31 Aralık 2011

tam bir yıl sonra bile tek bir günün anısı çok kötü hissettirebiliyormuş. koskoca bir yıl geçmiş olmasına rağmen hala dünmüş gibi midem bulanıyor, gözlerim doluyor düşündükçe. yılbaşı günleri benim için chandler'in thanksgivingleri gibi olacak bence, sadece bir kötü anı yüzünden tüm konseptten nefret edeceğim. neyse ki bu akşam gerçekten çok sevdiğim, tüm hayatım boyunca yanımda olmalarını istediğim 2 mükemmel arkadaşımla gireceğim yeni yıla, aslında planım evde oturup ders çalışmaktı belki bir iki bölüm de six feet under izleyecektim ama kandırdılar beni, benim de kanasım varmış belli ki. keşke geçen yıla da onlarla girseydim o zaman hayatım boyunca yılbaşı günlerinden nefret etmek zorunda kalmazdım. gerçi hala zorunda değilim ama en azından şimdilik 1 ocak dünyanın en lanet günü.

neyse artık.


30 Aralık 2011

What Are You Doing New Years Eve?


yok böyle bi şirinlik, şu tiplere bakın yaa. sevgi patlaması yaşıyorum şu an, biri beni durdursun.
ama çok sevimliler. kedi gibiler.

28 Aralık 2011

Oyuncak Dünya*

çok ciddi dikkat dağınıklığı problemim var. evde hiç ders çalışamıyorum. mesela biraz önce ders çalışmamak için önce türk kahvesi yaptım, türk kahvesi içerken ders çalışılmaz diyip (böyle bi kural var bilmiyor musunuz?) bi bölüm friends izledim. şimdi de makarna yapıyorum birazdan da makarna yerken ders çalışılmaz diyip bir bölüm daha friends izleyeceğim. arada bu yazıyı yazıyorum bir de. beni mahvedecek şeyin procrastitation olacağını biliyorum. ben tez falan yazamam, o işleri unut sen leyla.

ders çalışmam gereken haftalar boyunca hep kitap okudum. bu arada 2 kitap bitirdim birine devam ediyorum, sanırım yüksek lisansın bana en büyük katkısı daha çok roman okumamı sağlaması oldu. en son john fante'nin toza sor'unu okudum, bitti. gerçekten beni çok etkiledi, en sevdiğim kitaplar listeme de ekledim. üzerine uzun uzun yazmak gerek tabi ama şöyle söyleyeyim kısaca; ambivalansı yazmış fante. okuyucu da okurken aynı şeyi hissediyor zaten. sevip nefret etmek arasında gidip geldim bazen aynı anda severken bi yandan nefret ettim. ne hissettiğimi bilemedim ve bariz bir şekilde rahatsız oldum. bir kitap okuyucuyu rahatsız etmeyi başarabiliyorsa bir de kitabı okurken ve bitirdikten sonra sürekli üzerine düşünme isteği yaratıyorsa o zaman ben o kitabı çok seviyorum.

sevgili dost Sinem'in bana "okuduğum hikayedeki Derya senmişsin gibi hissettim" demesi üzerine bugün hemen gidip aldım Suzan Defter'i. öyle hoşuma gitti ki bir hikayedeki karaktere benzetilmek anlatamam. herkesin bir hikayesi vardır elbet ama başka birinin yazdığı hikayedeki insana yakın olmak, ona benzemek çok farklı bir şey. çok sevdim hayali bir karaktere benzetilmeyi. sanırım bu akşam da ona başlar belki bitiririm bile. nasılsa ders çalışmak benim için geçerli bir seçenek değil, kitap okumak daha mantıklı bu durumda.

sonra bugün bir diğer sevgili dost Sinem (hepimiz sinemiz) bana Barış Bıçakçı'nın bende olmayan ve okumadığım tek kitabı Aramızdaki En Kısa Mesafe'yi hediye etti. dünyadaki en mükemmel hediyenin aslında kitap olduğunu ama insanların kendilerine kitap hediye edildiğinde mutlu olmadıklarını, alacak bir şey bulamamış o yüzden kitap almış diye düşündüklerini konuşmuştukk, üzüldük tabi bu duruma. ama bu durum bizim için hiç geçerli değil tabii, ikimiz de bize kitap hediye edildiğinde aşırı derecede mutlu olan insanlarız. aşırı derecede mutlu oldum tabi ben de bu hediyeye. en kısa zamanda da okuyup bitireceğim. gerçi Barış Bıçakçı'nın tüm kitaplarını okumuş bitirmiş olacağım o zaman ve bunu düşünmek bile kalbimi kırıyor. kim bilir bi daha ne zamana kitabı çıkar, o zamana kadar ben nasıl deli gibi özlerim. neyse şimdilik geleceği çok düşünmüyorum.

bu sıralar hugh laurie manyaklığım hortladı, youtube'dan sürekli hugh laurie videoları izliyorum, adam adeta bir ilah. hem komik hem beyefendi hem ingiliz aksanlı hem çok yetenekli falan ne bileyim bazen bir insanda bu kadar çok iyi özelliğin toplanması insanlık açısından çok adaletsizmiş gibi geliyor. ama bu tarz insanlar olmasa da kimseye hayran olamazdık, birilerine de hayran olmak lazım yani. şu videoyu da lütfen bi izleyin, dev bir kedisin hugh laurie. house da başlasa da izlesek artık yeter bu kadar ara http://youtu.be/OzmbJPMN8yA

me and you and everyone we know ve the future'ı izlenecek filmler listeme ekledim. özellikle the future'ın fragmanı çok etkiledi beni. final dönemi film dönemi olduğundan listeme çok rahat uyacağımı düşünüyorum. şu da fragman http://youtu.be/u2FuwJh8DSs

son olarak tarçınlı türk kahvesi diyorum başka bir şey demeyeceğim.

*şu anda dinlediğim şarkı, eğer cennet varsa benim cennetimde her gün yavuz çetin gitar çalacak, şarkı söyleyecek.

Hiç bıkmadığım mutlu şarkı



mutlu şarkıları seviyorum ama bir süre sonra onlardan mutlaka sıkılıyorum. genelde mutlu şarkılar benim için bir süre boyunca sürekli ama sürekli dinlediğim sonra da çok fazla dinlemekten sıkıldığım için tekrar dinleyemediğim şarkılar oluyorlar. bunun tek istisnası da flowers in the window. 10 yıldır bu şarkıyı dinlemekten hiç sıkılmadım. bir kere bile shuffleda çıktığında ee geçeyim ben bunu demedim. her dinlediğimde de gerçekten 4 dakikalığına çok mutlu, çok huzurlu hissettim. sadece travis konserinde bu şarkıyı dinlerken gözlerim azıcık doldu o da mutluluktan, sahnenin önüne gelip şarkıyı hep beraber söylemelerindeki şirinlikten. konserden sonra da artık flowers in the window'u ne zaman dinlesem o görüntü gelip beni ziyaret ettiğinden sırıtmamı engelleyemiyorum, mutluluğumu içimde tutamaz oldum. gidip bu güzel insanların yanaklarını mıncırmak istiyorum.

bir de ben bu şarkının içinde yaşamak istiyorum. bunca zaman sıkılmadıysam bundan sonra da sıkılmam. ne mutlu, ne korunaklı bir dünya olur bana flowers in the window. neden böyle imkanlarımız yok ki, bir şarkının içinde yaşamanın mümkün olacağı günlerin özlemindeyim.

there is no reason to feel bad
but there are many seasons to feel glad, sad, mad

26 Aralık 2011

Acayip hayvanlara benziyirsen!

bugün metroda adamın biri yanımdan geçerken ".......'a benzüyürsün, gerçekten" dedi. neye benziyormuşum duyamadım. adamın peşinden gidip pardon acaba neye/kime benzüyürmüşüm? diye sorma isteği geldi bi an. bi an şöyle gideyim de sorayım be nolcak dedim içimden. sonra beni sarsacak kimse olmadığından kendime bir cimcik attım napıyosun gökçe dedim, napıyosun? bi dur hele bi soluklan. laf atılmasından rahatsız olma evrelerini çoktan aşmışım, duymadığım kelimeyi sormaya gideceğim. olaya gel. işte bundan çıkarmamız gereken ders şudur ki; insanı merakta bırakmamak lazım. merak kediyi falan değil insanı öldürür. o yüzden buradan laf atmayı seven erkek arkadaşlara sesleniyorum, karşı tarafın tam anlamayacağı bir şey söyleyin ama ses tonunuzu iyi ayarlayın, şöyle merak uyandıracak bi tonda anlaşılmaz laflar edin özenle, sonra kız deli gibi merak etsin neymiş diye belki bi anlık merakla gelip sizinle konuşabilir. bence denemeye değer, zaten metroda tanımadığınız kadınlara laf atabilecek yapıda insanlarsanız bu size çocuk oyuncağı gelir. ama ben kime benzüyürmüşüm hem de gerçekten benzüyürmüşüm çok merak ettim ya.

bu şarkı da benden neye benzediğini merak edip duranlara, laf atmayı seven, bir kız görünce şarkı söylemeye başlayan ve en önemlisi yoldan geçen kadınlara korna çalmaya bayılan erkeklere gelsin hahahha



klorak satanlara benzeyirsen kısmında gülmekten nefessiz kalıyorum. çok güzel şarkı.

Köpek

bazen karşıdan karşıya geçmek için insanlarla birlikte yeşilin yanmasını bekleyen köpekler görüyorum, hatta bi keresinde ışığın altında tek başına bekleyen bir köpek görmüştüm, yeşil yanınca rahat rahat karşıya geçmişti. sanırım ben o köpeklere aşığım. eğer o köpekler insan olsalar gidip yanaklarını sıkardım, köpeklerin yanakları sıkılmaz tabi. başlarını okşayabilirim belki ama onlar yola koyuluyorlar beni mi bekleyecekler. zaten en az bi otuz saniye ışık beklemiş, ne olduğunu anlamadığı halde bir şekilde öğrenmiş arabaların herkese ve her şeye zararlı olduğunu, insanlardan da bunalmış belki, beni mi bekleyecek.

20 Aralık 2011

Yeni Yılda Tey Tey

Sevgili dostum Sam bana mim yollamış, yeni yıldan ne istiyorsun, şöyle bir sırala hatta 12 tane olsun demiş. Ben de oturdum yeni yıldan neler beklediğimi, nelerin değişmesini, nelerin aynı kalmasını istediğimi düşündüm ve 12 tane isteğim ve temennim olmadığını fark ettim. Yıllardan pek bir şey beklemiyorum zaten de genel olarak da hayatla ilgili çok bir isteğim yokmuş yani. Ne çıkarsa bahtıma şeklinde yaşıyorum herhalde, bilemedim. Neyse tabi ki istediğim, hayal ettiğim birkaç şey var ben onları yazayım bari.

1-Eylül ayında lisansta yapamadığımı yapıp erasmusa gitmek istiyorum. Özellikle İngiltere'ye gidebilme şansım olduğunu öğrendiğimden beri en çok istediğim şey bu. Beni ders çalışmaya motive eden en önemli etken bu. Cardiff'e gideyim ben bence, sevgili yeni yıl tanrıları bunu gerçekleştirirseniz efsane olursunuz nazarımda. Gitmeliyim yani bence, sonra gitmişken 10 gün Londra'da kalmalıyım, iskoçya'ya gitmeliyim hatta türkiye'ye dönmeden önce de portekiz'de erasmus yapacak arkadaşımla buluşup Portekiz'i de görmeliyim. Bunlar kesinlikle olmalı. Gerçi bu hayallerin bir kısmı 2013'e sarkıyor ama eylül'de ilk adımı gerçekleşsin diğerlerini de bir sonraki yıl için dileriz artık.

2-Yanlarındayken kendimi kötü hissettiğim insanlardan mümkün oldukça uzak durmak istiyorum. Yeni yılda değersiz hissetmek istemiyorum ve kendimi sabote eden davranışlarımdan tamamen kurtulmak istiyorum. Beni üzen insanlara "sen beni üzdün" diyebilecek bir insana evrilmek istiyorum. Çok zor bir şey bu ama olmayacak bir şey değil.

3-Çok ders çalışmama gerek kalmadan derslerden rahatça geçeyim ve ÖSYM'nin yapacağı her türlü yavan sınavdan yüksek puan alayım da önümüzdeki 2-3 yıl rahat edeyim. Yeter lan sınav sınav sınav bu da bünye neticede.

4-Yeni yılda daha çok kahve içip daha çok yemek yemek istiyorum. Başka türlü zaten yaşamanın ne anlamı var. Bir de daha çok bitter çikolata yemeye karar verdim, mutluluk sebebi bitter çikolata.

5-İnsanlar hakkında kesinlikle dedikodu yapmamaya da karar verdim zira kimin hakkında konuşsam sağda solda bi yerde bitiyorlar, gereksiz yere strese giriyorum. Paranoyak olup çıkacağım sonunda o hiç iyi olmayacak.

6-Benim maddeler istekten çok resolution tarzı oldu ama neyse artık idare edin çünkü gerçekten çok bi isteğim yok.

7-Bir de yeni yılda daha çok kitap okumak ve daha çok film izlemek istiyorum. Belki de izlediğim dizi sayısnı azaltıp yerine yıllardır izlenecek filmler listemde duran filmleri izlemeliyim.

8-Hayatımda heyecanlı bir şeyler olsun. Ne olduklarını bilmiyorum ama şöyle arada sırada vay be diyeceğim hadiseler yaşasam pek güzel olabilir. Herhangi bir şey de kazansam güzel olur. Şöyle havadan para yağsa mesela sevmediğim hiçbir işte çalışmak zorunda kalmasam.

9-Böyle yani daha da çıkmıyor.Üzüntüsüz bir yıl olsun en önemlisi kimse ölmesin herkes sağlıklı olsun. Herkes sevdikleriyle birlikte olsun. Zaten gerisi bir şekilde gelir herhalde.

18 Aralık 2011

Ho Hey



böyle şarkılara çok ihtiyacımız var. ne mutlu ne şirin. ho hey diye bağırmanın eğlencesi de bambaşka.

16 Aralık 2011

Tren

çoğu zaman bitirmenin başlamaktan daha zor olduğunu düşünüyorum ama bazı zamanlar başlamak öyle zor ki, bir yazıya bile başlayamıyor insan. ilk cümleyi bulamıyor mesela son cümlesi aklındayken. içinde bulunduğum durum tam olarak bu. bir şeyler yapmak istiyorum ama başlayamıyorum. sanki sürekli görünmez bir duvara tosluyorum. gün içinde tek istediğim eve gelip bilgisayar ekranına bakmak, mümkün olan en az seviyede hareket etmek ve mandalina yemek. ekranda birileri hareket ediyor, birileri şarkı söylüyor ve ben onlara bakıyorum. çok az tepki veriyorum, tepki vermeyi bile başlatamıyorum. gülmüyorum mesela çok komik hadiselere. çok komik olduğunu fark edebiliyorum ama gülmeyi başlatamıyorum. bilgisayarın renginden, şeklinden, arka planda oynayanlardan sıkıldığımda masamın üzerinde bir yığın halinde duran kitaplarıma bakıyorum. okusam diyorum, herhangi birini, hangisi olduğu da fark etmez. kitabı elime alıyorum, kapağına bakıyorum sonra yavaşça masaya bırakıyorum. okumaya başlayamıyorum. oysa eminim ki o kitaplarda benim gibi karakterleri anlatacak yazarlar, belki de bana hiç benzemeyen insanları. en azından bir hikayeye başlamış olacağım, bir hikayeye tanık olacağım. olamıyorum. bu yazıyı bile yazmaya başlamam saatlerimi aldı. yazmak istiyorum, inan istemediğimden değil blog , neden bu haldeyim bilmiyorum. bazen başka şeyler de istiyorum. hiç olmayacak şeyler. herhangi bir insana saatlerce sarılmak istiyorum mesela, hiç konuşmadan, sadece saatlerce sarılmak, sarılarak uyumak. dünya yıkılsa bana bir şey olmazmış gibi hissetmek, canımı acıtacak kadar sıkı sarılmak istiyorum. bazen inanılmaz bir fiziksel izolasyon içinde olduğumu hissediyorum, o kadar zor ki bunu anlatmak, sanki buharlaşmak üzereyim, sanki etten kemikten değilim, sanki yokum. sanki hiç olmamışım. bu sıralar eksikliğini hissettiğim şeyler var, ne olduklarını bilmiyorum. anlayamıyorum ama çok yanlış bir şeyler var. sanki olmaması gereken bir şey oldu sanki bir şey birden bire ortadan kayboldu veya zaten hep kayıptı, ben yeni yeni anladım yokluğunu. bazen herhangi bir canlıyla iletişim kurmak istiyorum, anlaşılmak istiyorum. söylediklerim o canlı için anlamlı olsun, hatta konuşmamam bile anlamlı olsun istiyorum. insanların duygularını görebilmek istiyorum.onların duygularını sevmek istiyorum. sevilmek istiyorum, nedensiz.

12 Aralık 2011

"too much change is not a good thing. ask the climate."*

bence en kötü şey arayış içinde olmak. bir şeylerin eksikliğini hissedip hatta neyin eksikliğini hissettiğini bile anlamadan öyle durmadan aramak çok yorucu. her şey tam olsun da demiyorum, sadece eksik olduğunu hissetmeyeyim diyorum. çok şey mi istiyorum ne bileyim.

eskiden yolda yürürken kimsenin yüzüne bakamazdım, şimdilerde neredeyse herkese tek tek bakıyorum, hiç çekinmeden. baktıkça bakasım geliyor üstelik. eskiden neden korkuyormuşum acaba insanların suratına bakmaktan, hiç anlayamıyorum. hatta metroda karşımda oturan insanlara bile baktığım oluyor. yürürken baktığım kadar değil tabi. yürürken geçip gidiyorlar neticede, karşımda uzun süre oturuyor olmaları hala biraz stres faktörü. ama insanları izlemek güzel. yürürken kafamın içinde hikayeler yazmamı kolaylaştırıyor insan yüzleri.

ders çalışmam lazım sanırım. anne benim çok çalışmam lazım. eğer seneye cardiff'e gitmek istiyorsam şimdi bu bir ay ciddi ciddi çalışmalıyım. sorun şu ki çoook sıkılıyorum ya. inanılmaz sıkılıyorum. hiçbir zaman uzun süreler boyunca ders çalışmadım zaten ama yüksek lisans bambaşkaymış, keyfimin kahyasına sabah akşam işkence etsem az gelir yani. artık ankara'nın çeşitli kütüphanelerine yayılırım. tebdili mekanda ferahlık ararım. bir gün bir kütüphane ertesi gün bir başkası. böyle böyle geçer zaman. bir de istatistik olmasaydı, hoca bugün sınıfın tamamı kalıcak galiba demeseydi. böyle böyle şeyler.

okunacak da ne çok kitap var, zaten ne zaman ders kitabı okumam gerekse sanki zamanımı gereksiz bir şekilde harcıyormuşum gibi hissediyorum. öyle mükemmel romanlar okunmayı beklerken siyasetmiş, kamuoyuymuş, istatistik kitabıymış falan, ne saçma. sahilde kafka bitmeyi bekliyor mesela. sanırım yarı yıl tatilini bekleyecek, biraz daha dayan sahilde kafka.

zooey deschanel ve ben gibbard ayrıldı ya şimdi, üzüldüm be (bana ne oluyosa), ne de güzel uyumlu çift falan diyordum. bu dünyada öyle bir şey yok galiba. sonra aklıma şu geldi, bundan sonraki albümlerinde ayrılıkla ve birbirleriyle ilgili şarkılar yapacaklar mı? ben onların şarkılarını dinlerken psikopatça birbirlerine söylemiş olabilecekleri cümleleri bulup anlamaya çalışacak mıyım? zooey kimle çıkmaya başlayacak, kim olacak o şanslı adam. böyle de magazinsel bir insan olurum anında.

günlük yazmaya mı başlasam. yaşlanıyorum artık hatırlayamıyorum birçok şeyi. gerçi hayatımın eğlenceli kısmının yavaş yavaş bitip sıkıcı ve yaşlanmalı kısmının başladığı bu günlerde günlük yazmaya başlamak saçma olabilir. bence insanlar çocukken kesinlikle günlük yazmalı. eh be aptal çocuk gökçe, neden hiç aklına gelmedi bu. neyse belki yazarım günlük bundan sonra. 23 yaşından sonra başımıza bi de günlük çıkardı derler hakkımda.

yine friends izlemeye başladım. sanırım mutsuzum. mutsuzluğumun derecesini friends izleme isteğimdeki artışın miktarına bakarak anlayabiliyorum. son günlerdeki durum; vahim.

en sevdiğim müzik blogu fuel/friends bir sonbahar mixi paylaşmıştı geçenlerde. yani geçenler dediysem o kadar da yakın bi zaman değil, artık ciddi kış geldi tabi ama öyle güzel bir mix olmuş ki sonbahar-kış-ilkbahar boyunca durmadan dinlemek lazım. bence bi dinleyin.

* bir michael scott cümlesi. evet kendisiyle kafayı bozdum. çok seviyorum. dizi karakterlerine bağlanmaktan vazgeçtiğim gün büyümüş olacağım sanırım.

6 Aralık 2011

"buradan dışarı çıkmanın bir yolu olmalı" dedi soytarı hırsıza.

bazen birileri yavaşça yaklaşır yanınıza, fark ettirmeden, tarihçenizde yer edinirler bir şekilde. belki de hayatları boyunca birçok kez yaptıkları bir şeyi yaparlar, belki alelade bir cümle kurarlar. onların dünyasında bunların hiçbir manası yoktur, sıradandır her şey, her zamanki halleridir. belki bir başkasına da aynı şekilde davranacaklardır. ama insanın şu öznelliği yok mu onun gözü kör olsun; birileri için sıradan olan şey bir başkası için hep olağanüstüdür, anlatılmaya ve hatırlanmaya değerdir. üstelik hatırlamak herkese eşit derecede acı da vermez. kimisi gülüp geçer, kimisi bir kitabın satır aralarında yakalar o ayrıntıları ve hatırlamak kelimesi üzülmenin yerine geçer birkaç dakikalığına. sanki farklı şeylermiş gibi kandırırız kendimizi. daha fazla üzülmüş olmayalım diye, daha fazlası mümkün değilmiş gibi gelir ya ondan hep. kırık tarihçemin çetelesini tuttum bugün, veciz sözleri okuyup bitirdikten sonra. "en az yaşanan en çok hatırlanır" demiş bir yerde, oraya takılıp kaldım. bir kitabın çağrışımları bambaşka olabiliyor. geçmişe dönüp bakmaya zorladı beni barış bıçakçı, yine.
sinemaya gittiğimizde bir twix alıp twixinin benimle paylaştığı an sevmeye başladığım bir insan vardı mesela. ilk o geldi aklıma. twix'in benim için sinemayla eşleşmiş bir şey olduğunu bilmiyordu, hiç söylememiştim, sonra iki tane yerine bir tane alıp paylaşmayı sevdiğimi de söylememiştim ama o bilmişti. onun için sıradan olan bir, sinemada çikolata yeme hadisesi benim için kafamdan asla silinmeyecek bir anıya dönüştü. ne gereği var sanki, kimin ihtiyacı var böyle bir anıya. kimsenin ihtiyacı yok tabi ama gel sen bunu hafızaya anlat. sonra martılardan korktuğunu söyleyen ve ninja kaplumbağalar üzerine konuşmayı seven bir insan tanımıştım. martılardan korkması çok değişikti, neden korktuğunu ve martıların neden korkunç olduğunu da anlatmıştı bana. bir insan size bir korkusunu anlattığında onu nasıl sevmezsiniz ki zaten. onu seversiniz, korkusunu bile seversiniz. bazen insanlar sadece korkulardan meydana gelseydi diyorum o zaman onları hep sevebilirdik. bir diğeri odama girip, "senin ne çok rujun varmış" demişti ojelere bakarak. sonra da "pardon ya bunlara oje deniyor değil mi, ben hep karıştırım ikisini" diyip gülmüştü. kitaplığın önündeki fotoğrafa bakmıştı uzunca, o fotoğrafta nerede olduğumu sormuştu. sonra da "hadi açsın sen gel pizza yiyelim" demişti ya da ona benzer bir şey. hepsi bu. hepsi hepsi bu. şapşal bir tavır. şimdiyse geriye dönüp bakıyorum ve görüyorum ki bu insanlarla ilgili aklımda kalanlar sadece bunlardan ibaret. onların sıradan davranışlarına, sıradan cümlelerine yüklediğim anlamlar. o an yüzlerine bakıp belli belirsiz gülümsemem. tanıdıklık hissi, "ben bu insanı severim bence, sevdim bile hatta" duygusu. elimizde kalanlar bunlar işte. beğendiniz mi, beğenmediniz tabi. işin dramatik tarafı ne biliyor musunuz; bu insanlarla ilgili meseleleri uzun süre içimde taşıma nedenimin tam da bu ayrıntılar olması. sadece bunlar yüzünden uzun zaman üzüldüğümü ve onları özlemeyi sırf bunlar yüzünden bırakamadığımı düşündüğümde durum çok vahim görünüyor. ne ki bunlar diyebilirsiniz, haklısınız da bir şey değiller. ama sanıyorum ki ben herhangi bir insanı öyle bir anda sevebilirim. tek bir cümlesi, tek bir hareketi için. bir şarkıyı sevdi diye sevebilirim birini, kahve üzerine konuştu diye, yazı yazmayı seviyor diye. çantasında kitap taşıyor diye... benim kafamın dışındaki dünya da böyle bir yer olabilseydi keşke. keşke başka insanlar da birbirlerini bu kadar kolay sevebilselerdi. daha hiç konuşmadan birbirlerini sevmeyeceklerini düşünmeselerdi. önyargı bariyerine takılmadan bakabilselerdi başkalarına. bu kadar çok duvar olmasaydı aramızda. ya da neyse ne. yine imkansız isteklerin, cevapsız soruların peşine düşmüş gidiyorum. neyse işte.

yazıyla alakasız olabilir ama bunları yazarken kafamda çalan şarkı buydu. mükemmel bir şarkı tabi, alakasız olması mükemmeliğinden bir şey götürmüyor.

1 Aralık 2011

Veciz Sözler

"Bir gün Hasan Kale'de bana, yalnızca yirmi bir yıl yaşadığı halde nasıl olup da binlerce yıl sevgisiz kalmış gibi hissettiğini sormuştu. Yanıt olarak gidip sarıldım ona. Kollarıma güvenirim, sıskanın teki de olsam!"

"Nesteren seni tanıyalı bir yıl bile olmamışken nasıl oluyor da binlerce yıldır sevgine hasretmiş gibi hissediyorum?"

"Bir kere Sulhi çok ama çok sevilmek istiyordu. Bu dünyada, en azından gezegenimizin bu yarıküresinde, çok sevilmek isteyenleri kimse sevmiyor. Acı ama gerçek bu!"

"Herkesin içinde bir ölü taşıdığı söylenir. Felsefenin, edebiyatın humuslu topraklarında yeşeren bu cümleye bir itirazım yok elbette. Ama şuna ne buyrulur: Sulhi artık nasıl bir diyalektik haltsa bu, içindeki ölüyü taşıyamıyor, sık sık düşürüyordu."

"Sulhi şöyle böğüre böğüre ağlamak istedi. İnsanlığın durumu hiç de iyi değildi, onu düştüğü yerden kurtarmak gerekiyordu. Tanrı, eğer varsa, bir iyilik yapıp bütün kullarının kulağına hiç durmadan "Sen değerlisin, sen değerlisin!" diye fısıldamalı, sırtını sıvazlamalıydı. Her türlü din insanın kendisini önemli bir varlık olarak hissetmesi için uğraşmalıydı. Arkadaş toplantılarında şiir okumak yasaklanmalıydı."

Barış Bıçakçı.