31 Ekim 2008

Mustafa ve Üç Maymun

Son günlerde çok konuşulan 2 filmle ilgili ben de birkaç söz söyleyeyim istedim. Filmlere dair ayrıntılar barındırabilir yazdıklarım ama çok rahatsızlık vereceğini düşünmüyorum, yine de her zamanki genel uyarımı yapayım, izlemeyenler için spoiler vermiş olmayayım. 2 Film hakkında olumlu şeyler yazdığımı da şimdiden belirteyim.

“Mustafa Kemaller de insandır” Hatırlanmak isterler bazen, gece ışıksız bir odada uykuya dalmak onlar için de zordur belki ve onlar da her insan gibi kaçıp gitmek özlemi duyarlar içten içe, biraz huzura muhtaçtırlar ve yalnızlığın ortasında küçük bir kulübede yaşamak isteyebilirler.
Benim için Mustafa filminin özetidir bu. Atatürk’ü putlaştırmış, sanki çok başka bir dünyadan gelmiş bir süper kahraman gibi görmüş, insani zayıflıkları, kırgınlıkları, korkuları olmayan kocaman bir dev zannetmiş insanların hayal kırklığına uğramasını anlayabiliyorum. Ama şu bir gerçek ki Atatürk’ü bir nevi peygamber-üstün güçleri olan bir insan gibi anlatmanın kimseye faydası yok ve eminim kendisi de bunu istemezdi. Çünkü o,dogmalara, kalıpyargılara, temellendirilmemiş inançlara, gökten inmiş mucizelere karşıydı Eğer biz Mustafa Kemal’in bu ülke için yaptıklarını anlamak istiyorsak onun insani iç çekişmelerini, çabasını, yorgunluğunu ve yalnızlığını görmek bize bakış açısı kazandırır.Belki biraz olsun empatik bakabilmemizi sağlar. Bunu yapmaya çalıştığı için de Can Dündar’a teşekkür etmek lazım. Böyle ağzı olanın konuştuğu ve konuşurken sadece saldırmayı, yermeyi amaç edinen insanların çokça yaşadığı bir ülkede attığı bu cesur adımın takdir edilmesi gerekir. Atatürk’ün yalnızlığını, unutulma korkusunu, arkadaşlarıyla,kadınlarla ve annesiyle olan ilişkisini, devrim ve dinle ilgili fikirlerini aynı film içinde görmek beni mutlu etti. Birçok kişinin aksine ben canlandırmaları ve efektleri de sevdim. Filmin genel havasından mıdır bilmem beni rahatsız eden hiçbir görüntü yoktu zaten bir belgesel izleyeceğimi bilerek girdiğim için o salona, gördüklerim beni şaşırtmadı. Birkaç yerdeki kopukluk dışında çok ayarında işleyen güzel bir kurgusu vardı. Daha önce hiç görmediğim fotoğraflar, görüntüler ve güzel müziklerle birlikte de çok tatlı bir hava yakalamıştı Can Dündar. Salondan çok memnum ayrıldım anlayacağınız, Sarı Zeybekle çok ağlatmıştı beni, bugün bir kez daha ağlattı.

Ha bir de ben anlamadım insanlar neden bu filmin sponsorlarına bu kadar taktılar? Nesi garip yani bunun, adam film çekiyor tabi ki sponsoru olacak, bir de Atatürk'ün küçüklüğünü rum bir çocuk oynadı diye koparılan yaygaraya çok gülüyorum ben, bu zihniyete sahip insanların hala varolması ne kadar acı, hala bunların tartışılıyor olması ve filmin bunlar üzerinden eleştiriliyor olması ne kadar trajikomik.

Gelelim 3 Maymun'a.Nuri Bilge Ceylan sinemasına aşina olduktan sonra heyecanla beklememek elde değildi bu filmi. Beklediğime de değdi, çok iyi bir iş çıkarmış Nuri Bilge Ceylan. Kendisi kalbimde çok büyük yerin sahibi şimdiden. Fotoğrafçı olması dolasıyla insanları ve mekanları görüş ve anlatış şekli beni gerçekten çok etkiliyor. Ayrıca insan ilişkileri üzerine yaptığı çıkarsamalar ve bunları diyaloglar ve görüntülerle çok duru ama çok keskin bir şekilde yansıtması,bunu yaparken de her türlü abartmadan kaçınması kalbimdeki yerini giderek büyütüyor. Bunun yanında her filminde bizleri ayrıntı manyağı yapmasıyla, filmleri daha dikkatli izlememiz, sembolleri görmemiz ve yorumlamamız için bizleri zorlamasıyla sinema seyircisini en çok çalıştıran yönetmenlerden birdir benim nazarımda. (beni zorluyor en azından) Üç Maymun benim için doyurucu bir sinema deneyimiydi. Doğru kelimeyi ararken bulduğum "doyurucu" sözcüğü, film hakkındaki görüşlerimi özetliyor bir bakıma. Yine bir görüntü ziyafeti sunuyor bize, doymamak elde değil; filmin rengi, dokusu, karakterleri ve bu karakterler arasındaki ilişki yine inanılmaz ayrıntılı düşünülmüş ve işlenmişti. Aynı aile içinde yaşayan insanların bile birbirlerinden ne kadar kopuk olduklarını, insanlar ne kadar uğraşırsa uğraşsın anlatabileceği şeylerin bir sınırla çevrelendiğini ve bu durumun doğal olarak bizleri iletişimsizliğe itişini, yalnızlığın ve umutsuzluğun peşimizi asla bırakmayacağını, hayatın çok ironik bir varoluşsal döngüden ibaret olduğunu, ne yaparsak yapalım bu düzenden kendi çabamızla kurtulmayacağımızı bazen esprili bazen de çok hüzünlü ve karamsar bir şekilde anlatıyordu. Ya da belki ben bunları anladım, Nbc çok başka bir şey de anlatmak istiyor olabilir ama ne de olsa karşıdakinin anlayacağı kadardır anlatabilcekleri. Ben filmleri kendi penceremden değerlendirmek istediğim için çoğu zaman yönetmenlerin ne düşündüğünü bilmemek daha çok hoşuma gider. Ama Nbc filmlerinde değişmeyen ve benim her zaman hissettiğim duygular hüzün, karamsarlık ve yalnızlık. 3 Maymun için de değişmedi bu hissiyat. Hayatımda kendime en yakın hissettiğim temalar hüzün ve yalnızlık olduğu için bu kadar çok sevdim belki de, bilmiyorum dediğim gibi ben filmleri çok ama çok öznel değerlendiriyorum. Filmde tek beğenmediğim nokta bazı yerlerde dublajın çok kötü kullanılmış olması. Bilerek mi yaptı bunu bilmiyorum ama Hatice Aslan'ın sesinde bir gariplik vardı, bazı yerlerde gerçekten rahatsız edici boyutlara ulaşıyordu.
Hala Uzak benim gözümde birinci sıradadır ama 3 maymunu İklimler'in önüne koyabilirim. Yakın bir zamanda Mayıs Sıkıntısı'nı izledikten sonra sıralamamı yeniden gözden geçirip buradan duyururum, kimin umrunda olacak bilmiyorum ama yaparım ben böyle şeyler :)
Bu afiş filmin en sevdiğim afişi, nedense gözlerimi alamıyorum.

30 Ekim 2008

Icq Yenilince Ben De Yenilmiş Sayıldım!

Eski internet alışkanlıklarıma bir göz attım da bugün (düşündüm manasında, böyle bir rüzgar esti gözümün önünden, o günler şöyle bir geldi geçti), ne kadar da azlarmış.(anneme sorsan bilgisayarın başından hiç kalkmıyordum). 2000 yılında ilk defa bilgisayarım olmuştu ve o zamanlar internet için yanıp tutuşuyordum, buna rağmen aslında hiçbir şey yapmıyormuşum. O günlerden aklımda kalan birkaç forum, unutulmuş birkaç net arkadaşı, saçma sapan chat odaları, oyun siteleri ve hepsinden ayrı bir yeri olan icq. Ben en çok icqyu severdim, çok güzel muhabbetler olurdu icq da ve hep çok eğlenceli gelirdi bağlanma sesi. İnternet bağlanama sesinden sonra bilgisayardan çıkan en güzel sesti benim için. İyi insanlar tanımıştım icq üzerinden.(hoş sorsan şimdi hatırlamıyorum doğru dürüst ama o dönem için iyi gelmişlerdi)

Birkaç tane sitemynet çalışmam olmuştu, çok komik girişimlerdi ama kendimi övmek için söylemiyorum(valla) zamanında sitemynette yaptığımız site uzun süre ilk 5in birinci sırasında kaldı, sonra hacklediler o siteyi, çok anlamsız bir davranıştı. Kimseye zararı olmayan son derece kişisel bir şeydi sonuçta ne diye hackliyorsun yani arkadaşım değil mi ama?. Çok sinirlendiğimi hatırlarım, küçüktüm böyle olaylar beni çabuk yaralıyordu:)
O zaman bile az olan internet alışkanlıklarım bugün hiç denecek seviyeye indi. Tüm internet olayım google reader üzerinden işleyebiliyor, o derece yani. Tabi ki google reader gibi bir güzellik için Googlea ne kadar teşekkür etsem az. Benim gibi üşengeç bünyelere tam lazım olan şey. Fazla enerji harcamadan istediğim her şeyi bir anda önüme getiriyor. Zaten artık blog okumak, maillerime bakmak, arada sırada köşe yazarlarını okumak dışında internette hiçbir şey yapmıyorum. Facebook denen oyuncakla oynuyorum bazen, ondan da sıkılıyorum. Last fm desen, eski havası kalmadı, sıkıldım. Bloglar işte benim eğlencem, çok seviyorum blogları takip etmeyi. Ben seviyorum ya paso yasak yiyorlar, önce wordpress sonra blogspot. Neyse ki google readerı henüz yasaklamadılar, googleı yasaklayacakalrı güne kadar rahatım vesselam.(o da yasaklansın da laptopu pencerenden aşağı fırlatayım gitsin) Youtubela aramız çok iyiydi bir de, konser videoları izlerdim saatlerce, onu da aldılar elimden. Hoş illegal yollarla giriyoruz ama hevesim kalmadı işte, soğuttular beni her şeyden. Bu yazıyı neden yazdım bilmem, bilgisayarın karşısından oturup yapacak bir şey bulamadığım zamanlarda saçma sapan şeyler yazdığımı fark ettim. Yeni bir farkındalık konusu olsun bu da, aklımda bulunsun.(lazım olur) Can sıkıntısı pis bir şey, umutsuzlukla yarışır ilk sıra için. Hangisi daha beter bilmiyorum ama şu sıralar can sıkıntısı bir adım önde gidiyor benim küçük dünyamda.

Icq bitince internet benim gözümdeki değerini iyice kaybetti, msni sevmiyorum ben, icqdaki gibi tatlı sohbetler olmuyor, yavan bir iletişme aracından başka bir şey değil o yüzden msn. Sadece msn değil tüm internet alemi gün geçtikçe daha sııkıcı bir yer haline geliyor, ya da ben daha sıkıcı bir insan halini alıyorum, bilmiyorum. (bilmiyorumla biten cümleleri seviyorum, parantezle biten cümlelerin hastasyım)

28 Ekim 2008

!

Blogger'ın kapanmasıyla ilgili laflar hazırlamıştım, hem de afili laflar hazırlamıştım ama bunları yazmamın hiçbir getirsi olmadığına karar verdim. Çok büyük saçmalıkların içinde yaşıyoruz, söyleyeceğim hiçbir şey bu durumu değiştirmeyecek, farkındayım. Ne yazık ki bu yasakların ardı arkası kesilmeyecek, her türlü özgürlüğümüzü elimizden alana kadar durmayacaklar, bizi de öyle yavaştan yavaştan alıştıracaklar ki artık isyan etmeye bile gücümüz kalmayacak, söyleyecek tek bir söz bile bulamayacağız, çünkü ifade özgürlüğünün ne olduğunu unutacağıız. Sanırım bir sonraki adım nefes alma özgürlüğümüzün mahkeme kararı ile sansürlenmesi olacak . Bu durum beni çok üzüyor ve sadece üzüyor, sinirlenmek bile gelmiyor içimden.

19 Ekim 2008

.

-Ruhuma en uygun rengin gri olduğunu biliyorum.
-Ruh ne peki, nasıl bir şey?
-İçindeki sen işte, derinin altındaki sen, ya da onun gibi bir şey
-Anlat bana nasılmış bu ruh, neye benzermiş
-Bilmiyorum işte, ruh deme adına da başka bir şey de, nasıl istersen, nasıl hissediyorsan.
-Bir şey hissetmiyorum ki ben nasıl anlayayım ruh neymiş, hangi renk uygunmuş,var mıymış yok muymuş.
-Her şeyin kesin ve net bir açıklaması olmak zorunda mı yani,neye benzediğini bilsen rahatlayacak mıydın?
-Peki sen hiç görmediğin, varolup olmadığından emin olmadığın bir şey hakkında nasıl bu kadar rahat konuşabiliyorsun?
-Ben böyleyim, bilmiyor musun, istediğimi söylerim, hem sana ne zararı var yani. Sen konuşmuyorsun diye ben de mi susmalıyım?
-Susmanın iyi bir şey olduğunu hep söylerim, saçma sapan şeyler söyleceğine arada bir susmanı yeğlerim.
-Dedim ya ben buyum, sen de osun, kabullenmeyi öğrenemediğimiz sürece bu konuşmanın hiçbir anlamı yok. Bir daha söylüyorum, iyi dinle; ruhum griyi seviyor, gördün mü bak işin içinde sevgi bile var bu sefer, ama sakın sorma bana sevgi nedir, neye benzer.
-Sorsam istediğim cevabı veremeyeceksin ki,bilmiyorum diyip duracaksın, hissedeceksin ama anlatamayacaksın, o yüzden sormuyorum artık sana bir şey, susuyorum.
-Sus bakalım, ben konuşacağım galiba...

16 Ekim 2008

Yazası Gelen İnsan: Ortada Kuyu Var Yandan Geç*

Her şey çok hızlandı birden. Günler nasıl geçiyor ben henüz anlayamadım. Eve geldiğimde bitmiş oluyorum, hem zihnen hem de bedenen ancak bu yıl okulumu ve bölümümü çok acayip sevdiğim için bu duruma ses çıkarmıyorum. Koşullara ayak uydurmaya çalışıyorum ki evrimsel olarak sahip olduğumuz bir özelliktir bu, hayatta kalmaya yarar. Ben hayatta kalmayı başarıyorum hem de büyük bir azimle bu defa. Yorucu olan her şeyle mücadele edecek gücüm varmış. Geçen yıl okuldan ne kadar uzak olduğumu ve özellikle ikinci dönem başlamasın diye yakınıp durduğumu hatırlıyorum, hatta buraya bile yazmışım. Şunu söylemek isterim ki beni heyecanlandıran tek ders dediğim sinema dersimden a1 aldım :) En çok da o nota sevindim hepsinin içinde çünkü o ders için de çok uğraştım, ekip çalışması olması gereken filmin her şeyini tek başıma yapmak zorunda kaldım takım arkadaşlarım ultra mükemmel insanlar oldukları için. O zaman bu duruma çok sinirlenmiştim ama şimdi dönüp baktığımda o koşturmacanın çok yararlı olduğunu görebiliyorum, üstelik hayatımda başardığım somut işlerden biriydi, ortaya bir şey çıkarma hissi gerçekten güzelmiş. Sadece sinema dersi değil, ölesiye korktuğum projenin yapılacağı ders için de çok büyük mücadeler verip kocaman emekler harcadıktan sonra ortaya inanılmaz güzel bir şey çıkınca "vay anasını be bunu biz mi yaptık şimdi" diye yaklaşık 1 hafta kadar gurur duymuştuk kendimizle.(sonra geçti:)) İnsan olayın içinde olunca hergün küfrederek yapıyor işleri, öleceğini zannediyor, sanki bir kelime daha duysa beyni patlayacakmış gibi geliyor ama günün sonunda bunların hiçbiri olmuyor ve ancak geriye dönüp bakılınca; o süreci yaşarken çok yorucu olan şeyler aslında ne kadar da güzel görünüyor. Ben de bunları bildiğim için bu sene geriye dönmeyi beklemeden, sürecin içindeyken fark etmeye çalışıyorum her şeyi. Başarması pek kolay değil ama sürekli bi kendime telkinler ve farkındalık anlarıyla sağlayabiliyorum bunu. Sanki ben değiştim şu son 4-5 ayda, daha farklı hissediyorum, bakış açım değişti birçok olaya karşı ve bunu fark etmek de beni sevindiriyor. Eskisi kadar korkmuyorum galiba büyümekten, daha önce burada yazdığım gibi ödüm patlamıyor sonlardan, bitişlerden. Her şey olması gerektiği gibi gidecek, bunu biliyorum, her saniye iyi hissetmiyorum ama en azından büyük yıkımlar yaşamıyorum. Canım çok yazmak istediği için bir anda döküldü bunlar içimden, Böyle işte yazdım durdum şimdi okumaya kalksam kendimin de anlamayacağı bir şeyler yazmış olduğuma eminim, ama okuyacağım. Gerekli düzeltmeleri yapmak için:)

Madem yazasım var, son zamanlarda okuduğum kitaplardan da bahsedeyim. 4 kitabı aynı anda okumaya çalışıyorum şu sıralar, daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım ama çok da zor değilmiş. "Yeraltından Notlar"a başladım, henüz çok başındayım. Gözlem görüşme derslerinden sonra haftada bir kez okuduğum Irvin Yalom kitabı "Bağışlanan Terapi" var yine başka bir Irvin Yalom kitabı(yeni kitabı) "Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek" var, bir de acayip hızlı bir giriş yaptığım ama sonra yavaşladığım "Tutunamayanlar" var. Okuyorum işte yavaş yavaş, acelem yok. Okuduğum kitaplardan bahsetmişken izlediğim filmlerden de bahsedeyim biraz:

"İklimler"'i izledim acayip beğendim, sırada Mayıs Sıkıntısı var, vizyona girince de Üç Maymun'u izleyeceğim, heyecan yaptım. Ayrıca "Mustafa" için de acayip heyecan yaptım, fragmanını ne zaman görsem tüylerim diken diken oluyor, müzikleri çok muhteşem olmuşa benziyor. Goran Bregoviç'i seviyorum, her ne kadar kendisinin konserinden elimde olmayan nedenlerle yarıda çıkmış olsam da bi dahaki konserinde asla böyle bir şey olmayacak. Can Dündarla birlikte Ntv'de bir programa konuk olmuştu, ben o programı izlerken Can Dündar'ın ne kadar doğru bir karar vermiş olduğunu anladım, Balkan ezgileri ne kadar güzel, Atamıza da ne çok yakışacak. Neyse ben başka ne izledim son zamanlarda? Hımmm. Righteous Kill'i izledim. Üstadları beyazperdede yanyana görmek büyük bir olaydı ama onun dışında filmin aman aman bi yanı yoktu. Benim için tek esprisi bu sinema tanrılarını birlikte görebilmek ve tüm mimiklerine kadar incelemek oldu. Yaşlandıklarını biliyorum ama hiç ölmesinler istiyorum, sonsuza kadar yaşasınlar istiyorum,ben öleyim onlar yaşasınlar, o derece yani. Sonracığıma "Dead Man'" izledim, inanılmaz beğendim, benim sinema anlayışımın üzerine cuk diye oturan bir film gerçekten, görsellik konusunda inanılmaz şeyler var, ayrıca hikayesi ve mizahı muhteşem. Johnny Depp oyunculukta muhteşem, favori filmlerim arasına girdi kısacası. Bunun üzerine bir de Coffee and Cigarettes aldım, hepsini izlemedim, bölüm bölüm izliyorum hepsini bir seferde tüketmiyorum. Sinemaya gitme fırsatım olursa Tropic Thunder'ı izleyeceğim, çok komik olduğunu duydum ayrıca Robert Downey Jr. nasıl oynamış çok merak ediyorum :)

Şu an için House'un 4. bölümünün kazasız belasız yüklenmesini istiyorum, 3. denemem çünkü bıktım şu bozuk linklerden. Ayrıca How I Met Your Mother'ın 4. bölümü ne kadar süperdi öyle. Artık herkese Himym sevdirme gibi bir amaç edindim, izlemeyen herkese zorla izlettiriyorum,sonra zorla himym geyiği yaptırıyorum, çok mutlu oluyorum, herkes izlesin bu diziyi.
Haftaya Çeşme'de olacağım, ilk defa göreceğim Çeşme'yi. Yaz mevsiminde değilde bir sonbaharda görmek kısmet olacak bana, ama olsun sonbahar her zaman yazı döver, özellikle denizli memleketlerde, Ankara'da zaten döver onu söylemeye bile gerek yok, bir de en güzel mevsim kış. Benim gibi bir kış çocuğu için kışın gelmesi büyük bir şölen, kazakları ve sıcak çikolataları seviyorum, bereleri hiç sevmiyorum ama o yüzden sinüzit denen illetten hiç kurtulamıyorum.

Gerçekten bu kadar, bitti yani. Daha başka da bir şey yazamayacağım, yoruldum, boynum tutuldu.
*Oradan, Buradan, Şuradan
Düzeltme: Irvin Yalom'un adını yanlış yazmışım, utanıyorum kendimden.Nasıl böyle bir hata yaptım hiç bilmiyorum:(

9 Ekim 2008

Midye Günü

Ben bugün hayatımda ilk defa midye dolma ve midye tava yedim. Aslında yedim demek yanlış olabilir, yoğun istekler üzerine tadına bakmak zorunda kaldım ve bir kez daha insanların bu midye denen şeyi niye böylesine çok sevdiklerini anlayamadım. "Ben yemem o garip şeyi,neyini seviyorsunuz ki siz" dediğimde "sen tadını bilmiyorsun o yüzden anlamazsın bizim neden sevdiğimizi" diyen arkadaşlarıma kapak mahiyetinde bir deneyim oldu benim için. Yaprak sarmasının içindeki güzel malzemeleri çıkarıp (kuş üzümü,gerekli baharatlar, adını bilmediğim fıstık gibi şey vb...) bolca karabiber koymuşsun gibi bir pirinç lapası ve üzerinde de sanki sucuk pişirmişsin de tavanın üzerinde donuk yağlar kalmış gibi duran, midyenin hayvanı olduğunu öğrendiğim garip şey bir araya gelmiş, anlamsız yavan bir yiyecek ortaya çıkmış. Bir esprisi yoktur hala gözümde, yok içkinin üzerine güzel gidiyormuş, yok sokakta gecenin bir yarısı yemek zevkli oluyormuş gibi bahanelere kanmam artık. İlla ki içkinin üzerine bir şey yiyeceksem ve bu yediğim şey iğrençgiller familyasından olacaksa kokoreç yemeyi tercih ederim, en azından baharatlı et tadı geliyor insanın ağzına ya da işkembe çorbası içerim sıcak sıcak bir anlamı olur. Midye tava da aynı yavanlıkta garip kokulu bir şey, benim için olmasa da olur diyorum ve insanların neden bu kadar sevdiklerini anlamamaya devam ediyorum.

6 Ekim 2008

Kırılgan olmak.

Çok uzun zaman önce böyle bir şey yazmışım, taslaklarda gözüme çarptı, nasıl bir duyguyla yazdığımı hatırlamıyorum, bir şeylere üzülmüş ya da kızmışımdır her zaman olduğu gibi. Çok sevdiğim adamın da yazdıklarıma benzer bir sözünü okumuştum geçenlerde, şimdi bu yazıyı okuyunca hemen aklıma geldi. Bu konuda ortak bir düşüncemiz olduğunu görünce sevindim; kendi yazımdan önce onun sözlerini koyayım buraya. Ne de olsa o her zaman benden daha güzel ifade ediyor:

"Sensitivity isn't being wimpy. It's about being so painfully aware that a flea landing on a dog is like a sonic boom. "

Kırılgan olmak? Ne demek bu?
Bazı olaylar karşısında derinden sarsılan insanlar kırılgandır, bahsettiğim olaylar öyle inanılmaz büyük şeyler değil, herhangi bir şey, bir kedi sekerek yürüyor diye ya da tanımadığı bir insan ağlıyor diye üzülen insanlar kırılgandır. Bunu açıklamak hala zor, nasıl hissettirdiğini sormak lazım insanlara, onların hislerini duymak gerek, ben de açıklayamaıyorum bu duyguyu olması gerektiği gibi, oysa insan yazarken yapabilmeli bunu, duygularını tanımlayabilmeli ve sunabilmeli, ama ben duyguları anlatmaya çalışırken benzetme bulmak konusunda hep yetersiz oldum. Bu hisse yakıştırdığm kelime ise kırılganlık oldu, durup dururken aklımda birden canlanan kelime buydu. Uzun uzun tanımlayamasam da bazı kelimeler çok güçlü, anlamını, işitildiği anda karşı tarafa hissettiriyor.
Bir insana kırılmak-küsmek değil burada kast edilen, üzülmek belki, olayların üzücü yanlarını görebilmek, her şeydeki yalnızlığı ve yitmişliği görebilmek. Hayatın birçok anlamda bir pazar öğleden sonrası sıkıntısı gibi olması ve bazı insanların ne yazık ki bunun farkında olması ve sırf bu yüzden acı çekmek, dünya için yapılabilecek bir şey kalmadığını görüp, ümitsizce çabalamaya devam etmek; kırılganlık. Ve bu bir lanet, üzgünüm bunu söylediğim için ama bu gerçek bir lanet. Bence bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Bu dünyada yaşamayı imkansız kılıyor, hayatı sekteye uğartıyor, sürekli nemli gözlerle dolaşmaya ya da somurtmaya neden oluyor.

4 Ekim 2008

Sabah sabah "You give love a bad name(naeymm)" dinledim, keyfim yerine geldi. Tarhana çorbası içeceğim birazdan da. Bir cumartesi günü ancak bu kadar güzel olabilir, bir hoşluk var etrafta.

2 Ekim 2008

Farkındalık

Hızına yetişemediğim çok fazla şey var. Akıp giderlerken gözümün önünden ben mal gibi bakıyorum, anlamsız bir yavaşlığım ve kavrama geçliğim var. "Donup kalmak" deyimi benim için yaratılmış olmalı. Gidenler, terk edilenler, bakıp kalmak,susmak...hepsi benim suçum, her şey benim yüzünden. Bir kişi yaptığı ve başına gelen çoğu şeyden sorumludur zaten, sorumlu olmadığını düşünmesi saçmalığın ta kendisidir aslında, kendini kandırmanın en birinci basamağıdır. Ancak bir kere fark etti mi insan kendini kandırdığını, artık kendini kandıramaz. Çünkü kendi kendisine çok yapmacık gelir, sürekli olarak yapmacık ve sızlanan bir insanla yaşamaksa çok gıcıktır. Öyle gıcıktır ki içinden çıkarıp atmak ister o gıcıklığı, sonra bir süre kendisiyle kavga eder ve nihayetinde kendini kandırmaktan kendi isteğiyle hatta büyük bir arzuyla vazgeçer. Bence her kim derse ki "ben böyle bir şey yaşamam ben çok mantıklıyım ve her şeyin farkındayım," yalan söylemiştir. Her insan az da olsa yaşar bu süreci, çok sarsıcı olmaz belki ama yaşar. Hem o farkındalık anı olmasa insan yeniden yaşamaya nasıl başlayabilir ki, o farkındalık anı her şeyin yeniden başadığı andır, her şeyin yeniden başladığı an olmasa anlam arayışı diye bir şey olabilir mi? Peki anlam aramadan durabilir mi insanoğlu? Anlam derken dünyanın sırrını,büyük gizemleri kastedtmiyorum, herhangi bir olaydaki,durumdaki,süreçteki anlamdan bahsediyorum. Bunu merak etmeden yaşar mı insan, farkına varmadan ya da arama isteği olmadan? Sanmıyorum, yaşayan varsa da saygı duyuyorum, yapabileceğim pek fazla bir şey yok zaten. Sonuç olarak ben kendi farkındalık anlarımı yaşıyorum mütemadiyen; düşündüğüm kadar ağır da gelmiyor, hepsi benim suçum, benim suçumsa benim suçum bu kadar basit. Farklı olabilirdi belki ama olmadığı da iyi olmuş. Ben donup kalmaya devam da etsem, hızına da yetişemesem olan bitenin; benim suçum, içimdeki sızlanan insandan kurtulmaya başladığım için biraz huzurluyum, farkındalığın başladığı yerde huzur kırıntıları da su yüzüne çıkıyor galiba. Belki bunun adı büyümektir benim için, küçük bir adımla başlıyor hepsi aslında.

Fonda çalan: Roy Orbison- Dream