyor olduğunu fark etmek kendimi çok çaresiz hissetmeme neden oldu. bunca yıl boyunca insanlar bir kağıdın üzerine günleri ayları ve yılları yazdılar. sonra o gün,ay ve yıllar geçti, sadece defterlerde kaldı tarihler. tarihler bir yerde kalmaya uygun değil ki, var oldukları bile şüpheli. ama ben ve benim gibi insanlar miladi takvimin başlangıcından beri bi yerlere yılları yazıp duruyorlar. o yıllar birike birike 2012'ye kadar da ulaşıyor ama ben defterime yazdığım tarihe bile inanamıyorum. ne var ki inatla tarih atmaya devam ediyorum. yazılı olan şey gerçektir değil mi? öyle olması gerek, ama söz konusu tarih olduğunda bunu hissedemiyorum. hayatımın on iki yılını 90lardan sonra yaşadım ama sanki yaşamadım. tarihsel boyuttan düşündüğümde 2012'yi görmek bana hiçbir şey ifade etmiyor. zamanı bir türlü yıllarla düşünemiyorum. tabii ki hayatımı dönemlere bölüyorum, matematiksel hesaplar yapabiliyorum, tarih sorulduğunda hiç şüpheye düşmeden cevap verebiliyorum ama bunu derinden hissedemiyorum. hayatım boyu zaman birimleriyle kavga edip durdum, bi yerden sonra herhangi bir şeyle kavga etmenin manasız olduğunu kavradım ve kavgaları bıraktım ama kavgayı bırakmış olmam zamanla ilgili meselelerimi çözdüğüm anlamına gelmiyor ne yazık ki. zamanla ilgili meselelerimi çözemedim.

zaman benim için hep bir gariplik. günlüklere yazılan tarihlerin garipliği gibi. geriye dönüp bir günü gün olarak hatırlayabiliyor mu insan ? hatırlayamıyor. bir duyguyu, bir olayı, bir insanı hatırlayabiliyor ama bir günü, bir ayı, bir yıl zamansal olarak hatırlayamıyor. çünkü öyle bir şeyin imkanı yok. o zaman neden zamanı mümkün olan en küçük parçalara bölüp, onları bi yerlere not ediyoruz? ne değişecek ki? 2012 yılında 24 yaşımda olmam nedir ki? 1940'da yazılan bir kitabı okurken bunu yazan insanın benden 100 yıl önce doğduğunu düşünmenin ne yararı var. insanların saplantılı şekilde zamanı kontrol etme çabaları bazen çok acınası geliyor bana. çünkü bunca çabaya rağmen kontrol edemiyorlar. her şeyi bin parçaya bölsek de o parçaları birleştirip bir bütün elde edemiyoruz. zamanın bizden bağımsız olduğunu kabul edip günlüklere zaman yazmayı bırakmak en doğrusu belki. bunu yapamayacağımı biliyorum ve bu yüzden kendime de acıyorum. çünkü  yaşadığım yılla ayla ve günle bağlantı kuramayacağımı bildiğim halde her seferinde zamanın bir şey ifade etmesini istemeye ve her şeyin anlamlı geleceği bir gün görebileceğime dair umudu barındırmaya devam edeceğim. belki ani bir aydınlama yaşayıp zaman birimlerinin önemini falan anlarım gibi boş umutlarım var. hiçbir şey anlayamayacağım çok açık ama ne yapayım ben de insanlık dramının bir parçasıyım. zaman ve umut kavramlarını öyle şıp diye silemem ki hayatımdan. gariplik devam ederken ben defterlere tarih yazmaya devam edeceğim. yaşlanacağım, yaşlanmamı yıllara bile bağlayacağım belki. "yıllar geçti gitti yaşlandık be çocuklar" diye başlayan konuşmalar bile yapabilirim, kim bilir.

14 Haziran 2012

İnsanlar ve Bazı İnsanlar

(2 ay kadar önce çok sinirlendiğim bir an, yazarsam belki sinirim geçer diye yazdığım bir yazıydı. bu konuyla ilgili hala sinirliyim ve sanırım hayatım boyunca da sinirli olacağım. o yüzden yazıyı buraya da koyabilirim, hatta her okuduğumda tekrar tekrar daha çok sinirlenebilirim. bir şeyler ne zaman değişecek acaba?)

çevremdeki birçok insanla bağlantı kurmayı başaramıyorum ve her seferinde bu durum beni şaşırtıyor, inatla şaşırıyorum. şimdiye kadar insanlarla aramdaki bu alakasızlığa alışmış olmam lazımdı ama nedendir bilinmez bir türlü alışamadım. gündelik sohbetler içinde bazen öyle kayboluyorum ki 3 ışık yılı uzakta bir yıldıza gidip oraya yerleşsem ancak bu kadar kopuk olabilirim. 3 ışık yılı gidecek teknolojiye henüz sahip olmadığımdan içimdeki bir başka gezegene gidiyor, o yalnız gezegende kaybolurken durup dinliyorum onları; hayallerini anlatıyor insanlar, kocalarını, ev kredilerini, yeni aldıkları televizyonları, memuriyetin bir başka seviyesine geçmek için çabalarını, inançlarını, kaderi, aslında bambaşka şekilde davranırlarken şükretmenin ne kadar önemli olduğunu, yapacakları çocukları, son model düdüklü tencereleri, başkalarının hayatlarını, uygun salça seçmenin püf noktalarını, dine uygun gelen davranışları, evliliğin nasıl aile meselesi olduğunu, aile kurmanın önemini, kadınların mutlaka anne olmaları gerektiğini, play-offu, bilmem kim futbolcunun efsane pasını, üç odalı evleri, ilaç tedavilerini, "deli" diye yaftaladıkları insanları, hayattan en önemli şeyin sağlık olduğunu, sakin bir hayatın gerek ve önemini... bir sürü şey daha, hepsini dinliyorum ve inanın düşüncelerinin birçoğuna saygı bile duyuyorum. "herkesin hayatı kendine, öyle mutlu olacaksa öyle yapsın, öyle mutlu olunmayacağına inanmam sadece beni bağlar" diyorum. bana göre çarpık onlara göre pek mühim gerçekler olan şeyleri duydukça" ama sen yanılıyorsun" demiyorum, ağzıma bile açmıyorum, gülümseyip kafamı sallıyorum. ezan okunurken müziği kapatır mısın diye rica ettiklerinde benim inandığım şey müzik olduğu halde insanların önemli buldukları değerlerle tartışmıyorum ve müziği kapatıyorum. biliyorum ki müzik her zaman benim yanımda, onu beş dakikalığına kapatmak beni yaralamaz. aynısını ben istediğimde, kimsenin güzel bir şarkı için ezanı kısmayacağını bilerek yapıyorum bunu üstelik. ama ben bunları yapmakla çok büyük hata ediyorum. çünkü ben onların kararlarına, sıkıcı konuşma başlıklarına, hayatlarında değer verdikleri büyük televizyonlara, bozulmayan salçalara, koca bulma yöntemlerine, toplumsal düzene saplantılı hayat tarzlarına, ölüm hiç yokmuş gibi yaşamalarına gülümseyip başımı sallarken söz onlara verildiğinde benim hayallerimin önemsizliğinden dem vurabiliyorlar. istediğim hayatın toplumsal düzende bir yeri olmadığını söyleyip, "bunlar da senin gençlik heveslerin, elbet doğru yolu bulursun bu süreç geçtiğinde" tarzı abuk cümleler kurup, bana acıyormuş gibi bakabiliyorlar. inançsız olmam içimdeki kocaman bir boşluğa, hayalimin evlenip düdüklü tencere almak olmaması da çocuk akıllı bir hayalperest olduğuma işaret ediyor (ki çocuk akıllı bir hayalperest olmak dünyanın en güzel şeyidir, onların bunu kötü bir şey zannetmesi ne ayıp). "üzülme sen de evlenecek birini bulacaksın" gibi bir cümle duyabiliyorum mesela ben. kendilerini tanımlayan şeyin beni de tanımlayacağından öyle eminler. evlenmeden, çocuk sahibi olamadan tam olamayan insanlarız çünkü. hepimiz öyleyiz. ilgi duydukları şeyin tüm insanların ortak paydası olduğunu düşünmeleri var bir de. tüm kadınların anne olmak istediğini, tüm erkeklerin spor üzerine bir fikri olması gerektiğini falan bekliyorlar. ne garip. anne olmakta ya da sporla ilgilenmekte hiçbir kötü yan yok tabii ki, zaten o yüzden insanların hayallerine ve ilgi alanlarına çoğu zaman saygı duyuyor, gülümseyip başımı sallıyorum ama ben kitap yazmayı hayal ettiğimi, kendimde anaç hiçbir taraf görmediğimi ve çocuk istemediğimi, en büyük hayalimin gelinlik giymek olmadığını, ev dekorasyonu yerine sevdiğim bir müzisyenin yeni çıkan albümüne ilgi duyduğumu, dolaşmak istediğimi, dünyayı görmek istediğimi, sokaklarda sabahlamak istediğimi, sadece kadın olduğum için yapamayacağımı söyledikleri şeylerin hiçbirini umursamadığımı, ataerkil kültürden hoşlanmadığımı, yalnızlıktan korkmadığımı, ölüm bilgisini yadsıyamadığımı, nedensiz yere şükretmediğimi ve inanmadığımı söylediğimde veya ima ettiğimde garip bakışlara maruz kalmak zorunda kalıyorum. öyle ayakları yere basmayan bir insan da değilim, yapmam gereken şeylerin bilincindeyim ve sorumluluk alabiliyorum. yaşamak için en azından bir süreliğine sıkıcı bir işe sahip olmak zorunda olduğumu falan ben de kabul ediyorum. ama hayatın bu acımasız gerçekliği içinde bir de herkesin kafasındaki yaşam tarzına uymak gibi bir zorunluluğumuz olmadığını keşke insanlar bir vahiy inmişçesine anlasalardı. çünkü benim anlatacak gücüm yok. çünkü dönüp dolaşıp uzak hisseden ben oluyorum. kopup gidiyorum, ışık yılının neye tekabül ettiğini bilmeden manasız cümleler kuruyorum ve insanlara dair barındırdığım minicik umutlar da ölüyor. işin garip tarafı ise bu bahsettiğim insanların bir şekilde çevremde olması. yoldan geçen adam değiller, belki toplumun tamamını temsil eden bir örneklem grubu oluşturuyorlar ama sanıyorum ki ben çevremdeki insanların benim hayallerime inanmalarını istiyorum. inanmadıkları hayallerimin de neden gerçekleşemeceğini gerçekçi bir şekilde bana anlatmalarını istiyorum, ama bunu sadece hayallerin doğru olana uygun olmaması, toplumsal bağlamda bir yeri yurdu bulunmaması gibi nedenlere dayandırarak yapmalarını istemiyorum. gündelik hayat muhabbetlerinde kopup gitmek zorunda olmadığım bir hayat. çok mu zor? herkes evlilik, nişanlılık hikayelerini anlattıktan sonra benim anlattığım herhangi bir şeyin aman bu da gene şimdi ne abuk subuk şeylerden bahsediyor bakışlarıyla karşılanması büyük haksızlık. sonra insanlar neden günden güne yalnızlaşıyor. işte tam bu yüzden. çünkü bağlantı kuramıyorlar.

sadece gülümseyip kafalarını sallasalar yeter ama asla ve asla bana "gerçek" hayatı öğretmeye kalkmasınlar, net bir doğrudan bahsedip, beni yargılamasınlar. sonuçta herkesin hayatı kendine ve herkes sadece kendi hayatını mahvetme ve düzeltme hakkına sahip. o yüzden başka insanların hayatları hakkındaki düşüncelerimizi kendimize saklayıp kendi hayatlarımıza odaklanırsak mükemmel bir dünyada yaşamanın ilk adımlarını atabiliriz. ya da belki ben de bu düzeni kabul edip ben de onların yaşam tarzlarını eleştirir cümleler kurmaya falan başlamalıyım. belki de ikiyüzlü davranan benim. inanmadığım şeylere saygı duymak zorunda da değilim belki. nasılsa onlar saygı duymuyor o zaman alemin enayisi ben miyim? belki de en güzeli böyle insanları hayatımdan çıkarmam. tabii insan ailesini hayatından çıkaramıyor ama arkadaş ve tanıdık kategorisinde bulunan ve kendimi olduğumdan daha yalnız hissetmeme yol açan kişiler var olmasalar da olur. birilerinden yaşam dersi almak ya da olmak istediğim kişinin yanlış olduğunu duymak zorunda değilim. dünyada tamamen siyah bir alana ya da salt bir yanlış olduğuna bile inanmıyorken birilerinin üzerimden tanımladığı yanlışlık kavramına daha fazla dayanmak zorunda hiç değilim.

13 Haziran 2012

Hells Bells



Bugün sabahın erken saatlerinden beri bu şarkıyı dinliyorum. Belki de bu şarkıyı yıllardır sürekli dinliyorum ama kaçıncı kez olursa olsun şu şarkının girişinde tüylerimin diken diken olmadığı bir sefer hatırlamıyorum. Sürekli vay be tepkisi verebildiğim ender şarkılardan. Müzik böyle bir şey olmalı. Müzik böyle olsun. Bir de ölmeden önce AC/DC konserine gidemezsem çok üzüleceğim.

Şunu da izlemeden geçmeyelim.

Doktor Yine Özet Geçmiş.























Bu dizinin cevap veremeyeceği hiçbir şey yok.
Artık iyice eminim.

11 Haziran 2012

Saat

saat hep dördü on üç geçiyor. bozuk bir saatin en güzel yanı zamanı gerçekten durdurabilmesi. zaman benim için 16.13'de durdu. 11 yaşımdan beri sahip olduğum bu saat babam öldükten kısa bir süre sonra çalışmamaya başladı. büyük ihtimalle pili bitmiştir, bozulmuş da olabilir, bilmiyorum. çünkü saatçiye götürmüyorum. çünkü bizim evde saatçiye hep babam giderdi. evdeki tüm saatlerle özel olarak ilgilenir, bozulduklarında ya da pilleri bittiğinde saatçiye götürürdü. banyodaki çalar saati o ayarlar, yaz saati uygulamasına geçildiği zaman uyumadan önce tüm saatleri o değiştirirdi. belki de herkesin evinde böyledir, zamandan babalar sorumludur. en azından çocukken bana öyle gelirdi. mekandan anneler zamandan babalar sorumluymuş gibiydi. üzerine konuşulmayan bir iş bölümüydü belki. baba ölünce de zamana bir şey oldu doğal olarak. benim saatim durdu ve onu takmayı bıraktım. çocukluğumdan beri yanımdan ayırmadığım bu saati neredeyse bir buçuk yıl hiç takmadım. bir köşeye bıraktım. o da ilerlemeyi bıraktı. sonra geçen ay saati yeniden takmaya başladım. nedensiz yere. artık durmuş zamana bakmak istiyorum belki. ya da belki ölü bile olsa o parçamı bir kenara koymaya henüz hazır değilim. şimdi her gün dördü on üç geçe'de takılı kalmış saatimi takıyorum. saatin durduğunu bildiğim halde günde en az on kere kolumdaki saate bakıyorum. sanki yeterince bakarsam zaman yeniden akmaya başlayacakmış, sanki zamanı ben kontrol edebilecekmşim gibi hissediyorum. hiçbir şeyi kontrol edemiyorum. herkese saatçiye gidip saatimi yaptıracağımı söylüyorum ama biliyorum ben o saati bir daha asla yaptırmayacağım. hem zaten dünyanın herhangi bir yerinde saat dördü on üç geçmiyor mudur?

6 Haziran 2012

Bir Gün Tek Başına

üç sene önce mutsuzluğun ve hastalığın son noktasında can çekişirken, geceleri doğru düzgün uyuyamadığım için yatağımda yatarak kitap okuyordum. kafamı yastığa yan koyup kitabı da yatağın üzerine bırakarak neredeyse hiç kıpırdaman kitap okumayı o yıl öğrendim. ondan önce yatakta kitap okumak demek kol ağrısı demekti benim için. neyse ki her mutsuzluğun minik avantajları olabiliyor. o zaman, uzunca bir süre hareketsiz şekilde Bir Gün Tek Başına'yı okumuştum. nedense kitap bir türlü bitmiyordu. her gün okuyordum ama çok yol alamıyordum. bir ay falan sürdü yolculuğumuz. şimdi geçmişi düşününce bunun sebebinin depresyon yüzünden zayıflayan zihinsel yeteneklerim olduğunu anlayabiliyorum. normal okuyorum zannediyordum ama belli ki durum o değilmiş. belki de kıpırdamadan kitap okumanın bir yan etkisiydi bu yavaşlık. uzun sürdü ama kitap elbette çok güzeldi, hala ara sıra düşünürüm. belki de kitabı okuduğum dönem yüzünden hayatımdaki mutsuz zamanlar benim için bir gün tek başına ile kodlanır. kocaman turuncu bir kitap imgesi gözümün önüne gelir hep. birlikte uyuyakaldığım, yastığımla aynı hizada duran bir kitap. içinde barındırdığı tüm karakterler benim gibi mutsuz, yalnız, debeleniyor. bugün yine durup dururken gözümün önünde belirdi kocaman turuncu kitap. mutsuzluğu aktif bir şekilde düşünmüyordum veya hissetmiyordum ama bilinçdışım bana mutsuzluğu göstermek istedi sanıyorum ki. -neden böyle şeyler yapıyorsa artık.- kenan'ı düşündüm. kitabın son sayfaları geldi aklıma. herhalde iki gün boyunca son sayfaları düşünüp ağlamıştım. ya da zaten her gün sürekli nedensiz yere ağlıyordum ve kitabın sonu bu ağlamalara denk gelmişti. biraz bulanık o kısımlar. ve bugün yine aynı odada yatarak ama bu sefer kollarımı ağrıtarak başka kitaplar okuyorum, artık hareketsiz duramıyorum, odamın içinde yürüyorum, daha hızlı düşünebiliyorum, yine tüm dünyanın içini bayan şarkılar dinliyorum. ama içimin bayılmasını da kıyılmasını da seviyorum. Bir Gün Tek Başına benim için hep yalnızlığın ve mutsuzluğun kitabı olmaya devam edecek. bunu kitaba bir haksızlık olarak da görmüyorum. çünkü o hayatımın en karanlık dönemine eşlik eden bir arkadaştı benim için. bazı arkadaşların mutsuzluğumuza denk gelmiş olması eğer onlar açısından bir sorun değilse benim açımdan güzel bir şey bile olabilir. eminin Vedat Türkali için ya da Kenan ve Günsel için bir mutsuzun arkadaşı olmak problem olmamıştır. benim içinse onlar birer kurtarıcı, beni kurtarmamış olsalar bile. kimseyi kimseyi kurtaramıyor tabii ki, onu biliyorum ama kendimi kurtarma yolundaki yol çizgileri olmalarına kimse karışamaz. bana kurtuluş yolunda rehberlik edecek ya da kendi sonumu yazmama vesile olacak bir sürü kitap, bir sürü kahraman ve bir yerlerde yazan, yatağında hareketsiz şekilde kitap okuyan, yalnızlığını kitaplarla paylaşan insanlar iyi ki varlar. biliyorum ki varlar. onlar olmasaydı yattığım yerde her şeyden vazgeçmek çok daha kolay olurdu.


"en büyük mutsuzluk yalnızlıktır. bu o kadar doğrudur ki, en eksiksiz avuntu olan din, seni hayal kırıklığına uğratmayacak bir arkadaş -tanrı- bulmaktan başka bir şey değildir."  cesare pavese.

2 Haziran 2012

Geleceğin Hayaleti

Belki de hayatımda ilk defa pazartesi gelsin diye bekliyorum. Gerçekten de bekliyorum.Yaptığım şey bundan ibaret. Pazartesi gününe yazmam gereken bir makale ve sınav için okumam gereken 400 sayfa olduğu halde cumartesi günü bu saatte ben daha makale için iki sayfa yazıp kitaptan da sıfır sayfa okudum. Başarısızlık gibi bir kaygım olmadığı şu halim ve tavrımdan net anlaşılıyordur. Artık öyle yoruldum ki umursayacak enerjim bile kalmadı; çok güzel bir durumdayım yani. Sadece bekleme kısmı kötü. Pazartesi bittikten sonra ise okulla ilgili sonuçları düşünmeden etmeden bir süre duvarlara bakarak beynimi yerine getirmeye çalışacağım, çünkü sanıyorum ki bu dönem biraz yerinden oynadı. Biraz da değil, ciddi şekilde yer falan değiştirdi, hatta beynim kalbimin olduğu yere kadar düşmüş olsa ona bile şaşırmam. Birkaç gün sakinlikten sonra birkaç aydır okuyamadığım kitaplarımı okuyacağım, iki tane yeni diziye başlayacağım, bir de ingilizce hiçbir şey okumak istemiyorum mümkünse. Makale okuma devrini üç aylığına kapatıyorum, en azından umudum bu yönde. Sonra bu yaz vize işleriyle falan uğraşacağım, onlar biraz gözümde büyüyor olsa da o işin sonu beni çok mutlu edeceği için söylenmiyorum şimdilik. Ama uğraşırken canım çok sıkılırsa diye söylenme hakkımı saklı tutuyorum. Her neyse dertleri ve tasaları gelecekteki Gökçe'ye iletiyorum, o ilgilensin artık. Bugünün Gökçesi sadece beklemekle meşgul olabilir çünkü. Bir de gelecekteki ben'e buradan naber la diyorum, umarım mutlusundur gelecekteki ben. Sonbaharın ve kışın çok eğlenceli geçmiş olmalı. Seneye ilkbahar geldiğinde bunları aklından çıkarma. Ha bir de gittiğin yerlerde en az otuz çeşit bira denemezsen hiç gelip de yüzüme bakma.Gerçi ben geçmişte kalacağım için yüzüme bakma şansın olmayacak ama hadi neyse lafın gelişi konuşuyorum, sen anladın beni. Avrupa dediğin yerin yarısı şarap ve bira diğer yarısı da güzel binalar. İlk yarısı için beni hayal kırıklığına uğratma. Ha belki bi de çok sevdiğin ama buralara uğramayan müzisyenlerin konserlerine de gidersin. Gitsen ne güzel olur. Neyse gelecekteki ben, konuşacak daha çok zamanımız var. Üç ay boyunca sana yazmaya devam ederim, şimdilik beklemedeyim. İmza: şimdiki zaman Gökçe.

Ben kendimin çeşitli versiyonlarıyla muhabbet ederken siz de pazartesiye kadar şu şarkıyı dinleyin. Yani tabii isterseniz, öyle emir veriyormuşum gibi değil. Herkesin takip ettiği bir hayalet vardır elbet, kimi de böyle zavallı gibi kendi hayaletini takip ediyor. Ama valla özünde iyi bir hayalet. Sizin takip ettikleriniz de özlerinde iyi hayaletlerdir, ben biliyorum.

25 Mayıs 2012

hadi biri benimle gelsin de kutup ışıklarını görmeye gidelim. kutup ışıklarını görmeden ölmeyelim.

16 Mayıs 2012

liste

şu an ölecek olsam son iki günümü bilgisayara veri girerek harcadığıma pişman olurum en çok. daha sonra, orta okuldayken olacağım diye kendime söz verdiğim insan olamadığıma üzülürüm. çok soğuk diye şelalenin altında biriken göle girip yüzmediğim ve fırsatım varken londra'ya gitmediğim için çok pişman olurum üçüncü olarak da. neyse ki ölünce pişmanlık ve üzüntü gibi şeyler hissetmiyoruz. ama beş saat boyunca bilgisayar ekranına bakınca baş ağrısı hissedebiliyoruz. sonra da ölüm kötü falan diyoruz. ne bileyim, yaşam da baş ağrısı ve pişmanlıktan ibaret olmasaydı bari.

pişmanlık ve üzüntü listesi de üç maddeyle bitseydi keşke.

9 Mayıs 2012

Leonard



çok kişisel şeylerden bahseden şarkıları seviyorum. bir kadın bir zamanlar sevdiği-sevemediği-usandığı-özlediği-bunaldığı-doyamadığı-umursayamadığı bir adam hakkında kendi cümlelerini yazıyor ve o cümleler ondan kilometrelerce uzaktaki bir insanın günlerce üst üste usanmadan dinleyebileceği bir şarkı olabiliyor. benim böyle bir hikayemin olmamasının da bir önemi yok, hemen onun hikayesindeki izleyici oluveriyorum. belki de bana, çok uzaktaki bir insanın hikayesini anlattığı için seviyorum. belki de her kişisel hikaye içinde evrensel bir gerçeği barındırdığı için. umrumda olan bir gerçek olup olmaması da mühim değil. geçmişte o gerçekle karşılaşmamam bile sorun değil çünkü bazı şarkılar da geleceğin fon müziğidir.

6 Mayıs 2012

Gerçeklik vs. Rüya

son zamanlarda sadece rüya görme ihtimalim olduğu için uyuduğum zamanlar var. gördüğüm rüyalarınsa iyi veya mutlu olacağının garantisi yok tabii ama rüyaların gerçeklik olmaması benim için yeterli zaten. gerçek olan şeylerden ölesiye tiksindiğim bir dönem yaşıyorum. bir tek rüyaların yarattığı o garip ruh halini seviyorum. gerçek ruh halim çöp kutusundan hallice olduğu için, her rüya çöp kamyonundan bir adım daha uzaklaşmak gibi geliyor bana. tırnaklarımı ellerime geçirdiğim veya avazım çıktığı kadar bağırıp gecenin bir yarısı annemi korkuttuğum rüyalar da bunlara dahil. geçen gece kendi sesim yüzünden uykumdan uyandım. gözümü açıp kapıya doğru baktığımda annemi gördüm. gelmiş, kapımın önünde kendi kendine gülüyor. ne dediğini duydun mu? diye sordu. ben hala yarı uyur şekilde ne dedim? dedim. buyrun demişim birkaç kez, bağırmışım BUYRUN BUYRUN diye. ne tarz bir rüya görüyordum bilmiyorum, kendi sesime uyandığım halde ne söylediğimin farkında da değildim ama bu kadar kibar ve ısrarcı bir şekilde kimi buyur ediyordum çok merak ettim. merak ettim etmesine ama bu uykuda konuşma ve rüyalarımı seslendirme olayımdan da yavaştan nefret etmeye başladım. illa ki gerçek hayata bir köprü kuruyorum. sanki zorundayım. uykumdaki şeyi neden inatla gerçeklik boyutuna iletmeye çalışıyorum bilmiyorum. manasız bir davranış. rüyayı bile rüyada yaşayamayacak mıyım ben? gerçi bu rüyalar bile gerçekten çok daha fazlası benim için. yine de mesela rüya dediğim yer su altı gibi ya da gökyüzü gibi bir şey olsaydı. sadece rüyadayken oralarda yaşama becerisine sahip olsaydım, yeryüzüyle iletişimim tamamen kopuk olsaydı. yeryüzü aşağıda ya da yukarıda var olmaya devam ederken ben sessiz bir gökyüzünde yaşasaydım. ya da sponge bob'un kasabası gibi bir su altı rüya kasabası da fena olmazdı. hem zaten suyun altında bağırsam bile annem duyamazdı. çocukken suyun altında bağırmayı deneyip birbirimizi duyabiliyor muyuz deneyleri yapardık arkadaşlarımla. kim nefesini daha fazla tutacak gibi salakça denemeler yaptığımızı da düşününce o zamanları hayatta kalarak geride bıraktıysam, bu zaman suyun altından bağırsam, hatta genzime inanılmaz ölçüde tuzlu su bile kaçsa ölmem gibi geliyor. zaten rüya dediğimiz şey saniyelerle ölçülen bir olgu. TARDIS'in bigger on the inside olması gibi rüyalar da içindeyken çok uzun, dışardan bakınca ise birkaç saniye süren kapalı göz hareketleri. o yüzden orada saatlerce nefessiz dolaşsam gerçek dünyada hepi topu 5 saniye olacak. 5 saniye ile öleceksem de ölürüm. gerçeklikten tiksindiği için ölen insan olurum. mezar taşımda yazan şey çok havalı olur en azından. bu zamana kadar mezar taşımda ne yazsa diye hiç düşünmedim. bizim kültürde öyle şeyler pek yok biliyorum ama öldüğümde başka bir kültürün parçası olursam diye bunu bir düşünmem lazım. tek bir cümleyle bir hayat özetlenebilir mi acaba? mezar taşına kompozisyon yazmak isteyen bir kimseydi diye yazdırırız hiç olmadı. kısa kesmeyi hiç bilmezdi. hikayeleri doğrusal zaman akışıyla anlatamazdı, önce hep sonu söylemek isterdi. zamanın akış şekline sinirliydi. bir sürü seçeneğim varmış meğer. düşününce bulunacak bir şey demek ki, o zaman çok dert etmeyeyim şimdi bunu. nereden nereye. rüya diyordum evet, gerçeklikten bıkmak diyordum. ölüm dedim sonra, neden bilmiyorum. öldüğümüzde sonsuza kadar rüya görseydik, hiç bitmeyen bir rüyanın içindeki hologramlar olsaydık güzel olurdu sanki. ölümün kendisi var olan son gerçekken ve insanı gerçekliğin diğer tüm boyutlarından koparırken tüm bunların yanında bir de rüya evrenine açılan bir kapı olsaydı bunu hiç garipsemezdim, çok mantıklı olurdu zira. (mantık???) sanırım bu sıralar çok fazla sci-fi dizi-film falan izliyorum. aşırı maruziyetten beynim yandı. mantık anlayışımın tipi kaydı. her neyse rüyalar iyidir. aslında hiçbir şeye zamanım yokken 14 saat uyumak da iyidir. bireysel bir başkaldırı. neye olduğunu henüz bilmiyorum. ayrıca dünyanın en zararsız başkaldırışı da olabilir. uyuyarak isyan ettim, neye? spesifik bir cevabı yok ama çok geniş bir cevap verebilirim; gerçekliğe.