30 Ocak 2008

Yeşil Başlıklı Maddeler Sürüsü

-Heath Ledger'a çok üzüldüm.Gerçekten çok üzüldüm.Çok severdim,çok yetenekliydi.Bu kadar yetenekli insanların bu kadar genç ölmesi beni hep çok üzüyor.Kızı için ve onu seven herkes için büyük bir kayıp.İlk kez Patriot da izlemiştim,ne kadar da güzel bir filmdi,çocukluğumdan kalma güzel bir anısı vardı üstelik.Heath Ledger da içindeydi o anının.Huzur içinde yatsın.
-Six Feet Under çok güzel bir dizi.Tatilde olmamdan dolayı ve de izlediğim başka dizi kalmamasından dolayı ilerliyorum six feet underda.Henüz ikinci sezondayım ama kısa bir sürede bitirmeyi hedefliyorum.Ölüme ve hayata çok farklı bakan ve bir bölüm bittikten sonra üzerine düşündürten bir dizi.Bu özelliği ile özellikle takdirimi kazandı zaten.Ölümle iç içe yaşamak zorunda olan insanların ölümle mücadelerini,ölüm korkularını,aslında insanların ölüm karşısnda ne kadar da çaresiz olduklarını çok güzel gösteriyor,ayrıca hayat bu kadar kısayken bunca küslük niye mesajını da çok ayarında veriyor.Ben de öyle düşünüyorum,Nate'in dediği gibi "Life is too fucking short".
-Ne zamandır okumak istediğim Ahmed Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanına başladım sonunda.Kaç yıldır okumak isterim şu kitabı bir de Tutunamayanlar'ı okumak isterim hep.Bu bitsin sıra onda.Okumak istediğim kitapları ve izlemek istediğim filmleri daha fazla ertelemeyeceğim artık.
-Will Smith'i çok seviyorum,Russell Crowe'a çok pis gıcığım.Hele Sean Penn deyince tüylerim diken diken oluyor,Matt Dillon çok tatlı bir insan ve sonuç olarak Johnny Depp yine Oscar alamayacak bir de akademi Tim Burton' a gıcık.Ben bu yıl oscarları izleyeceğim ama Jack Nicholson'ı görmek için yani o da olmasa bi esprisi kalmayacak zaten.Sweeney Todd'da benim doğum günü hediyem olacaktı ertelediler yine tüm dünya da bana gıcık galiba:)
-İngilizce kursuna başladım,hocamız çok tatlı,sınıfımız çok garip.Ben hala içimden konuşuyorum.Aklıma bissürü şey geliyor içimden çok güzel ingilizce konuşabiliyorum ama dışımdan konuşmaya çalışınca hep unutuyorum kelimeleri bi "neydi ya neydi" havası gitmiyor üstümden bir türlü.İngilizceyi seviyorum bir de ben.4.seviyedeyim 6. seviyeyi bitirince bitiyor bu ingilizce ben bir adım attım en azından haftasonlarımı feda ettim ama olsun be:)
-Msn kişisel iletilerine not ortalamalarını yazan ve de yanına gülücük koyan gerizekalılar var.Evet tüm dünya senin not ortalamanı görsün hep beraber rahatlayalım,bizim de tek merak ettiğimiz oydu zaten şu dünyada.Hayret bir şey ya.Ondan sonra neden sevmiyorsun sınıfını derler.Sevmiyorum kardeşim yarısı mal işte,oh be söyledim rahatladım.
-İnsanlar hakkında garip fikirlerim var.Bazen kendimi çok uzak hissediyorum çoğundan ama yine de dünya insanlarla güzel.Bazen kızsam da dünyayı mahvetseler de sürekli zarar verseler de yine de insanlar olmasaydı daha anlamsız olacaktı her şey.
-Live at Sin-e hayat kurtarıcı gibi bir şey.İyi ki var.
-Reign over me muhteşem bir film,Adam Sandler muhteşem ötesi bir insan.O da iyi ki var.Bu arada reign over me demişken filmde de sürekli çalan Reign o'er me şarkısı acayip güzel,bir şarkıda duyabileceğiniz en etkili girişlerden birine sahip.Pearl Jam ve The Who versiyonları var.Filmde ikisini de duyabilirsiniz ancak benim favorim The Who'nun yorumu.

24 Ocak 2008

Doğum Günü Yazısı Yazdım Kendime

20 yaşımı bitiriyorum ve bu durum beni çok sinirlendiriyor, aynı zamanda üzüyor. Bir şeylerin bitmesi beni her zaman çok üzmüştür, ne olursa olsun,sonlar, ayrılıklar,ölüm,biten her şey….Benim için 10lu yaşlarımın bitmesi bir felaket gibi ve uzun zamandır bu duruma üzülüyorum ben aslında.Ve bugün benim doğum günüm, yaşımı soranlara artık yirmi demeye başlayacağım gün çünkü hepimizin bildiği gibi bitirilen yaş söylenir:)

Bu duruma neden alışamadığımı açıklamak istiyorum, herkes büyümek için can atarken,ben küçüklüğümden beri hiçbir zaman büyümeye özenmedim.Çünkü taa o zamandan beri biliyordum ki büyümek çok iğrenç bir şeydi. Hayatın zorlaştığı dünyanın artık sıkıcı bir yer olduğu,sorumlulukların arttığı, kayıpların başladığı,acıların bitmediği bir şeydi büyümek. Bunu görebiliyordum, farkındaydım her şeyin. Çocukken bile... O yüzden ben olduğum yaşta hatta daha küçük olmayı dilemişimdir hep. Ama ne yazık ki bu hayat çok acımasız bir gün bir bakıyorsun olmaktan en çok korktuğun şey haline dönüyorsun. Büyüyorsun ve işin en kötü tarafı bunu fark ediyorsun. Hayat çok ağırlaşıyor, her şey anlamsızlaşıyor, çocukluğun o mutluluğu umursamazlığı yavaş yavaş yok oluyor. Gelecek kaygıları,gereksiz üzüntüler yakamızı bırakmıyor. Hep mücadele etmek zorunda bırakılıyoruz, büyüyoruz ve onların istediği gibi yaşamak zorunda kalıyoruz. Bir şeyler devam etsin diye biz okullar okuyup saçma işlerde kendimizi yok etmek için can atar hale geliyoruz. Nefret ediyorum bundan. İnsanların asıl istediklerinin ne olduğunu bildiklerini zanneden ve bunu insanlara zorla benimseten her şeyden. 

İşte büyümek bu demek.Olmak istemediğin bir yerde olmak istemediğin bir şekilde yaşamak zorunda bırakılmak. Bu bana biraz ağır geliyor. Çocukluğumu, her şeyin benim dünyam olduğu zamanları çok özlüyorum. Ve bu 20 yaş benim için güzel olan bir çok şeyin simgesel olarak kayboluşunu temsil ediyor. Hem çok üzgünüm hem de dünyanın böyle bir yer olmasına çok sinirliyim. Yaşamak denen şeyin ne olduğunu bile anlamadan sırf yetişkin gibi davranmak ve fiziksel olarak yaşamını sürdürmek için yapmak zorunda olduğum şeyleri yaparken ne olduğunu bile anlamadan ölmek istemiyorum. Bunları bir anda içimden geldiği şekilde yazdım. Aklımda bambaşka şeyler vardı aslında. Mesela bu ayın başlarında yaşadığım bir farkındalık anını anlatmak istiyordum, 'dum' dediğime bakmayın anlatmaya başlıyorum şu anda: 

Ankara’ya yılın ilk karı yağdığı akşam yollar buz tutmuştu. Bizim eve ulaşmak için yüksek bir yokuştan aşağıya doğru inmem gerekiyor, haliyle yollar buzlu olduğu zaman bu iş oldukça zor oluyor. Ben o akşam yokuştan aşağı inerken bir an aklımdan "mahallenin bebeleri de kaymış buradan iyice kaygan hale getirmişler, ya bir seferde kaymasınlar şimdi düşüp kafamı kırsam ne olacak ha veletler" diye geçirdim. Sonra bir an oha ne diyorsun sen be Gökçe daha 2 yıl (belki daha önce bilemiyorum, yakın geliyor ama belki de zamanın oynadığı bir oyun) önce sen de kaymaz mıydın buralardan, ne çok eğlenirdin unuttun mu? Ne zaman çocukların eğlenmesine sinirlenir olmuşum ben , ağaçlara daldığımız için kovalanan kız değil miydin sen, Hasan amca beni çukurambara kadar kovaladı hikayelerine en çok sen gülmez miydin? Ne zaman sen de o çocukları anlamayan yetişkinlerden birine döndün, en çok sen dalga geçmez miydin onlarla? Bunları düşünürken kendimi o kadar kötü hissettim ki bir anda aklımdan geçen düşünceye inanamadım, Ben kendimi çok farklı hissettim o anda. Bir şeyler bitmişti benim içimde,farklı düşünüyordum. O sıkıcı insanlar gibi mi olacaktım, çocukların dünyalarını, onların hayal güçlerini ve sevgilerini anlamayan. Bilmiyorum umarım onlardan birine dönüşmem, hatta kendime söz verdim bunun olmayacağı ile ilgili ama bu dünya o kadar pis bir yer ki verdiğim sözleri, her şeyi unutabilirim, saçma bir şeye saplanıp hayatımı boşa da harcayabilirim. Birçok insan bunu yapmıyor mu? Ama kendime çok daha önce verdiğim sözlerim de var. Hayatta ne istiyorsam onu yapmalıyım düzenin devamını sağlamak falan benim problemim değil. Artık çocukluğun, 10lu yaşların bittiğini biliyorum. Onları asla yeniden yaşayamam. Beni üzen kısmı bu başta söylediğim gibi bitişler çok hüzünlü. Ama yine de bir çocuğun gözünden göremesem de dünyayı hayatımı çocukluğumdakine benzer yaşamaya çalışacağım, zaten diğer türlü yaşamaya başlarsam yaşayan bir ölü olup çıkarım. Anlamsız, mutsuz, bitkin bir organizma olurum sadece. Neyse bu doğum günü yazımı Yavuz Çetin'in bana her zaman çok hüzünlü gelen sözleriyle bitirmek istiyorum:

Birgün gelir herkes kendi yoluna gider, Her şey nasıl başladıysa öyle biter. Yeni yaşımda belki biten şeylere bu kadar fazla üzülmemeyi öğrenirim,h er şeyi daha oluruna bırakabilirim (sanmıyorum ama) Bu da benim doğum günü pastasını üflerken dileyeceğim dileğim olsun: Hayatı daha oluruna bırakmayı öğreneyim ve de çocukluğumun saflığını koruyabileyim, bitmiş, gitmiş olan olaylar üzerinde çok durmayayım. Bu kadar. Doğum günüm kutlu olsun bari,biraz karamsar bir doğum günü yazısı oldu, naparsın hayat karamsar!


19 Ocak 2008

Rockstar dediğin Jon Bon Jovi gibi olur!

Rockstar diyince benim aklıma gelen ilk isim Jon Bon Jovi.Kendisinde tam bir rockstar karizması var.Bu rock star mevzusu üzerinde biraz kafa patlattım ve ne zaman rockstar kavramı üzerine düşünsem gözümün önünden deri pantalonlu uzun sarı dağınık saçlı 80ler tavrıyla bir Jon Bon Jovi geçiyor.O ayaklı mikrofonu tutuşu olsun,saçlarını geriye atışı olsun,sahnede ordan oraya koşusu olsun tam tam tam rockstar.Kendisinin öyle bir ışığı var,sönmek bilmiyor:) Rockstar olmasa popstar olabilirmiş ya da hangi alanda olursa olsun star olurmuş:) Çok seviyorum ,tapıyorum hatta kendisine karizmasına,sarı sarı saçlarına,dar pantalonlarına,güzel sesine.Geçen gün bu 80ler rock mevzusu üzerine uzun sohbetler ettik de arkadaşımla.Rockstar adaylarımızı da belirledik,zor olmadı aslında birinci belli olunca isimler çıkıyor:Steven Tyler,Axl Rose,James Hetfield,Mick Jagger.Bu 4 isim de muhteşem insanlar olmakla birlikte hala ilk sıramızda Jon Bon Jovi var.Ne yaparsın kafadan çıkmıyor o eşleşme.Jon yani ayrılmıyor gözümüzün önünden.Neyse efendim işte böyle 80ler rock müziği sohbetlerinden sonra canımız çok çekti, dedik bir Bon Jovi konseri olsa da gitsek:)Güzel olurdu tabii.Ne yazık ki sıfıra yakın bir olasılık.Biz de düşündük o zaman 80ler müziği yapan grupları dinlemeye gidelim.Ankara'da grup mu yok kardeşim gideriz izleriz üstüne istek bile yaparız bir "living on a prayer" isteriz çalarlar dedik.Her şeyin bir çözümü var.Belki gözlerimiz rockstar karizmasını arayacak ama olsun o kadar da:).Amcalar müzik yapmayı bırakmadan izleriz umarım.O sahne enerjisini canlı canlı görmek güzel olur.Aslında ben onları 80ler halleriyle izlemek istiyorum,hayalim o.Yani bir deri pantalon olmadan ya da ne bileyim o 80lere özgü saçma ve değişik hareketler olmadan tadı çok çıkar mı bilmem:) Son söz:Rockstar dediğin Jon Bon Jovi gibi olur,bir de bir insan hiç mi yaşlanmaz ya,bu adam yaşlanmıyor öyle de bir şey var.Demek ki rockstar yaşlanmaz da.Bir rockstar olmak için ne yapmalıyız diye merak eden varsa ya da googleda bu şekilde arayıp bu bloga gelen olursa uzun uzun Jon Bon Jovi'nin fotoğrafına baksın başka cevaba ihtiyacı yok:)Buraya bir de cila niyetine "you give love a bad name" videosu eklemek isterdim ama yine Youtube'a erişimi yasaklamışlar.Ne diyebilirim ki,aslında diyecek çok şey var da başka bir yazının konusu.
80ler ya,şaka gibi

17 Ocak 2008

Zamanda geriye doğru

Ah be blog,canım çok sıkkın.Bugün durup dururken eski günleri hatırladım.Onları ne kadar özlediğimi fark ettim.Elimden sonsuza kadar kaçıp gitmiş olmaları ne kötü.Eski bir arkadaşım aklımdan çıkmıyor son günlerde nedenese,hep onu düşünüyorum.Eskiden bir zamanlar aramızın ne kadar iyi olduğunu,saatlerce hiç durmadan konuşabildiğimizi,konuşcak şeyler bitmediği için uyuyamadığımız,birlikte sabahladığımız zamanları...Çok özlemişim aslında ben.Farkında değilmişim ya da bir şekilde aklıma getirmemeye çalışıyormuşum.Yokluğunu hissettiğim bir gerçek ama.Beni anlardı,belli etmese de bilirdim beni anladığını.Beni çok kızdırırdı,dalga geçerdi ama anlardı işte bilirdim ben.Ne kadar muhteşem bir his bir insanın sizi gerçekten anladığını bilmek.Onun yanında tam anlamıyla olduğum insan olabiliyordum.Her şeyi anlatıyordum ona.Kimselere anlatamadığım aşkımı,hayata ve insanalar dair saçma sapan düşüncelerimi,her şeyi.O beni dinlerdi ve ben de onu.Çok da gülerdik ya birlikte.Aramızda hep farklı bir şeylerin olduğunu bilirdim sanırım o da bilirdi.Çok da kavga ederdik ama asla küsmezdik birbirmize.Böyle çok güzel şeyler yazdığıma da bakma blog,çok nefret ettiğim davranışları da vardı bazen gerçekten çok da sinirlenirdim ona ama olsun bir insanı her an %100 sevemeyiz ki.Gerçek insan ilişkisine aykırı bir durum olurdu sürekli aynı derecede sevmek birini.Sonuçta aylar boyunca görüşmesek de sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi olurduk.Birbirimize kızsak da yine de dinlerdik,bilmiyorum tek ben mi böyle hissediyorum ama sanmıyorum anlayabiliyordum bizim aramızda kuvvetli bir bağ olduğunu.Neyse işte sonuçta o günler çok uzak bana.Bir dost kaybetmek çok üzücü,özlüyorum.Onun yanındayken hissettiğim gibi hissetmek istiyorum yeniden.Ancak artık geçmişte kalan kaldı bunun da farkında olacak kadar gerçekçiyim.2002 yılına dönsek ya da 2006 yazına hayatımın en mutlu günlerine.Sürekli bunu hayal ediyorum.2000 yılı da olabilir bak.Dönemeyeceğimze göre o yıllara boşuna bu konu üzerinde kafa patlatmaya gerek yok.Sadece hayatımızda önemli olan insanları kaybetmesek keşke,yıllar geçip gidecek de o geçen yıllar arkadaşlıkları,sevgileri,aşkları yıpratmadan geçse.Bunları düşünmek beni daha da üzüyor aslında.Bazı olaylar üzerinde kontrolümüz yok tabi ki.Ve bazen değiştiremeyeceğimiz şeyler için çok da üzülmememiz gerektiğini düşünürüm.Ama bu o zamanlardan biri değil.İçimde önlenemez bir üzüntü ve sıkıntı var.Televizyonda gördüğüm bir adamın gülerken gözlerinde oluşan çizgileri geçmişten kalan bir insanın gülerken gözlerinin etrafında oluşan çizgilere benzettiğim için gözlerim doldu biraz önce mesela.Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı sanırım.Geçmişimle bir yüzleşme mi yaşamam lazım.Belki de unuttum dediğim her şeyi unutamamışımdır.Böyle işte durum blog,iyi geceler bari ne diyeyim,ben uyuyamıyorum zaten.Mutlu olduğumu mutlu olduğum anda anlamak istiyorum artık.Çünkü aradan zaman geçince vay be ben o zaman ne kadar mutluymuşum demek bir işe yaramıyor.Hem mutlu olduğum an çoktan geçip gitmiş oluyor ben farkına varamadan, hem de daha sonra farkına vardığımda geçmişteki mutluluk bugünün üzüntüsüne dönüşüyor,zamanında yakalayamamanın verdiği pişmanlıkla gelen üzüntüye.

16 Ocak 2008

My Blueberry Nights

Nerden başlasam bilemedim.Bu filmi seyrtemek istememin asıl sebebi Norah Jones'tu aslında.Nasıl bir performans göstereceğini merak ediyordum.Kendisini çok severim,sesini özellikle.Aynı zamnda yüzünü hep çok güzel bulmuşumdur.Beyazperdeye yakışacağını düşünüyordum,uygun bir yüzü var.Wong Kar Wai de aynı şeyi düşünmüş olacak ki filminde Norah Jones'a rol vermiş.Hem de oyunculuk dersi almasına bile izin vermeden.Bence çok da güzel olmuş, birkaç yer dışında oldukça iyiydi Norah Jones,çok yakışmış bu filme her şeyiyle.Filmde sadece Norah Jones yoktu tabi ki.Güzeller güzeli Jude Law,Natalie Portman ve Rachel Weisz da My Blueberry Nights'ın diğer oyuncuları.Yıldızlar topluluğu gerçekten:)Hım ben bir de Wong Kar Wai den bahsedecektim.Daha önce herhangi bir filmini izlemedim.Ama in the mood for love hakkında çok şey duydum.Onu bi ara mutlaka izlemem lazım.Yönetmenin sinema dilini çok beğendim ben.Renkleri,kadrajları,hareketi çok beğendim.Işıklar ve renkler özellikle.Görsel olarak çok tatmin ediciydi.Her sahne güzel bir fotoğraf karesi gibiydi.Bir de unutmadan filmin müzikleri çok hoş,özellikle Cat Power'ın "the greatest" şarkısı filmin çok güzel yerlerinde çalmaya başlayarak görsellikle çok güzel bir bütün oluşturmuştu.Sevdim ben bu filmi:).Romantik bir yol filmi olmasıyla zaten daha izlemeye başlamadan bile gönlümü kazanmıştı ki izledikten sonra haksız çıkmadım.Afiş de pek güzel,pek:)
Cat Power-The Greatest

14 Ocak 2008

Ne diyorum ki ben?

Bazen insanların sözlerine kırılıyorum.Öyle söyledikleri için üzülüyorum.Çok alıngan bir insan olmadım hiçbir zaman ama bazı sözler çok derinden etkiliyor beni."keşke öyle söylemeseydi,o laf ağzından çıkmasaydı"diyorum içimden.Biraz zaman sonra da kendime kızıyorum niye üzülüyorsun sadece birkaç kelime.Ama bazı sözler gerçekten güçlü.Beni yanlış tanıyorlar diyorum,bilmiyorlar.Sonra iç ses devreye giriyor hemen;Sen kendini yeterince anlatıyor musun peki?Tanıtıyor musun kendini insanlara,neden saklanıyorsun,bazen neden susuyorsun???
Peki ya neden onlar çaba göstermiyorlar.Neden insanlar bu kadar hazırcı.Neden ben kendimle ilgili her şeyi anlatmak zorunda kalıyorum ve neden bazı insanlar tanımadan yargılamayı bu kadar seviyorlar?Onlar tanımaya çalışsalar ya beni,yavaş yavaş anlasalar ya.Benimle zaman geçirdikçe küçük ipuçlarını birleştirip bütünü görseler ya.Ben böyle olmasını seviyorum.İnsanları yavaşça tanımayı,çözmeyi.Karşı taraftan da aynı şeyi bekliyorum sanırım ama olmuyor ne yazık ki.Sonra böyle düşündüğümü birilerine söylediğim zaman her şeyi karşı taraftan bekleme,sen de bir şeyler yap,yok şudur budur diye akıl vermeye kalkıyorlar,sinirleniyorum.Benim ne demek istediğimi bile anlamıyorsun ki sen ben sana daha ne anlatayım kendimi,bırak ya diyorum,üşeniyorum konuşmaya o andan itibaren daha fazla laf anlatamayacakmışım gibi hissediyorum ve Scrubstaki JD gibi hayallere dalıyorum:) bu noktadan sonra iletişim tamamen kopuyor zaten.
Sonra zaman geçiyor,eğer beni kıran sözleri söyleyen kişi çok da umursadığım bir insan değilse,unutuyorum,aklıma bile gelmiyor,sadece bir süre üzüldüğümle kalıyorum.(bu konuda çalışmam lazım)Ama çok değer verdiğim bir insanın sözleriyse beni kıran,işte onu unutmam imkansız oluyor.O hep benimle,içimde bir yara olarak kalıyor.

12 Ocak 2008

Temalı Paylaşım

Death Cab For Cutie-Someday You Will Be Loved
Beck-True Love Will Find You In The End
Travis-Love Will Come Through

Hadi ordan diyesim var,demeyeceğim(şarkılar çok güzeldir orası ayrı ama fazla umut taşıyan isimlerinden hoşlanmadım bugün)
en güzeli en gerçeği,en bana uygunu da budur,ne güzel bir şarkıdır bu,nasıl güzel sözler,çok acıtıyor:
The Smiths-Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me
No hope,no harm
Just another false alarm

9 Ocak 2008

Anılarda...

Ne kalır ki bizden geriye?Birkaç fotoğraf,birkaç video,yazdığımız birkaç sayfa yazı,ve sevdiklerimizin aklında kalan anılar.İyi ki o gün bu fotoğrafı çekmişiz de o anı dondurmuşuz diyecek insanlar.Sanırım hayat da sadece bundan ibaret.Hepimiz iz bırakmak isteriz ya işte bizden geriye kalan bizi seven birkaç insanının aklında kalanlar,anılar,onların yaşam süresi boyunca onlarla birlikte yaşayacak olan biz.Ve anılar,zamanı dondurduğunu iddia eden fotoğraflar bir de.Onlar da olmasa kim inanır bir zamanlar yaşadığımıza.

Bana yeter de artar bile birkaç insanın aklının bir köşesinde onlarla yaşamak,dost sohbetlerinde adımın anılması,şerefime kadehlerin kaldırılması.Daha ne isteyebilirim ki.Bir anı olarak bir dost olarak akıllarda kalmak yeter bana.Başka bir iz bırakmaya da gerek yok.Birkaç fotoğrafım olur bir de dostlarla birlikte çekilmiş.Başlar ve biteriz.Başka bir zamanda başka bir yerde yine birlikte oluruz,belki de olmayız,Olsun...

8 Ocak 2008

The Decemberists’i buldum,mutlu oldum

Bu güzeller güzeli grupla tanışma hikayem how i met your mother’ın ikinci sezonundaki ted mosby,the architect adlı bölüme dayanır.Tabi ben o zaman tanıştığım grubun The Decemberists olduğundan bihaberdim.Bölümün çok güzel bir yerinde çok güzel bir şarkı başlamıştı.I’m nothing of a builder but here i dreamt i was an architect diyordu.Ben de vay be demiştim içinde architect geçen bu şarkıyı nerden bulmuşlar.Helal olsun demiştim.Sonra aradım durdum bu şarkıyı,bulamamıştım.Üzülmüştüm tabi bulamayınca:).Sonra günlerden birgün last fm sayflarında ordan oraya dolaşırken(ki bu benim internette yapmayı en çok sevdiğim şey) The Decemberists grubunun sayfasına denk gelmişim.Birden top tracks last week bölümündeki şarkıların içinde here i dreamt i was an architect adlı şarkıyı görünce aha işte bu dedim,şimşekler çaktı.İçim huzur dolmuştu.Bir yıl aradan sonra aradığım şarkıyı bulmuştum tesadüfen(last fm süpersin,seviyorum seni)Sonrası güzellik işte.Şarkıyı bulmakla kalmadım sevdiğim bir grup daha kazandım.Bir de kendilerinin last fm de pek bir dinlenir olduğunu öğrendim.Müzik zevki güzel insanlarla dolu bir camia bu last fm zaten:)

Tüm albümlerini ve dolasıyla da tüm şarkılarını dinlemedim ancak haddim olmayarak bir The Decemberists top 5 i yapmak istiyorum.Dinleyebildiğim kadarıyla en çok sevdiğim 5 şarkı.Çok güzel grup ama güzel müzik yapıyorlar;)

  1. we both go down together
  2. here i dreamt i was an architect
  3. engine driver
  4. red right ankle
  5. the crane wife 3
  6. on the bus mall(bonus)

5 Ocak 2008

2 Days in Paris

Son zamanlarda izlediğime en memnun olduğum filmlerden biri oldu 2 days in Paris.Filmdeki ince mizah Julie Delpy'nin eseri tabi ki.Ne kadar da zeki bir kadın(son 2 gündür ben de sürekli ne kadar zeki bir kadın diye tekrarlıyorum kendi kendime).İnanılmaz güzel göndermeler,2 kültür arasındaki farkı çok güzel anlatan detaylar vardı.Adam Goldberg vardı bir de.Kendisinin öylece durması yeter zaten gülmek için.Çok güldüm,çok.Sinemada böyle gülmeyeli uzun zaman olmuştu gerçekten.Adam Sandler olmayınca gülemiyordum ben komedi filmlerinde,güzel bir istisna oldu 2 days in Paris.Belki karakterler çok abartılmıştı ama sanırım öyle olmasydı film bu kadar komik gelmezdi bana.Aslında film malzemesini Amerika ve Avrupa kültürleri arasındaki büyük farktan alıyor.Tabi bir de kadın erkek ilişkileri var,olmazsa olmaz.Güzel Paris sokakları var bir de.Akıcı bir anlatım,muhteşem diyologlar,her şey çok güzeldi yani.Julie Delpy ne muhteşem bir insan.Kendisinin yeni projelerini sabırsızlıkla bekliyoruz.Yazsın,oynasın,yönetsin,söylesin.