29 Nisan 2011

Bir Cuma Gecesi Planı




















Bu akşam için planım bu birbirinden munis iki filmi izlemek. Uzun zaman sonra canım film izlemek istediği için de kendimi kırmayacak ve cuma gecesini film gecesi yapacağım. Tabi bundan bize ne diyorsanız da bi yerde haklısınız. Ben kendi tarihime not düşüyorum sadece; hayatımdaki en ilginç şeylerden birinin cuma akşamı iki film üst üste izlemek olması da güzel bir detay sanki. Hoş yani, mesela bugün saatlerce kraliyet düğününü izlediğim de doğrudur. Öyle boş bir hayat öyle boş bir kafa. Fena sayılmaz gene de. Bir de Kate pardon yeni adıyla Katherine pek hoş olmuş, ben ki kabarık gelinlikten tiksinirim kadın onun bile güzel halini bulmuş da giymiş. Bu bile tek başına o kadar önemli ki prenseslik müessesesinde öyle böyle değil. Ben prenses olacak olsam ilk önce dikkat edeceğim şey -tabi ki düzgün el sallama becerisinden sonra- giydiğime taktığıma bakmak olurdu. Zaten başka da işlevi olmayan bir pozisyon, birileri ne giydiğine nasıl gülümsediğine ve nasıl el salladığına bakıyor. Hani her öğün yemekten önce kıyafet değiştirme zorunluluğunu saymazsak çok kebap iş. Neyse gene nerden nereye. Ha söylemeden edemeyeceğim letters to juliet'de gael garcia bernal oynuyormuş. Çok özlediydik kendisini. O da Bill Murray'dan sevimli olmasın pek can bir arkadaşımız. Nerden geliyorsa bendeki bu samimiyet orasını hiç bilemiyorum. Neyse ben huzurlarınızdan ayrılıyor ve önce çıtır çerez niyetine birkaç (7-8) bölüm Friends izliyorum sonra da gelsin filmler.

27 Nisan 2011

Yokluğu Saymak

Babam öleli neredeyse bir yıl oldu, çok garip. bana sorsanız üç gün oldu derim. zaman tek başına ne kadar anlamsız. bir insanın yeryüzünde varolmadığı bir boşluk düşünün ve onu sayılarla numaralandırın. ne saçma oluyor değil mi. sizin doğduğunuz günden beri hayatta olan ve sizin dünya bilginiz içinde yeri hep sabit olan bir adam. bir gün yok oluyor. sonra onun yokluğunu saymaya başlıyorsunuz, oysa yokluk nasıl sayılabilir. yokluğun çoğalması nasıl mümkün olabilir. yokluk yoktur, isteseniz de olduramazsınız. belki de o yüzden bir yılın sayısal değerini düşündüğümde; o 360 günü babamın yokluğuyla bağdaştıramıyorum. öyle değil çünkü. çok zamansız bir eksiklik bu. bizim kaybettiğimiz sadece günler değil. onun kaybettiği de. ölümün ölen kişi için ne tarz bi kayıp olduğunu düşünmeyi reddediyor aklım uzunca bir süredir ama ölüm geride kalanlar için başka tarzda bi ölüm sanki. öyleymiş gerçekten. hep dedikleri gibi bir parçası ölüyor insanın. ister istemez. en basitinden bir koltuktaki kafa izi yavaş yavaş yok oluyor ve benim içimde bir yerlere kocaman bir kafa izi bırakıyor. veya herhangi bir iz. bir yara. neticede neredeyse tüm yaralar iz bırakıyor. koltuktaki kafa izi gibi izler bırakıyor hem de. büyük, şekilsiz, çirkin. bazı şeyler maddesel dünyadan, koltuklardan, televizyonlardan, yataklardan, masalardan silinebilir ama insanın ruhundan silinmiyor. veya sonsuza dek bir anda siliniyor. ikisi aynı şey belki de. çünkü bazı şeylerin yokluğuyla varlığı eşit derecede acı verebiliyor insana. ne gariptir ki. niye bu kadar garip olduğunu da hiçbir zaman anlayamayacağım galiba ama şunu biliyorum ki çok üzgünüm veya ona benzer bir şey. içime bakmaya cesaret edemiyorum bir yıldır, sanki gerçekten yükseklik korkum depreşiyor bu kez, murathan mungan'ın dediği gibi. sahi bir insan nasıl böyle bir cümle kurabilir, onu bile anlamıyorum. sabahları kahvaltımı ederken düzenli olarak gözlerimin dolması durduk yere değil biliyorum ama düşünemiyorum sanki. orada bitiyor zaten ağlamıyorum bile. gözlerim doluyor hani dokunsalar ağlayacağım ama kimse dokunmuyor. kimse sizin yerinize ölüm üzerine düşünmek istemiyor. kimse sizinle birlikte ölüm üzerine düşünmek istemiyor. kimse ö harfini bile duymak istemiyor. ve ben hep o dokunsalar ağlayacak insan halinde yaşıyorum. oraya buraya çarpıyorum bazen dokunulmak niyetine, ağlıyorum. sonra geçiyor. her şey geçiyor. bazı şeyler hariç.


20 Nisan 2011

"I have filled this void with things unreal"

bugün bende salaklığın bini bir para blog. nasıl salağım anlatamam. ama dur anlatayım azıcık. önce otobüsten ineceğim durağı unutup baya bi gitmişim sonra indim tabi, dedim ki büyük kayıp değil karşıya geçer ordan tekrar binerim. sonra mal gibi gidip yanlış otobüse binmişim. döndü bir yerden aha dedim sıçtık . bastım haliyle düğmeye indirdi beni. ayakkabım çoktan su almıştı zaten birazcık daha ıslandı bonus olarak. indiğim yerden yürüdüm baya bi, ıslak ayaklarla. bir de tabi gündüz hava sıcak diye incecik de giyinmişim, nasıl donuyorum anlatamam. saçma sapan arka yollardan vardım çok şükür ki. ama zaten kafam soğuktan bir milyon oldu. sonra ne bileyim tesadüf denen şeyin ne pis ne çirkin bir şey olduğu gerçeğini düşündüm. üşürken pek sağlıklı düşünemedim ama olduğu kadar blog be. eve geldim how i met izleyeyim diye bilgisayarın başına oturdum , son zamanlarda pek bi duygusal bölümler çeker oldular ya sinirlenmeye başladım hafiften. duygusal şeyleri sevmediğimden değil ama komedi dizisi be hocam yani zaten 20 dk. gülücez eğlenicez onda da dram görmek istemiyorum haliyle. sonra barney durdu durdu i'm broken dedi, nasıl bir iç parçalanması bende tarifi zor. yani barney'nin broken olduğunu hepimiz biliyoruz ama o öyle söyleyiverince çok dokundu nedendir bilinmez. dokunuyor bana öyle şeyler. evet böyle de saçma triplerim var blog. oturup dizi karakterlerini düşünüyorum bazı bazı.

tüm bunlar dün oldu bitti işte blog, bugün kaldığım yerden devam edeyim. çok ilginç bir şey söyliyim mi blog bugün gene işe gittim, acayip ilginç de mi. neyse iş yerinde artık zamanımı nasıl geçirmem gerektiği konusunda baya bi tecrübe kazandım. zaman tabi ki yine de hızlı geçmiyor ama ben iş çıkışı yapacağım bir şeyi düşünüyorum mütemadiyen, zamanı katlanılır kılmak için. öyle çok alengirli şeyler de değil ha. işten çıkıcam starbucks'a gidip havuçlu kek yiycem, kitabımı okuycam. tüm hayal bu. sekiz saat boyunca tek düşündüğüm şey sadece bu. sekiz saat ne çok de mi ya, bence hayat gerçekten günün 8 saatini iş yerinde geçirmek için çok kısa. yani ne kadar mantıksız düşünsene; günümün büyük bir kısmını sevmediğim bir ortamda hiç alakam olmayan insanlarla geçiriyorum ve bunu yaklaşık olarak 25 sene yapıyorum. bundan daha büyük bir epic fail var mıdır arkadaş, varsa da ben bilmiyorum. ama görünen o ki bu düzeni değiştirmek için çok geç şöyle bi 3000 yıl kadar geri almak lazım durumu. medeniyet diye bik bik öttükleri şeyin kocaman bir hapishane olması da ne ironik de mi epic ironi mi desek hatta.

bir de kitap, havuçlu kek falan dedim de aklıma geldi, sırça fanus'u bitirdim. kitabı bitirdiğimden beri de yüz ifademde gözle görünür bir değişim var. hayırlısı dedim geçtim. sonra hemen ardından dorian gray'in portesine başladım. ama anladım ki bu iki kitabı üst üste okumak bana hiç yaramayacak. yine de okuyacağım tabi ki. daha ilk elli sayfadan hastası olmuş durumdayım. hayatımda ilk defa okunacak kitaplar listeme harfiyen uyabiliyorum ve şu an hayatımdan memnun olduğum o nadir anlar hep kitap okuduğum zamanlara denk geliyor. dizi izlemeyi neredeyse bıraktım, film sadece sinemada izleyebiliyorum. canım kitap okumaktan ve yazmaktan başka hiçbir şey istemiyor. az buçuk ALES çalışmaya çalıştım ama sonunda kendimi bir şekilde elimde "Büyük Saat" kanepede otururken buldum, her seferinde. Turgut Uyar sanki uzaklardan bir yerlerden salla ya ALES'i ,göğe bakalım diyor. ee ben de tamam diyorum haliyle. sonuçta nedir ki ales, ösym'nin yapacağı dandik bir sınav neticede, Turgut Uyar'ın yanında nedir ki, ne olabilir ki?

bir de 4-5 yıl sonra ilk defa şiir yazdım. ben de inanamadım ama oldu işte. tabi ki yazdığım şeyden nefret ettim ve acayip yavan buldum ama sonuçta bu yazmış olduğum gerçeğini değiştirmiyor. nasılsa kimseye okutmayacağım için sorun yok, sadece kendi kendimle dalga geçebilirim. onu hep yapıyorum zaten.

son olarak bazı insanların isimlerinin anlamıyla sizde uyandırdıkları izlenimin tamamen zıt olması herhalde bambaşka bir dramımızdır. herkes çocuğuna isim koyarken biraz ince düşünsün, ne bileyim öyle her anlam her insana uymuyor. sonra ama adı bu olan insan şöyledir böyledir gibi saçma sapan önyargılarımız oluyor. çocuğunuzu tanıyıp ona göre isim koyun derim ben naçizane.


böyle şarkı sözü mü olur ya, napıyonuz siz nasıl kafalar yaşıyorsunuz ben de isterim aynısından. hayır belki kafa aynısı da ben neden böyle sözler yazamıyorum biri bana bunu açıklasın.

For I am afraid of what I will discover inside
You told me that I would find a home,
Within the fragile substance of my soul
And I have filled this void with things unreal,
And all the while my character it steals
The darkness is a harsh term don’t you think?
And yet it dominates the things I seek.



9 Nisan 2011

Bu bir mektupmuş gibi yapalım.

merhaba sevgili okur;

günlerim burada hep birbirinin aynı. keşke sana anlatabileceğim ilginç gelişmeler olsaydı ama yok. her sabah uyanıyor yüzümü yıkayıp üzerimi giyiniyorum. bunları yaparken gerçek manada hiçbir şey düşünmüyorum. önceden belirlenmiş komutlara göre davranan bir robotum; her gün aynı saatte uyanmaya ve üzerime herhangi bir şey giymeye programlanmışım sanki. bugün de giyinmesem ne olacak diye bile düşünmüyorum, giyinmek dünyadaki en doğal şeymiş gibi bir hal tavır içerisindeyim. halbuki düşününce hiç doğal olmayan bir şey, ama işte bunu sadece buraya yazarken fark edebiliyorum. günlük hayatımda bu tarz düşüncelere hiç yer yok. günlük hayatımdan nefret ediyorum.

sonra hergün aynı yoldan yürüyorum hatta bazen gözlerim kapalı yürüyorum. aşinalığımın boyutlarını sana bu şekilde anlatayım; gözlerimi tamamen kapatsalar da her gün ama istinasız her gün yolumu bulurum. bazen düşünmüyor değilim uyurken yürüyebilen ve ulaşmak istediği noktaya varabilen canlılar olsaydık ne güzel olurdu diye. arada yolculukla geçirdiğimiz o gereksiz zamanı, yarım saat fazla uyumak için kullanabilirdik. ama ben ne bilirim, hayattan beklentisi yürüdüğü yol süresi boyunca uyumak olan bir insanım neticede, kendi kendmi bile ciddiye alamıyorum.

şu gözler kapalı yürümek mevzusuna gelince, o işin bir de başka bir hali var; bazen hiç bilmediğim sokaklarda, yollarda, binalarda da gözlerimi kapıyorum yürürken, bir nevi kumar. ne olacağını bilmediğim, neyin bana doğru geldiğini görmediğim belki ayağımın altında duran taşı fark etmediğim, müziği son seste açıp arabaların geliş gidişini duymadığım o birkaç dakikada kendimi karanlık bir boşlukta yürüyor gibi hissediyorum. o kadar huzurlu ki o boşluk belki 3 saniye sonra ölebileceğim, bir çukura basıp kafamı kaldırıma vurabileceğim, kocaman bir kamyonun önünde çöp bacaklı bir kukla gibi titrek durup ve bir anda binbir parçaya ayrılabileceğim gerçekleri beni rahatsız etmiyor. umrumda bile olmuyor. ölürsem de en azından son hissettiğim şeyin mutluluğa benzer bir şey olacağını bilmek içimi rahatlatıyor hatta. birkaç dakikalığına bile iyi hissetmek büyük bir riski almaya değer sanki. zaten genel olarak kumar davranışını düşününce başka bir sonuca ulaşmak mümkün değil. sonunda kaybetme ihtimalinin daha yüksek olduğu bir şeye insanların delice sarılması bana çok anlamlı geliyor artık. mantıklı diyemem belki ama anlamlı. önemli olan da anlam zaten. sonuçta insanlar ufacık bir umudun biraz beklentinin peşinde bir anda büyük servetler harcayabiliyorlar. ben de iki dakika düşünmemek, azıcık farklı hissedebilmek için hayatımı riske atabilirim. hayatım riske edilmeye değmeyecek bir değer taşımıyor zaten, ve bana sorarsanız kimseninki taşımıyor. çok sıradanız. her şey gibi. sahi ya sevgili okur bu sıralar bana her şey acı verici derecede sıradan geliyor. her şey çok olağan sanki. şaşırmayla ilgili bünyemde ne varsa bir yerlere göndermişim sanki. insanların mucize dediği şeylere, çok üzüldükleri şeylere ve haberlerde "korkunç" olarak nitelendirilen olaylara hep aynı anlamsız bakışla bakıyorum. evet ne var ki bunda diyorum içimden. ve "evet ne var ki bunda". eşssiz bir ana veya olaya tanık olma ihtimalimizin ne kadar az olduğunu düşününce her şey iyice normalleşiyor. düşünsene sevgili okur çok büyük depremler felaketler hatta nükleer santrallerin patlaması bile ilk defa yaşanmıyor. her şey daha önce yaşandı. insanlığın tanık olduğu her türlü kavga, her türlü savaş ve terör eylemi daha önce yapıldı. e o zaman bunda şaşıracak ne var. dünyanın her yerinde birileri ölürken birileri doğuyor ve bu durum bende kesinlikle bi mucize etkisi yaratmıyor. sanırım olayların oluş şekliyle ve sıradanlığıyla barıştım. çok büyük bir farklılık görene daha önce hiç yaşanmamış bir an'a tanık olana kadar da olaylara ve insanlara karşı olan bezginliğim, boş bakışlarım devam edecek. bir de gerçekten her türlü duruma uygun farklı bakış geliştirecek ve hepsini doğru yerde uygulayacak kadar çalışkan bir insan değilim. umrumda da değil. benim bakışlarım da kimsenin umrunda değil. olmasın zaten ne gerek var.

hadi hepsini geçelim sevgili okur, aklıma ne geldi biliyor musun? sakallı adam o şarkıda diyor ya "aşkın ne anlama geldiğini hala bilmiyorum" diye. ben de aynen o durumdayım. aşk nedir bir fikrim yok ama şu kadarını öğrendim ki aşk benim olduğunu zannettiğim şey değil. yine her zamanki gibi bir şeyin ne olmadığını bilip ne olduğu hakkında hiçbir fikir yürütmez bir halde buldum kendimi. aman neyse be sevgili okur hayatta bir derdimiz bu mu sanki. şarkı güzel ama şarkıya lafım yok. hem diyor ya bir de son zamanlarda ellerim bana ait değilmiş gibi geliyor diye. bazen ellerime çok uzun süre baktığım zaman, ama cidden böyle bir saat boyunca gözlerimi ayırmadan o zaman sanki başkasının ellerine bakıyormuşum gibi hissediyorum. zaten herhangi bir şeye çok uzunca bakınca ona yabancılaşmak gibi bir huyum var. kelime tekrarlama olayındaki mekanizma gibi sevgili okur. ellerim sanki yamuluyor onlara baktıkça ve ayak parmaklarım benden bağımsız var olmaya başlıyor gibi. insanın kendine ait bir şeye bu kadar kolay yabancılaşabiliyor olması bazen beni inanılmaz korkutuyor. sen yine de boşver sevgili okur bakma ellerine saatlerce. "nolcak kızım olsun olsun" diyen teyze geldi aklıma birden şimdi. ne dersem diyeyim "nolcak kızım olsun olsun" diye cevap veriyor. en azıdan her şeye uygun bir cevap bulduğu için tebrik etmek lazım teyzeyi. sonuçta hepimizin arayıp da bulamadığı şey değil mi cevap-lar.

aman böyle işte. söyleyecek bir iki lafım daha vardı ama onları da başka bir güne saklayalım sevgili okur. nasılsa buralardayız şimdilik, gözlerim kapalı yürüdüğüm bir gün ölürsem eğer sizin canınız sağolsun. söyleyeceklerim de yarım kalsın. zaten kim söyleyeceklerini tamamen bitirip ölüyordur ki? herkes biraz eksik kalır. ve her zaman söylenecek başka bir şeyler vardır. bir yerlerde hikayeler anlatılmaya devam etsin de gerisi mühim değil benim için. haydi hoşçakalın.

5 Nisan 2011

"that game of life is hard to play, i'm gonna lose it anyway"

Artık ne zaman suicide is painless'ı dinlesem aklıma Slyvia Plath geliyor. Engel olamıyorum, eşleşti bir kez. Daha önceleri de dinlerken hep içimden tekrarlardım "that game of life is hard to play, i'm gonna lose it anyway" kısmını. Bazı insanlar kazanamıyor işte o yüzden hayatlarının bir döneminde vazgeçiyorlar denemekten sonra biraz zaman sonra da bitiriyorlar her şeyi. onları suçlayamıyorum , nasıl suçlarım zaten ne haddime. Anlayabiliyorum sadece. Ve bu şarkı o kadar güzel ki, Slyvia Plath da öyle. İkisi birbirine yakışıyor.

Bir süre önce Slyvia Plath'ın hayatına takmıştım, şiirlerini ve onun hayatı hakkında karşıma çıkan her şeyi okuyordum sonra adı kadar süpersonik insan süpersonik sam'in blogunda Sırça Fanus'la ilgili yazdığı yazıyı okurken, ben neden okumuyorum ki bu kitabı nice zamandır bu kadınla kafayı bozmuş durumdayım zaten, nasıl oldu da aklıma gelmedi diye düşündüm. Bazen oluyor bana böyle, basiret bağlanması mı denir ne bileyim neyse ki aslında yapmak istediğim şeyleri hatırlatan güzel insanlar var. Şu anda zamanımı Sırça Fanus'a bayılmakla geçiriyorum. Slyvia gerçekten bambaşka bir insan. Okurken altını çizdiğim iki yerin burada da durmasını istiyorum. Galiba artık sevdiğim kitaplardaki sevdiğim bölümleri sürekli okuma isteği duyuyorum. Ne kadar çok okursam o kadar içselleştiririm ve onlar benim birer parçam olmaya biraz daha yaklaşırlar gibi.

"Genellikle esaslı bir kusmadan hemen sonra kendini daha iyi hisseder insan. Biz de kucaklaşıp vedalaştık ve odalarımıza gidip uzanmak için koridorun ters uçlarına doğru yürüdük. Doğrusu ya, birlikte kusmak kadar insanları birbirine yaklaştıran şey yoktur."

"Yer inanılmaz derecede sağlam gibiydi. Düşmüş olduğumu ve daha fazla düşemeyeceğimi bilmek rahatlatıcıydı."

şarkıyı da burada tutalım da aklımıza estikçe dinler biraz daha Slyvia Plath düşünürüz. sonra zamanla, kitap bittiğinde belki altı çizili her bölüm bu postta yerini alır.

2 Nisan 2011

Yanlış

insan ailesiyle yaşayınca mutsuz olup dağıtma gibi bir lüksü olamıyor. evet bu bir lüks benim için. hayatımın bazı dönemlerinde içimden gelen bir kendimi harap etme, öz yıkımcı bir şekilde oraya buraya savrulma istekleri ,annem yüzünden çok derinlere gömülmek zorunda kalıyor. ağlıyor ve sen beni öldüreceksin diyor. klasik bir anne tepkisi ama işte bu tepkiye tepkisiz kalınamıyor. nasılsa ölmez diyemiyorsun. ya ölürse diyorsun, sonra benim yüzümden ölmüş olacak. hani bunun mümkün olmadığı çok açık bile olsa içimize böyle bir korkuyu yerleştirmelerinden nefret ediyorum ben zaten. belki ben de çok mutsuzum ve belki bazı günler ben de ölmek istiyorum ama kimseye senin yüzünden ölücem demiyorum. ki kaldı ki anneden bahsediyoruz. sonra o gözyaşlarını sizi manipüle etmek için kullanırken ben annem üzülmesin diye onun önünde ağlayamıyorum bile. sonra neden sen böylesin de hergün içiyorsun da arkadaşların seni bıraktığında dönüp dolaşıp bana geliceksin de bik bik. ben zaten sana gelmeyeceğim, sığınmayacağım mı dedim. seni sevmiyorum mu dedim. hiçbir şey demedim. tamamen benimle ilgili bir mevzuyu kendisiyle ilgiliymiş gibi yapması sonra da bi şekilde bana kendimi suçlu hissetirmeyi başarması nasıl takdire şayan anlatamam. ben sadece yaşıyorum demek istiyorum ve hayatımı yaşamak istediğim şekil de bu. her gün içiyorsun dediği sokaklarda geziyorsun hayatınla hiçbir şey yapmıyorsun onun kriterlerine uygun bir iş bulmuyorusn, ders çalışmıyorsun, -kitap okumak yerine ders çalışmıyorsun hatta- dediği şey benim yaşama şeklim. hayır benim tarzım doğrdur diye savunmayacağım ama içimden gelen bu. yine de sırf annem üzülmesin diye de o kadar fazlasını törpülüyorum ki belki de mutsuzluğumun sebeplerinden biri de bu. bu dönemin benim için zor geçtiğini, hayat adapte olma sorunları yaşadığımı beni biraz rahat bırakması gerektiğini nasılsa zamanla düzeleceğimi anlatabilmek istiyorum anneme ama anlamayacak biliyorum ve yine kendimi anlatmaya çalışırken yanlış anlaşılacağım. zaten şunu fark ettim ki ben çok yanlış anlaşılan bir insanım . bunda tabi ki benim kabahatim çok . bir şey sürekli sizin başınıza geliyorsa sadece dünyayı değil kendinizi de suçlamanız gerek belli ki. neyi yanlış yapıyorum bilmiyorum, kendimi daha düzgün daha da önemlisi karşımdaki kişinin anlayabileceği gibi anlatmam lazım. niyetim hiçbir zaman kötü olmuyor ama doğru kelimeler seçemiyor, doğru davranamıyorum herhalde. ben sadece biraz rahatlamak istiyorum, düşünmemek, kendimi suçlu hissetmemek..yaşadığım evde biraz huzur bulmak. ama gördüğüm pasif agresif sıkıcı ve mutsuz bir ev. yaşadığım bu ortam da beni artık iyice sıkmaya başladı sanırım insan bi yaştan sonra ailesi de olsa bazı insanlarla birlikte yaşayamıyor. olmuyor yani. evet biliyorum babam öldü ve annem de bununla baş etmekte zorluk çekiyor ama şunu hiç fark edemiyor ki bununla baş etmek zorunda olan sadece kendisi değil. biz de sıkıntılıyız ama acımızı onun gibi yaşamadığımız için bize güceniyor. zaten bir şey onun yöntemiyle olmadığı zaman yanlış demektir. üzülmek bile, acı çekmek bile sadece bir şekilde olabilir ve bizdeki yanlıştır.

tüm hayatım boyunca bunu çektim ama artık sürekli yanlış bir insanmışım gibi hissetmek istemiyorum. evet belki çok doğru da sayılmam ama o kadar da yanlış değilim. yani bence öyle en azından.