30 Nisan 2010

Örnek olarak kola ve tavan, şarkı olarak foxey lady var.

İçime dert olan bazı mevzular var, üzerine düşünmeye bile korkuyorum. Rahatsız olduğumu bilip olmuyormuş gibi yapıyorum, zamanla nasılsa geçer denilen şeyler bunlardan bazıları. Zamanla neyi kast ettiklerini bi anlasam; 50 yıl bir zaman dilimi 10 gün de öyle. Yani zamanın geçirici bir etkisi olduğuna inanıyorum ama buradaki "geçirici" kelimesini her türlü anlamıyla düşünmek serbest. Bazen biri bazen diğeri bazen ilginçtir ikisi birden. Galiba Ferzan Özpetek haklı bazı şeyler bizle kalıyor istemesek de. Öyle zamanmış mekanmış uzaymış suymuş lost adasıymış, olmayınca olmuyormuş. İşte tam da böyle zamanlarda düşüncelerimi duymamak için müziğin içinde kaybolmak istiyorum, mesela şarkıları dinlerken sadece gitarlara odaklanayım şarkı dinlemeyi tam konsantreli bir iş haline getireyim istiyorum. Size garip bir şey söyleyeyim mi ben oturup hiç jimi hendrix dinlemedim, çok ayıp sanki o yüzden bugün düşünce bulutlarından ayrılıp jimi hendrixle havamı bulayım ayaklarımı uzatarak tavana bakayım diyorum. İnsanlar bence birinci olarak kolanın farklı şişelerde farklı tatlar aldığını -mesela cam şişedeki kolanın tadı hoşken plastik şişedeki berbattır- ikinci olarak de tavana bakmanın gerek ve önemini fark edemiyorlar. Bunlar önemli ve geçerli şeyler. Ama işte cam şişede kola bulmak ayrı bir olay. Hayat önümüze plastik şişeleri koymuş, biz de cam yok diye plastik olanı alıyoruz halbuki birkaç kişi cam şişedeki kola için mücadele etse hiç olmadı 5 mahalle bakkalından ikisinde bulabilirdik. Ama bulamıyoruz eh amca madem kutu kola ver diyoruz. Demesek güzel olabilir sanki. Bu da içime dert olmuş mevzulardan biridir ki ben yılda iki kere falan kola içerim. Kola sevmem. Tavana bakmayı severim.

22 Nisan 2010

Buraya aklınıza gelen bir şarkı sözü koyun.

Ben blog yazma konusunda motivasyonumu kaybediyorum galiba, aklıma bir şeyler gelmiyor değil ama yazmaya o kadar çok üşeniyorum ki, aman boşver diyorum. Son günlerde mezuniyetimi sık sık düşünüyorum, hani amerikan filmlerinde "it's the end of the world as we know it" cümlesini ota boka söylüyorlar ya ben de mezun olacağımı düşündükçe "it's the end of the life as i know it" diyorum. Çünkü gerçekten bildiğim tek hayat öğrencilik, hayatım boyunca öğrenciydim, yıllar yıllar boyu. Bu duruma o kadar alışkınım ki bitiyor olmasını düşündükçe içim daralıyor. Ben hazır değilim ama kimse de hazır mısın diye sormuyor.

Supernatural'daki cennet tasvirine bayıldım. Yani insanın en güzel anılarını tekrar tekrar yaşadığı ve kendine ait bir dünya inşa edebildiği zamansız bir boyut fikri hoşuma gitti. Cennet diye bir şeye inanmasam da olsaydı eğer böyle olmasını isterdim. Ben eskiden cennet varsa insanın orada en mutlu olduğu yaşında en sevdiği insanlarla birlikte olduğunu, yaşarken hayal ettiği ama gerçekleşmeyen her şeyin gerçeğe döndüğü bir hayatı yaşacağını hayal ederdim. Bu da güzel bir cennet fikriydi. Ama ne yaparsın yok öyle bir şey.

İnsanlar garip canlılar, öyleler. Kurban'ın insanlar şarkısında çok da güzel anlattığı gibi biri bir şey derken diğeri susar, aynı olaylara iki ayrı uçta tepkiler verip kendileri dışında herkesi suçlayabilir, sorumluluk almaktan kaçınmak için sorumluluğu almanın gerektirdiği enerjiden fazlasını harcarlar, saldırır, uydurur, saçmalarlar. İşin garibi hiç de anlaşamazlar ki bence anlaşmak gibi bir gayretleri de yok öyle olduğunu iddia etmelerine rağmen. Sanıyorum ki insanların istedikleri tek şey haklı olmak, haklı çıkmak ve ben diyebilmek. Bazen çok sıkılıyorum hepsinden.

11 Nisan 2010

I'm not here, This isn't happening

Bazı günler beni bıraksalar saatlerce, sayfalarca yazabilirmişim gibi geliyor, beni bırakmıyorum. Her şeyi kafamın arka tarafında duran çöp sepetine atıyor kapağını kapatıyorum. İnatla yazmıyorum. Yazmaktan korkuyorum. O sayfalarca yazdığım şeyleri tek bir tuşla sileceğimi biliyorum. Gittikçe zorlaşıyor hayatta kalmak ve gittikçe zorlaşıyor ölmek. Büyümek diyor bazıları buna, ne biçim kelimedir büyümek. Her kelime gibi çok fazla tekrarlayınca anlamını yitiriyor ama sanki bu çok tekararlanmadan da anlamsız. Artık olan bitenle ilgili hiçbir fikrim yok, eskiden birkaç teori bulur, hiç olmadı 2-3 tespit yapardım, anlamaya çalışırdım. Nice zamandır o da terk etti beni. Gözlem bile yapacak gücüm yok, yorgunum. Belki kendimden fazlasıyla sıkıldığımdan belki de hayatla ilgili tüm tespitlerin aslında hep komik olduğunu fark ettiğimden kendimi de pek ciddiye alamaz oldum. Ne var ki bu durum nefes almamı kolaylaştırmıyor. Bir yandan sinirliyim bir şeylere neye olduğunu da bilmiyorum boş bir sinir, herkese, kimseye, her şeye. Amaçsız ve savruk hissediyorum. Doğru kelime savruk bence, evet evet öyle. Hem göreceli olarak fazla tekrarlara bağışıklığı olan bir kelime.

Neden sorusu yıllarımı çaldı benim, neden sorusuna sinirliyim, sonunda hiçbir neden bulamadığım için savrulmuş olmama da anlam veremiyorum. Gelecekle ilgili senaryolar yazmak en sevdiğim şeydir, siz bilmezsiniz. Artık senaryolara bile sinirliyim. Yaşamak değil onları çekmek ve bir filmin içinde dondurup tekrar tekrar ve tekrar izlemek istiyorum. Tüm bu sakin karmaşayı belgelemek, kendimi parmakla gösterip gülmek sonra da üzülmek istiyorum. Gerçek bir film hayata benzesin diye boşuna demiyorum. Hayat böyle insanı parmakla gösterip önce güldürür sonra da mal gibi reklamları izlerken ağlatır. Budur yani. Çok derin anlamlar falan yok. Şu hayatta inandığım hiçbir şey yokken ölümün net bir son olduğunu, ilahi adalet, karma, şans, amaç, kader, anlam kavramlarının aslında tıkırdayan teneke kadar anlamsız birer ses çıkardığını düşünürken her şey biraz daha zor -ironik bir şekilde- daha anlamsız. Buna rağmen özgür hissedemiyorum. Hiçbir düşünceye, kavrama sıkı sıkıya sarılamıyor, insanlara bile zar zor bağlanabiliyorum. Birçok konuda kendimi dayanak alıyor yine de insanları dinlemeye çalışıyorum ve görüyorum; oralarda hiçbir şey yok cam fanusun içindeyim sanki -orta okulda adı geçen sürtünmesiz ortamda gibi- dışarıdan teğet geçen insanları izlemekle geçecek bir zaman yanılgısı ömür dedikleri de. Belki.

kafamın içinde dönüp duran şarkı, bu sorunun cevabını birgün bulurum belki, aramaya devam edebilirsem.

4 Nisan 2010

Plansız- Şimdili

Ferzan Özpetek'in son filmi Mine Vaganti'yi çok çok sevdim. Filmde bana dokunan ne olduğunu tam bilemediğim bir şeyler vardı, belki renklerden belki müziklerden belki de filmin son 10 dakikasından kaynaklanıyordu, ama çoğu insanın aksine ben filmden rahatlamış, hafiflemiş çıkmadım. Mideme bir şeyler oturdu. Tomasso karakterinin "bazı şeyleri bırakmayı bilmiyoruz, gerçekten önemli olan şeyler biz istemesek de bizimle kalır geri kalanlara böyle inatla tutunmanın ne anlamı var" temalı konuşması sanırım filmin en beğendiğim yeriydi. Çünkü bence de gerçekten önemli olan şeyleri unutmaya, bırakmaya çalışsak da onlar bizle kalırlar, diğer anlamsız şeylere hayatın anlamı gibi tutunmaksa zaman ve ömür kaybıdır, kendimize yaptığımız en büyük işkencelerdendir. Niye bilmiyorum bunu buraya yazmak istedim. Son zamanlarda yazmak isteyip de yazamadığım onca şey içinden bunu seçip yazabilmeme de sevindim. Gerçekten uzun bir süredir çok düşündüğüm halde düşündüklerimle ilgili yazacak enerjiyi bulamıyorum. Duygu kapılarını açtım ve içinden güzel şeyler çıkmıyor, belki yazınca gerçeğe dönüşecek her okuduğumda yüzüme çarpacak diye korktuğumdan oluyor bunlar. Neyse bu sefer de böyle geçip gitsin her duyguyu düşünceyi tekrar tekrar hatırlamama gerek yok, hem güzel gidiyor hayat son günlerde, çok eğleniyorum, yaşadığımı hissediyorum. Gelecekle ilgili planlara ara verdim, gelecek gelmeyebilir, şu an buralarda. Hayatım nereye gidecek? sorusundan hayatım gidiyor ve ben şu an bunun farkındayım cümlesine geçiş yaptım. İştir,paradır ve okul bitince yapılması gerektiği söylenilen her şey umrumda değil. Şu an dinlediğim şarkı, yediğim elma umrumda sadece. Bu kadar.