28 Eylül 2008

Casusluk Kariyeri İçin İlk Adım

Birbirini hiç tanımayan iki insanın ilk defa buluşmaları hep ilginç gelmiştir bana. Oldukça fazla cesaret isteyen çok riskli ve stresli bir iş. Karşıdaki kişi umduğun gibi- anlattıkları gibi çıkmayabilir, ya da tam olarak hayal ettiğin gibidir ama bu sefer de sen onun hayal ettiği gibi değilsindir. Aslında bu çoğu zaman olan bir şey ama şu ingilizcede "blind date" olarak adlandırılan durumlar için daha da hayal yıkıcı olsa gerek. Ben bugün bu buluşmalardan birine şahit oldum. Bir arkadaşım daha önceden hiç görmediği hatta adını bile yeni öğrendiği bir çocukla buluştu, ben de hayatımda ilk defa gerçek anlamda casusluk yaptım. Uzaktan baktım çocuğa, sonra da görüşlerimi mesaj olarak arkadaşıma ilettim. İşin garibi ben tam mesaj yazmak için bir köşede durmuş beklerken, ikisi birlikte yanımdan geçtiler. Ben tabi ki ikisini de tanımadığım için(!) dönüp bakmadım, içimden sırıtmayı denedim ama çok garip hissettim, aynı zamanda çaktırmama konusunda çok başarılı olduğumu kendime ispatlamış oldum.Soğukkanlıymışım. "Sen çaktırmazsan bir şey olmaz" diyen canımcım da gördü ki çaktırmadım :) İlginçti kısacası, gözetleme kariyerimin en somut adımlarından biriydi, gün geçtikçe ilerliyorum bu yolda, Gurme, yapımcı, bar sahibi filan olmazsam stalker olacağım ya da özel dedektif, zevkli işler bunlar, birilerinin yapması lazım.

26 Eylül 2008

Yağmurlu Akşam

Yağmurlu akşamlarda hep sevilmek isterim.Hiç gelmeycek insanları özlerim. Bu akşam da otobüsün buğulu camından dışarı bakarken tam anlamıyla kendi hayatıma bakıyormuşum gibi hissettim. Hep buğuların arkasından görünen, netliğin ve beklenenlerin hiç uğramadığı bir hayat... Daha küçük ve anlamsızca romantik olduğum zamanlarda olabilecek güzel şeylerle ilgili hikayeler yazardım aklımdan. O hiç gelmeyecek insanlar hikayelerimde hep en olmadık yerlerde karşıma çıkardı, hissedebilirdim sevildiğimi ve fonda mutlu bir şarkı çalardı. Şimdi ise bir blues şarkısının içinde tek başıma yaşıyor gibiyim, hayatın daha gerçek bir yanını gördüm sanki ve hikayelerim yalnız kaldı, belki de hiç yazılmadı. Yağmurlu akşamlarda yalnız olmamalı insan, en azından içinde yalnızlık olmayan hikayeler yazabilmeli. Siyah bulutların üzerinde oturabilen insanlar hayal etmeli, çocukken benim yaptığım gibi. Yağmurlu akşamlarda ıslanan hayat üzerine düşünceler; ölüm, kötülük, çaresizlik ve mutsuzluk üzerine olmamalı, arındığını hissetmeli insan yağmurlarda, yeni bir günün geleceğini, rüzgarın taşıdığı yağmur damlalarının birileri için umut barındırdığını düşünmeli... Ama ben yağmurlu akşamlarda hep karışık olurum, üzüntü hissederim biraz nedensiz yere, hüzünden keyif alırım ve gelmeyecek insanları özlerim. Silik birkaç çocukluk anısı düşer aklıma; Ankara'nın gri taşlı bir sokağında ben annemin elinden tutmuş yürürken görürüm kendimi, sevilmek isterim biraz da. Olmasaydı ya yağmurlu akşamlar halim nice olurdu, kim bilir??

24 Eylül 2008

--------------- ******* ---------------

Her biri birer kaya ağırlığında olan güzide ders kitaplarımla resmen aşk yaşıyorum.Bu kadar ağır ve kilosuyla doğru orantılı fiyatlara sahip ders kitaplarını böyle sevip, sahipleneceğimi hiç düşünmezdim ama hayat bu işte süprizlerle dolu hatta daha klişe olmak gerekirse (neden gereksin) her şey mümkün. Bu yıl tam bir inek olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyorum,halimden de memnunum. Bilim aşkıyla yanıp tutuşan bir insan kıvamına geldim sonunda, daha ilk günden kişilik ve anormal psikolojisi kitaplarımın ilgili bölümlerini okudum, durduramıyorum kendimi birazdan ilgisiz bölümlerini de okuyacağım. Hatta utanmadan geçen yılın kitaplarında araştırma konumuzla ilgili tarama bile yapacağım. Gözlüğüm başımı ağırtmasın da rahat rahat okuyabileyim istiyorum,öyle yavan isteklerim var şu an için.

Bugün alışverişe gittim, üstüme başıma bir şeyler alayım diye, ama hiçbir şey bulamadım. Ya tüm giyim markaları zevksizleşti ya da ben. Hiç mi bir şey beğenemez insan, mağazalarda kızlar ellerinde bir sürü şey heyecanlı heyecanlı alışveriş yapıyorlar, deniyorlar, alıyorlar, bense sadece bakıyorum ve tiksiniyorum. Sanırım paramı bu çaputlara vericeğime 2 dvd 2 kitap alırım en azından bir işe yarar düşüncesiyle gezince mağazalarda, bir şey beğenemiyor insan. Ancak gerçekten başka bir isyanım daha var ki iki gıdımlık bez parçaları bile ne kadar pahalı olmuş arkadaş, kazaklara filan zaten yaklaşılmıyor. 2 kazak 2 gömlek alsa insan ayın yarısı aç oturmak zorunda kalabilir. Ya da ben harbiden parama kıyamıyorum, anlamadım gitti. Şimdilik eskilerle idare edeceğim gibi duruyor, ilerleyen günlerde yeni bir şeyler almayı tekrardan deniyebilirim.

How I Met Your Mother süper döndü, 3 kere izledim ama doymadım, artık 2. bölüm gelene kadar izlenme sayısı 10a falan çıkar:) Bu yıl da Emmylerde Neil Patrick Harris'e ödül vermedikleri için sinirliyim, hem de çok sinirliyim, zaten Hugh Laurie'ye de ödül vermediler ayıp bir şey yani artık.

22 Eylül 2008

How I Met Your Mother Üzerine Tahminler, Beklentiler, İstekler ve Heyecan*

Malumunuz dünyanın en güzel televizyon dizisi How I Met Your Mother'ın 4. sezonu bugün başlıyor ya ben de bir HIMYM yazısı yazayım dedim, blogum şenlensin, güzelleşsin. 3.sezonda neler oldu 4. sezonda neler olacak çerçevesi etrafında bir şeyler karalamak istiyorum.
Üçüncü sezona sondan bakacak olursak galiba sezonun en ilginç olayı Barney ile Robin arasındaki yakınlaşmaydı, beklenmeyen bir şey değildi bu aslında dizinin sevenleri tarafından çünkü 3 sezon da Barney-Robin uyumu üzerine bölümler izlemiştik, bazen yakıştırmıştık. Dördüncü sezon içinse benim tarafımdan en çok merak edilen konu Barney'nin Robin için yapacakları, değişimleri, hislerini nasıl ifade edeceği Robin'in Barney'nin duygularına nasıl karşılık vereceği ve tabi ki Ted'in vereceği tepkilerdir. Sanırım dördüncü sezonun çekirdeğini belirleyecek konular bunlar olacak. Pek tabi ki bunların yanında sezonun başında Ted-Stella maceraları izleyeceğizdir ancak kendisinin anne olmadığını düşündüğüm için sezonun ortalarına doğru Ted ve Stella ayrılacak Ted yine bir saçmalama dönemi yaşayacaktır. Yani bu benim öngürüm ilerleyen haftalarla belgeleriyle ahanda yazmıştım diye sizleri bu yazıya yönlendiririm :)
Üçüncü sezonda anne göndermelerini fazlasıyla izledik, senaristler belki de düşen reytinglerin etkisiyle anneyle ilgili gizemler yaratmaya başladılar aslında iyi de oldu, yeni sezonda da bu şekilde gideceklerini tahmin ediyorum. Belki bu sezonun son bölümlerinde anneyle ilgili çok önemli birkaç ipucu verebilirler bize yine de 4. sezonun herhangi bir kısmında anneyle tanışacağımızı düşünmüyorum.Gelelim Victoria olayına; bu sezon Victoriayı görmek beni şaşırtmayacaktır hatta Stella-Ted ayrılığının nedeni olabilieceğini bile düşünüyorum Victoria'nın gelişinin.Belki de hiç gelmez Victoria ama tedmosbyisnotajerk.com diye bir site açtığından mütevellit kendisinin yakışıklı mimarımızı unutmadığını varsayıyorum. Bu sezon olabilecek en kötü şey ise Marshall ve Lilly'nin taşınmaları olur. Eğer yamuk apartmanlarına taşınırlarsa o dinamik bozulur gibime geliyor ki bence senaristler bunu düşünüp ev işini ertelemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Ayrıca evli çiftimiz bir bebek sahibi olurlarsa da yanlış olur gibi görünüyor, bu şekilde korumaları lazım olayı, çünkü himym arkadaşlık çerçevesinde dönen bir dizi durup dururken bir aile sitcomuna çevirmenin alemi yok. Bu kadro ve işleyiş bozulmasın. Yeni sezonda da dizide konuk oyuncular görecekmişiz, Stella'nın kardeşini görcekmişiz mesela, yine aralarda meşhur isimlerle süslerler gibime geliyor. Bu güzelim diziyi Britney Spears konuk oldu diye izleyen bir sürü insan olmuştu geçen yıl, onun olduğu bölümlerin oldukça yüksek reyting alması beni çok sinirlendirmişti ama napalım. Dizi yayından kalkmasında ne kadar yavan insan varsa bir görünsün,razıyım yani. Güzel bir dördüncü sezon olsun, -tersi pek mümkün değil aslında söz konusu How I Met Your Mother olunca.- Heyecan yaptım, oturdum makale gibi HIMYM yazısı yazdım. Anca yarın akşam izleyebileceğim, saatleri sayıyorum anlayacağınız.


* Başlığı da makale başlığı gibi oldu valla:)

20 Eylül 2008

İşte bu adamı seviyorum ben, 5. sezon da süper başladı. Haftada bir izlemeye nasıl alışacağım, hiç bilmiyorum.

19 Eylül 2008

Başlangıçlar heyecanlı oldu bu sefer.

Hırka giyiyorum uzun zaman sonra.Okulun başlamasıyla soğukların başlaması aynı zamana denk düştü bu yıl ki iyi oldu çünkü ben soğuklarda ders çalışabiliyorum. Kendime söz verdim zaten çok ders çalışacağım diye (her yıl verilen ve tutulmayan sözlerden değil bu sefer). Hava da benden yana, ders çalışsın bu insan yeter ki demiş olucak ki böyle bir düzen kurmuş. Hem ben bu dönem çok seveceğim okulu çünkü çok muhteşem derslerimiz var, iki yıdır bekliyorum bu zamanı. Sanırım her şey güzel olacak benim için, öyle hissediyorum nedense durduk yere. Olumlu bir insan mı olmaya başladım bilemiyorum, öyle bir anlık bir şeydir belki ama sanki kapılar bana açılacakmış gibi geliyor, iyi şeyler gelmek üzereymiş gibi geliyor. Yanılma ihtimalim yüksek ama 40 yılda bir hissettiğim bir duygunun da peşinden giderim arkadaş, kendime güvenim geldi, her şeyi başarabilirmişim, her istediğimi yapabilirmişim gibi. Tüm bunların hırka giymemle ne alakası var bilmiyorum ama yazının ilk cümlesi bu ne yapayım. Ha birde bugün benim bir dj edasıyla tüm dünyaya şarkılar armağan edesim var. Çok güzel şarkılar dinliyorum ya tüm dünya benimle birlikte dinlesin istiyorum valla billa. Mesela tüm dünya bağıra bağıra "*Love is Noise"u söylesin istiyorum, yollarda,evlerde her yerde insanlar, ya da küçük tahta masalı bir kafede kahvemi içerken "**Passing afternoon" çalsın herkes hüzünlensin istiyorum, etrafta kahve kokusu olsun. Okulda soğuk ve yalnız bir koridorda yürürken "***not as we" çalsın başka bir koridorda benim gibi yalnız yürüyen bir insanla paylaşalım bu şarkıyı istiyorum. Yürümek, koşmak, alışveriş yapmak, kitap okumak ve dizilerin yeni bölümlerini izlemek istiyorum. Yenilikleri iyice sevmeye başladım, değişim belki gerçekten mümkündür.

*The Verve
**Iron & Wine
***Alanis Morissette

13 Eylül 2008

I Want To Change The World Instead I Sleep*

Sırf hava güzel olduğu için kendini iyi hisseden insanlar var. Ben anlamıyorum bunu, nasıl oluyor, ne gibi bir mekanizmadır ki bu güneşli gün görünce "evet ben iyiyim" diyor insanlar. O gün televizyonda sunucu konuğu olan kişiye nasılsınız diye sordu, kadın da "hava güzel bugün,iyiyim" diye cevap verdi. Şimdi nasılsınız sorusuna verilecek cevabın içinde havanın güzelliğinin ne işi/önemi var? Benim için bir önemi yok şahsen, kendimi kötü hissettiğim zaman güneşli havadan da, soğuk havadan da nefret ederim. Ayrıca nasılsınız diye sorduklarında, havanın şeklinden şemalinden bahsetmem ve çok daha önemlisi cevabı "iyiyim, kötüyüm, bilmiyorum" olabilecek bir soruya "Teşekkür Ederim" şeklinde cevap da vermem. Şu hayatta en gıcık olduğum ve nedenini bir türlü anlayamadığım gizemlerden birisi de insanların "nasılsınız" sorusuna sadece "teşekkür ederim" diyerek cevap vermeleridir. Hani "iyiyim, teşekkür ederim" deseler anlayacağım, ama yok illa ki kibarlıktan ölecek ve soruya o soruyla ilgisi olmayan bir cevap vereceklerdir. Ben istemiyorum böyle insanları, ne sorduysam ona cevap versinler. Havanın güzelliğinden banane ben senin nasıl olduğunu soruyorum, ya da iyi mi kötü mü olduğunu söylemeden ne diye bana teşekkür ediyorsun, anlamıyorum ki ben, İletişim basit olmalı, her şeyi karmaşıklaştırmaya gerek yok. Herkesin karşısıdnakine kibarlık saçmalıkları olmadan, düşündüğünü söylediği bir dünya hayal ediyorum, evet benim ideal dünyam böyle olurdu, ah hayalperest ben, dünyamızın çok daha önemli sorunları var değil mi, bu saatte taktığım şeye bak? Bir de bugün emniyetin duvarında yazan "herkesin polisi kendi vicdanıdır" yazısına çok pis taktım, acayip bir analizim bile var bununla ilgili ama yapmayacağım, sadece kendim sinir oluyorum. Dünya dönemeye devam ediyor, ve değişim lanetlenmiş olmalı ki kimse buna yanaşmıyor, ya da ben dengemi kaybettim bir kez daha,yine, yeniden...

Ingrid Michaelson- Keep Breathing

8 Eylül 2008

Hiçbir şey hissedemiyorum, uyuştum, beynim uyuştu. Hissedemediğim zaman hiçbir şey yazamıyorum, konuşamıyorum, hatta düşünemiyorum. Nedenini bilmediğim bir yorgunluk var üzerimde, kocaman boşluklar, hissizlik, duygusuzluk, güçsüzlük... Mutsuzluk bile diyemem çünkü hissedemiyorum, gelecek planları yapamıyorum, umut barındıramıyorum, düşünemiyorum. Yürüken kafamı kaldırıp ne oluyor,bitiyor diye bile bakmak istemiyorum.Tüm bunların içinde yaşamaya çalışırken biraz olsun kendimi iyi hissetmek için hiç durmadan Jeff Buckley'nin şu sözlerini okuyorum:

"Life should sparkle and rush, burn with fire, hot like melting steel, like freeze-burn from a comet. Be seriously involved with growing, with your own development, and never fear. Be the kind of person who is naturally powerful, positive, ingenious, open, to the highest degree, but with no interest in coersion or pressure or power over other people. That kind of power is hollow. It contains nothing and brings you nothing in the long run. BE THE BEST. NO NEGATIVITY, NO WEAKNESS, NO ACQUIESCENCE TO FEAR OR DISASTER, NO ERRORS OF IGNORANCE, NO EVASION FROM REALITY. "

4 Eylül 2008

Gregory House Benim Ol!!!

Bugün yeni bağımlılığımdan bahsedeyim istedim biraz. Bendeniz yine kendim için tüm uygun koşulları yaratarak bir dizinin daha bağımlısı olmuş bulunmaktayım. Ne olacak benim halim bilmiyorum, iyi bir izleyici olmanın acılarını çekiyorum.Tüm süpergüçlerim içinde bahsedilmeye en değer olan seyretmek-izlemek (ki bu ikisi farklı şeylerdir) eylemlerinin ikisinde de çok ama çok başarılı olduğum ve sevdiğim şeyleri aşırı sahiplenmek gibi bir başka süper gücüm de olduğu için, işte böyle diziler olsun efenime söyleyeyim filmler olsun,tv programları olsun hatta ve hatta gerçek hayattan insanlar olsun bağlanırım ben, severim vesaire. Bir de asıl yazmak istediğim şeye bir giriş yapabilsem dünyada yaşayan en mükemmel insan olabileceğimi hissediyorum, pardon ikinci en mükemmel çünkü birincinin barney stinson olduğunu herkes biliyor, onunla herhangi bir yarış içine girmeyi hiç mi hiç istemiyorum. Neyse bu uzun ve gereksiz girizgahtan sonra söylemek istediğim ilk şey Gregory House benim ol! evet çok yavan bir cümle kurduğumun farkındayım ancak hislerimi laf salatası yapmadan kısaca özetlemek istedim. (peh:))

House MD benim yeni bağımlılığım. Bir diziden aradığım her şeyi fazlasıyla barındırıyor, iyi bir senaryo, sürekli yüksek bir tempo, çok iyi yazılmış diyaloglar-bu konuda House'un üstüne pek tanımıyorum- iyi oyunculuk-bu konuda da Hugh Laurie'nin üzerine tanımıyorum ki bu sadece benim görüşüm değil kendisinin aldığı altın kürelere ve emmy adaylıklarına bir göz atabilirsiniz- ve daha fazlası. Hastane dizileriyle de baya bir muhattap olmaya başladım, önce Scrubs sonra Grey's Anatomy şimdi de House. House'ın yeri çok ayrı ama şimdiden; şimdiden dediğim henüz ikinci sezonu izliyorum ve 5. sezon başlamadan hepsini bitirmeyi planlıyorum ki bu konuda da oldukça iyiyim, çünkü tatildeyim ve dizi izlemekten başka bir şey yapmıyorum, acayip de mutluyum, zamanımı boşa harcadığımı filan da düşünmüyorum artık, zaman denen şey zaten büyük bir yanılgıdan ibaret, ayrıca kendimi mutlu eden şeyi yapıyorum kendime ya da başkalarına yararlı olmak gibi bir sorumluluğum da yok, ben ve dizilerim mutluyuz, saatlerce otururum başında oh, Doktor Housela mutlu mesut saatler geçiririm.Doktor House demişken Hugh laurie Gregory House rolünde çok başarılı, sadece mükemelle yakın konuştuğu amerikan aksanı için bile tebrik edilmeli çünkü kendisi britanyalı. Ben şahsen kendisinin televizyon tarihinin en karizmatik insanlarından biri olduğunu düşünüyorum, aynı zamanda çok muhteşem bir oyuncu olduğunu da düşünüyorum ve tüm bunların dışında hayatımda gördüğüm en mavi gözlere sahip bu insan gözlerini açıp baktığı zaman acayip bir mutlu oluyorum. Diziden çok Greg House'dan bahsettiğimin farkındayım ama dizi zaten Greg House, adı üstünde, karakter odaklı bir dizi sonuçta ve bence House'u güzel kılan da kesinlikle bu. Zaten karakterler bu kadar ön planda olmasaydı birsürü tıp bilgisinin arasında ne oluyoruz diye bakakalırdık, ama karakterlerin davranışları,kişilikleri ve birbirleriyle olan ilişkilerine dayalı olduğu için dizi, çok karmaşık tıbbi bilmeceler bile (hiçbir şey anlamadığım halde) beni heyecanlandırabiliyor. Onun dışında Wilson karakterini oynayan Robert Sean Leonard'ı da çok başarılı buluyorum, özellikle dizideki House-Wilson diyalogları inanılmaz güzellikte,çok zekice ve eğlenceli. Ayrıca bu dizi de çoğu Amerikan dizisi gibi bir cast harikası, tüm elemanlar hoş ve uyumlu, kısacası House'daki her şey mükemmel. İzlemiyorsanız izleyin derim başka da bir şey demem. (övgülerle doldurdum yine)

1 Eylül 2008

Bir Karmaşa Var Ortada.

Ben konuşmaya çok erken başlamışım, cırcır konuşurmuşum hem de çok düzgün bir şekilde, öyle kelimeleri yanlış söyleyen çocuklardan biri değilmişim annemin dediğine göre. Mustafa'ya ve yumurtaya Mutata dememden başka benim ağzımdan kolay kolay bir kelimenin yanlış versiyonları çıkmazmış. Konuşur, uzun cümleler kurar, sonra ezberlediğim telefon numaraları sayesinde halamı ve dayımı arayıp tüm gün neler yaptığımı bıcır bıcır anlatırmışım. İşte taa şu hayattaki ilk yıllarımdan beri kelimeleri arası iyi olan ben kendimi bildiğimden beri gitar-raket, patates-mısır ve kaplumbağa-kurbağa kelimelerini hep karıştırıyorum. Her seferinde birini diğeri yerine kullanıyorum. Mesela "tavuğun yanında patates vardı" demeye çalıştığımda ağzımdan istemsiz olarak "mısır vardı" çıkıyor. Kaplumbağa-kurbağa olayı daha bir ilginç;gördüğüm hayvanın kurbağa olduğunu biliyorum, beynim, onu görünce hemen gerekli kodlamaları yaparak o hayvanın kurbağa olduğunu anlamamı sağlıyor ama ismini söylemeye kalkınca bir saniyelik tereddüt ile kaplumbağa diyiveriyorum. Bazen bunu yapmamak için kendimi zorluyorum ve cümlemi yarım bırakıp 3-4 saniye bekleyip zorlana zorlana kurbağa lafını çıkarabiliyorum. Gitar-raket ise en beteri, hayatımı karartan şey, en çok karıştırdığım kesinlikle gitar ve raket ikilisi. Her iki nesneyle de fazlasıyla muhattap olduğum halde sürekli yapıyorum bunu. Tenis oynarken kaç kere "raketi versene" diyeceğime "gitarı versene" dedim, kaç kere kardeşimin gitarına raket dedim bilmiyorum. Sırf bunları karıştırmayayım diye iyice düşünüp kendimi sıkarak doğru kelimeyi buluyorum, ama aniden, düşünmeden bir cümlenin içinde bu kelimelerden birini kullanacağım zaman karşımdaki şeyin kesinlikle gitar olduğunu bildiğim halde raket diyorum. Bu sorunun kökenine inmek istiyorum, kesinlikle beyinle ilgili bir şey bu. Birbirine benzer şeyler burada bahsedilenlerin hepsi. Yani gitar rakete benziyor, patates de sarı mısır da, kurbağa ve kaplumbağa ise hem isim olarak hem de renk olarak birbirine benziyor. Acaba beynim bunları ayırmakta zorluk mu çekiyor, bu yaştan sonra kreş egzersizleri yapıp nesnlerin ne olduğunu resimleri boyayarak mı çalışsam bilemedim.

Sen öyle tüm yaşıtlarından erken konuş, kelimeleri öğren, adidas toşın bilem de (reklamlar sağolsun) ama dandik iki kelimeyi şu yaşına kadar ayırama, çok ayıp çok. Aslında çocukluğumdaki çok konuşma, ukalalık yapma, herkese laf yetiştirme, her şeyi biliyormuş edasıyla millete ders verme huylarımdan çoktan vazgeçtim, artık gerekli olmadıkça konuşmuyorum neredeyse, ukalalık denen şey bünyemden tamamen silindi, sadece yalnızken kendime yapıyorum ukalalıklarımı, insanlara laf anlatmaya çalışma isteğimi çok çok uzun zaman önce kaybettim, hayat işte yoruyor insanı , cırcır konuşup aile bireylerinin kafasını bile ütülemiyorum artık, çok nadir,kardeşimle bile kavga etmiyorum, artık reklamları izleyip taklit de yapmıyorum, ancak ne yazık ki hala ve hala bu kelimeleri karıştıyorum, büyüyünce geçseydi bari bunlar da. Portakala "porkatal" diyen kardeşimle ve kovboya "koyboy" diyen komşu çocuğuyla yıllarca dalga geçtiğim için lanetlendim belki de:)