6 Aralık 2013

Ağaç

Binaların çok eski olduğu şehirlerde ağaçlar da hep yaşlıdır. O şehirlerde yaşayan insanlar, binalar yalnız ve yaşlı görünmesin diye ağaçlara hiç dokunmazlar. Ağaçların binaları koruyup kolladığını, tarihe tanıklık ettiklerini, binlerce sırrı bilip de kimseye söylemediklerini düşündüklerinden belki, bir ağacı kesip tarihi de silip yok etmek istemezler. Şimdi siz benim herkesin bildiği bir gerçekten bahsediyormuşum gibi konuştuğuma bakmayın, olabilir ya, belki de böyle düşünen bir tek benimdir, çünkü ben tarihi binaların karşısında durup bekleyen o eski koca ağaçların tesadüfen hayatta kalmış olabileceklerine inanmak istemedim hiçbir zaman. O kentin insanlarının da benim fark ettiğim bu sırrı içten içe bilip ona göre davrandıklarını, hatta o ağaçların yanından geçerken benim yaptığım gibi onlara bir selam verip, içlerinden ağaçlarla bir iki kelam ettiklerini hayal etmeyi seviyorum. Hatta bazen o yaşlı, kocaman ağaçlara sorular sorup, kendi sorularıma cevaplar uydurmaya bayılıyorum. Diyorum ki, kocaman ağaç, kim bilir bunca yıldır ne çok şey gördün. Belki hiç hareket edemedin, gezip dolaşamadın ama yanından geçip giden, sana sarılan, sana dokunan, senin gölgende oturup ağlayan kaç insan oldu? O insanları teselli etmek isteyip elin kolun bağlı olduğu için hiç çaresiz hissettin mi? Eminim hissetmişsindir.

Bir keresinde yine çok eski binaların olduğu eski bir şehirde yürürken görkemli bir binaya bakan çok güzel yaşlı bir ağaç görmüştüm. İnsanlardan önce ağaçlara odaklanan bir insan olduğumdan ağacın altında oturmuş ağlayan adamı fark etmem biraz zaman almıştı. O an adamdan çok ağacın içinde bulunduğu duruma üzülmüştüm. Eli kolu bağlı sessizce adamın ağlamasını dinlemekten başka yapacağı bir şey yoktu, belki teselli etmek, birkaç güzel söz söylemek ya da sarılmak isterdi ama yapamıyordu. Öylece kıpırdamadan durmak zorundaydı. Yüz yılı böyle geçirmişti o ağaç, kimseye bir şey söylemeden, kimseyi teselli edemeden. Gelip gölgesine oturan insanlarla dertleşemeden... Ben bazen gidip dertlerimi anlatıyorum ağaçlara, benden sıkılıyorlar mıdır bilmem ama benim dünyamda ağaçlar çok empatik, çok sevgi dolular. İnsanlara yardım edemedikleri için üzülen varlıklar ağaçlar. Halbuki belki de çok vurdumduymazlar ya da insan dilinden anlamıyorlar. Onlar için rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değil bizim konuşmalarımız, ağlamalarımız. Belki de onların çok daha mühim problemleri var, belki hayatın anlamını bulmaya çalışıyorlar sessiz ve derinden. Belki sadece kuşların dertlerini dinlemeyi seviyorlar... Kim bilebilir? İnsanların bilemeyeceği kesin ama benim dünyamda ağaçlar hiç sahip olamadığım arkadaşlar, sorgusuz sualsiz dinleyen, yardımcı olmak için çırpınan ama elinden bir şey gelmeyen. Öyle olmasalar da ben kendini önemseme hastalığına kapılmış insan ordusunun bir bireyi olarak ağaçların beni önemsediklerini düşünmeyi tercih ediyorum. Ağaçlar için önemli olmak istiyorum.

14 Kasım 2013

Güzel Havalar*



sanırım ben yine blogu bir şarkı paylaşma platformuna çevirdim. yazmak istemediğimden değil de sanki söyleyecek çok sözüm yokmuş gibi geliyor bu sıralar bana. normal normal yaşıyorum, tez yazıyorum, az da olsa kitap okuyorum, sevdiceğimi özlüyorum, hayaller kuruyorum, bir de geçen seneyi deli gibi özlüyorum haliyle de sürekli fotoğraflara bakıyorum.
geçen günlerde otuzuncu doğum günümü güney amerika'da kutlamaya karar verdim. daha beş yıl var, ve bu beş yılda sadece güney amerika'ya değil yıllardır hayalini kurduğum bir yıllık dünya turuna yetecek parayı biriktirmek istiyorum. yani bu da demek oluyor ki iş bulmam lazım, -çok yakında bulacağım.- ama önce şu tez bi bitsin. bu tarz hayallerimi paylaştığımda insanların beni çok ciddiye almadıklarını da fark ediyorum ama benim için sorun değil, ciddiye alınmak için yaşamıyorum neticede hayatımı. hayallerimi gerçekleştirmek için yaşıyorum. her zaman dediğim ve de hep hissettiğim gibi kariyer benim için bir şey ifade etmiyor, para kazandığım sürece yaptığım işin bir önemi de yok. çalışmak benim için bir araç, hayatta gerçekten yapmak istediğim şeylere beni ulaştırsın diye kullanacağım bir şey. ha tabii ki beni mutlu edecek birkaç meslek var ama eğer şartlar beni o mesleklerden uzak tutuyorsa da oturup ağlamam, başka bir iş yapar, bir süre ruhumu sıkar sonra da gerçekten istediğim işleri yapabilmenin yollarını ararım, kendime fırsatlar yaratmaya çalışırım. umarım gerçek hayat beni bu konuda çok fazla zorlamaz ve hayal kırıklığına uğratmaz ama şimdilik hayaller güzel, hayat güzel. ankara'da olmak yerine bambaşka yerlerde olmayı isterdim tabii ama olsun o kadarına da ses etmeyeyim şimdilik.

bir de gezi bloglarını çok seviyorum, internetle oyalandığım zamanın çoğunu gezi blogları okuyarak ve yenilerini keşfederek geçiriyorum. bu sıralar kafamda gezi blogu açmak gibi de deli fikirler var, altından kalkabilir miyim bilmiyorum ama işte deli gönül istiyor. geçen yıl gezdiğim yerler ve genel olarak seyahat hakkında yazma fikri aklıma geldikçe beni mutlu ediyor. sanki o konuda söyleyecek bir şeylerim varmış gibi geliyor. başka konularda beni terk eden cümleler belki oradan tekrar hayatıma girmeyi bekliyorlardır. işte böyle blog, şimdilik benden bu kadar. şarkı çok güzel ama şarkıyı unutmamak lazım. the head and the heart'ın yeni albümünü de yakın zamanlarda dinledim o da pek tabii ki çok şükela bir albüm olmuş. önümüz kış, dinleyecek böyle yeni ve güzel albümlerin olması da en büyük temennimiz. müzik çok güzel şey.

23 Eylül 2013

Atlas Hands



Bu Britanyalı genç adamlarda var bir şeyler. Bu çocukların bu kadar güzel müzik dolu olmaları yaşadıkları topraklarla mı yoksa genetik miraslarıyla mı açıklanır hiç bilmiyorum ama bu adamlar iyi müzik yapıyorlar. Son zamanlarda hastası olduğum Britanyalı genç adam se Benjamin Francis Leftwich. Last Smoke Before the Snowstorm albümünü günlerce üst üste dinledim. Sanırım Almanya'daki son günlerimin soundtracki haline geldi bu albüm. O yüzden de yeri şimdiden çok ayrı.

20 Eylül 2013

Just in Time



Sanırım bu zamana kadar izlediğim tüm filmler içinde en çok sevdiğim son bu olabilir Filmi izlemeyenler için bir şey diyemeyeceğim, videoyu izleyip izlememek size kalmış, spoiler duyarlılığınıza göre ya yardırın ya da kendinizi filme saklayın. Aslında bu zamana kadar bu filmi izlemediyseniz internette boş boş gezinmeyi bırakıp hemen gidin de filmi izleyin bence.

Dünyanın en acıklı ve en umut dolu sahnesi. Böyle şeylerin aynı ana sığması da hayatın en güzel trajedesi galiba. Aklıma geldi gene nedensiz yere. Bunu izleyip de bir kere bile gözlerimin dolmadığı olmadı. Benim için yüzde yüz çalışıyor. Duygusal olarak dağılmayı her istediğimde açıyorum azcık gözyaşı döküp kapatıyorum.

16 Eylül 2013

Herhangi Bir Hikaye: İkinci Bölüm

(Aylarca önce yazıp nedendir bilinmez taslaklarda çürümeye terk ettiğim bu yazıyı buldum bugün. Kendi tarihime düşmek istediğim notlardan olduğu için bulunsun istiyorum burada.)

Onun hakkında yazmak istediğim binlerce şey var çünkü o, gerçekten var olduğuna asla inanamayacağınız adamlardan. Bir kitapta okusanız, bir masalda dinleseniz, bir filmde görseniz; böyle insanlar da ancak kurgularda yaşıyor diyeceğiniz bir insan o. Belki de bu yüzden uzunca bir süre onun gerçek olup olmadığını sordum kendime. Acaba yeni bir kısa hikayeye konu olsun diye uydurduğum sonra da gerçek olduğuna inandığım bir karakter mi diye düşündüm. Ciddi bir şekilde düşündüm. Akıl sağlığım konusunda her zaman kendimden az da olsa şüphe ettiğim için bu tarz düşüncelerle uğraşmak çok zor olmadı. Sonra onun gerçek olduğuna ikna oldum. Beni ikna etti. "ben buradayım, gerçeğim," dedi, "hiçbir yere gitmiyorum." Gidecekti elbet ama gerçekti. Evinde kocaman dünya haritaları vardı. Gittiği yerleri yeşil, gitmek istediği yerleri kırmızı iğnelerle işaretlemişti. Dünyayı görmek istiyordu. bana dünyayı gösterecekti. beraber hayaller kurduk. Haritaları açtı önüme, seçelim dedi, dünya bizim, görülecek çok yer var. "Her yeri görmeden öleceğim diye korkuyorum" dedi. Dünyanın en güzel korkusunu paylaşıyorduk. Aynı korkulara sahip olduğum insanları sevmekten başka yapılabileceğim ne vardı. Sevdim ben de. Bir insanı böyle sevmek ne güzeldi. Sonra bir gün ben ona neden bana bu kadar iyi davranıyorsun diye sordum. "çünkü hak ediyorsun," dedi. Doğduğum günden beri bunu duymayı bekliyordum, o bana kendimi sevmeyi öğretiyordu. Nedendir bilinmez beni çok seviyordu. Söyleyemiyordu bir türlü, söylemek için debeleniyordu ama biliyordum seviyordu. Beni mutlu etmek istiyordu; beni güldürmek, yedirmek, beni korumak, benim sevdiğim kitapları okumak, sevdiğim filmleri izlemek, boş konuşmalarımı dinlemek, bana bakmak, benimle dans etmek istiyordu. garipti, beni mutlu ediyordu durmadan. Hiç bıkmadan, usanmadan.

Sabahın yedisinde daha hava bile aydınlanmamışken Lüksemburg'un ıssız bir sokağında yürüyorduk; en sevdiği diziden bir sahneyi anlattı bana. Karakterin taklidini yapmak için durdu, karakter bi süre sessizce uzağa bakıp gülümsüyor sonra da "çünkü seni seviyorum" diyordu o sahnede. Biliyordum ki bana söylüyordu. Bana dinlettiği tüm şarkılar her zaman söylemek istediklerini özetliyordu. Ben şarkıları dinlerken o bana bakıyordu. her tepkimi beynine kazıyordu. Kulağıma fısıldıyordu şarkıların sözlerini. Anla beni diyordu, bu şarkılar hep senin için. Sonra bir gün gerçekten söyledi, buz pateni yapan insanları yukarıdan beraber izlerken, Münih'in buz gibi havasında, ben sana aşığım dedi. Aşık olmak ne güzeldi. Sonrası da iyilik güzellik tabii. Beni sevdiğini söylemediği tek bir gün olmadı.

Haritaları mükemmel kareler yapacak şekilde katlıyor, kuzeyin nerede olduğunu hiç çaba harcamadan bulabiliyordu. Yürürken bana hikayeler anlatıyordu. Bana hikayeler anlatmak için yaşıyordu. Zaten ben ona tam bir hikayenin ortasında aşık olmuştum, ona bunu hiç söylemesem de aslında ben onu cümleleri için sevmeye başlamıştım. Kahve sevdiğimi bildiği için her sabah ilk iş bana kahve alması mesela onu dünyanın en mükemmel insanı yapmaya yetiyordu. Londra'ya gitmeyi ne çok istediğimi bildiği için doğaçlama bir İngiltere gezisi planlayabiliyordu anında. İzin versem Londra'yı bile alırdı bana." Seni mutlu etmek istiyorum" dedi. "Sen mutluyken ben de o sırada yanında olabilirsem ne mutlu bana." Önümüzdeki 70 yıl beni seveceğine söz verdi, 71. yılda duruma bakarız dedi. 70 yıl garanti olduğu için sesimi çıkardım. Çok uzunca bir süre seni sevmeyi planlıyorum belki öldüğümde bile seni severim  ama belki de bir geleceğimiz yoktur birbirimizi başka kıtalardan sevmeye devam ederiz, şimdiden beni bir ömürlük sevdin bu bile bana yeter dedim cevap olarak. Ne de olsa bazen bir insanı kaybetmek onunla hiç tanışmamış olmaktan iyidir değil mi? Ya hiç tanışmasaydık bana sevmeyi kim öğretecekti, kim yalnızlığımı silip süpürecekti.

Herhangi Bir Hikaye Birinci Bölüm

3 Eylül 2013

Sıkıntı

yazmak iyileştirir. peki iyileşmek ne demektir? sanırım iyileşme, üzerine düşündüğümüz zamanlar iyi olmadığımız anlamına geliyor en temel haliyle. olumlu bi kavramın bir olumsuzluktan türemiş olması çok rastlanır bir şey elbette. neden iyileşme ve yazmak üzerine düşündüğümü anlamaya çalışmam ise ayrı bir mesele. ne yazdığım var ne de iyileştiğim. sadece düşünüyorum. diyorum ki yazayım ne varsa, bitene kadar, bitmezse de sonsuza kadar. sonsuzluk ve bir gün'e ne kadar takık olduğum geliyor sonra aklıma. onun üzerine düşünmeme bile gerek yok, her şey kelimelerde gizli. bazı şeylerin pat diye bitmesini ve bazı şeylerin sonsuza kadar yakamıza yapışmasını konuşuyorduk bir de bugün. hani her şey biter diyorlar ya six feet under'da da, bazı şeyler bitmiyor nedense. yani öldüğümde benim için bitecek tabii ki ama milyonlarca insan için devam edecek. o da çok büyük bir sorun değil belki. ne düşündüğümü bile bilmiyorum. düşünce ile sıkıntıyı birbirine karıştırmak mümkün müdür acaba?

hala bu şarkının içinde yaşıyorum. geceleri katlanılır kılıyor.

13 Ağustos 2013

Ömür

Almanya'ın güneyindeki bir evde, bir kanepede uzanıyoruz. Onun elinde bir Poe kitabı var, bir şiir açıp okumaya başlıyor, bir yandan bana sarılıyor, kelimelerin İngilizce vurguları ne ilginç diye düşünüyorum. İçinde bulunduğum duruma tamamen yabancıyım, o an kendim bile değilim, çok uzatan bakıyorum yüzüme, mutlu görünüyorum biraz da dalgın. O, şiiri okumaya devam ediyor, bir kış günü kanepenin üzerine örtülmüş battaniye ve benim üzerime örtülmüş kolları sıcak. Sesini yükseltiyor şiirin bir bölümünde, ne kadar da garip. Ah bu Poe, söyleyecek ne de çok sözü varmış, bitmiyor sözcükler. Bana kimse bir şiiri sesli okumamıştı bundan önce, böyle şeyler bence sadece filmlerde ya da kitaplarda olurdu çünkü. Acaba her şeyi ben mi hayal ediyordum, ama hayal etsem Poe'yu seçmezdim ki, biliyorum, başka bir şair seçerdim, tahminen Türkçe cümleler duyuyor olurdum. Hayal dünyamda bile başka dillerde şiir dinlemek gelmezdi aklıma. Gerçeğin hayalden daha hayali olması da ne demekti? Çözemedim. Gerçeği, hayali bi kenara bırakıp onun sesini dinledim. Bir ömür o kanepede bir Poe şiirinin içinde yaşayabilirim dedim. Ömür dediğim hepi topu bir şiir ederdi zaten. Bir ömrü güzel bir sesten dinleyerek yaşamanın ne kötülüğü olabilirdi ki?

5 Ağustos 2013

Sevgi ve Sorular

insanın sevgi arayışı çok ilginç. sevgiye olan derin muhtaçlık ve bunun insana yaptırdıkları ise daha da garip. ne kadar sevilirsek yeteri kadar sevilmiş oluyoruz mesela? ya da hayatımızda çok sevilmemiz gereken bir dönem vardıysa ve o zaman yeteri kadar sevilmemişsek ondan sonra ne yaparsak yapalım sevgiye olan muhtaçlığımızda bir değişme olmuyor mu? aslında hiç kapanmayacak bir boşluğu çaresizce doldurmaya çalışırken sevgi adına kendimizi komik durumlara düşürmeye devam mı edeceğiz?

aklımdaki deli sorular bunlar. sevmek, sevilmek ve sevgiye dair birçok şey benim için her zaman biraz gizem olarak kalıyor. kendimi hep bir şekilde sevmek üzerine sorular sorarken buluyorum. ya çok fazla sevip yeteri kadar sevilmediğimi hissediyorum ya da birazcık daha sevgi için normalde asla yapmam dediğim şeyleri yapıp sonra da pişman olabiliyorum. ardından inanılmaz bir kendine acıma seansı başlıyor tabii ki. daha fazla sevileceğimi düşündüğüm için mantıksız kararlar alabiliyorum ve bu kararların dünyanın en doğru kararları olduğuna kendimi inandırabiliyorum. halbuki mantıklı yanımla düşünebilsem, içimdeki sevgiye muhtaç o çocuğun ağzını kapatabilsem her şey o kadar net görünecek ki... ama olmuyor, rasyonel hiçbir şey, bütün bu sorular, oturup düşünmeler sevgiye olan bitmez tükenmez ihtiyacımın önüne geçemiyor. tüm hayatım o sevgi açı çocuğu doyurmaya çalışmakla geçecek sanki.

19 Temmuz 2013

Bambaşka

burada ben galiba bambaşka bir insan oldum. beynim çok farklı çalışıyor, fiziksel sağlığım bile bambaşka hallerde.hani şu klasik, insan istediği kadar mekan değiştirsin kendinden kaçamaz ya da sorunlar her gittiğin yerde seni takip eder tarzı fikirlerin aslında çok da bilgelik dolu şeyler olduğunu sanmıyorum artık. bence insan mekan değiştirerek ya da seyahat ederek kendinden çok güzel bi şekilde uzaklaşabilir veya şöyle söyleyeyim; insan sonunda kendini bulabilir. bir yerde sabit dururken var olan benliğimizin gerçek olduğundan nasıl emin olabiliriz ki zaten? eğer hiçbir yere gitmiyorsak ya da" farklı ben ihtimallerine" tamamen sırtımızı dönmüşsek asıl o zaman kendimizden kaçamaz bir halde olmuyor muyuz? asıl o zaman dibe kadar battığımız problem havuzunun içinde debelenip durur bir şekilde öylece kalmıyor muyuz? ben mekan değiştirdikçe ferahladığımı, çok daha mutlu, insanlarla çok daha barış içinde olduğumu fark ettiğimden beri bu soruları soruyorum kendime. bazen hayattaki tek bir şeyi değiştirmek birtakım seri olayların başlamasına sebep olabiliyor. tek bir kararla insan yeni bir hayata başlayabiliyor. mesele o tek bir kararı alabilmek sanırım. her şeyin her zaman daha iyiye gideceğinin de garantisi yok elbette ama denemek bedava. bende işe yaradı ve şu anda olduğum insandan fazlaca memnunum. yaşamayı severek yaşamak da bambaşka bir şeymiş.

22 Mayıs 2013

Zaten Her Şey Biraz Dondurma Değil Midir?

üç makine çamaşır yıkamakta hiçbir sorun yok zira çamaşırı makine yıkıyor ama sonrasında o dağ gibi çamaşırı ayırmak, katlamak özellikle de çorapları eşleştirmek işkencelerin en büyüğü. henüz bunları yapacak bir şeyin icat edilmemiş olması da insanlığın en büyük ayıplarından biri benim nazarımda. bu teknoloji eksikliği yüzünden şu an içinde bulunduğum durum dağ gibi çamaşır yığınıyla bakışarak iç geçirmekten hallice. birazdan  muhtaç olduğum kudreti damarlarımdaki asil kanda arayıp bulacağıma inanıyorum ama o zamana kadar size güzel şeylerden bahsedeyim.

bu hafta sonu hayatımın neşesiyle birlikte (bir insana böyle hitap etmek yavan mı bilmiyorum ama hissettiğim şey tam manasıyla bu olduğu için böyle şeyler söylemekten çekinmiyorum bu sıralar) Milano'ya gideceğiz. Como Gölü'nü ve Torino'yu da göreceğiz. Sınırsız sayıda kahve içmek ve gelato yemek en birinci planım, sonrasında pizza ve makarna geliyor tabii ki. İtalya'yı yemek ve kahveye indirgediğim için kusuruma bakmayın ama benim dünyamda İtalya haritasının üzerinde kocaman bir domates var, ne yapayım. koskoca ülke adeta dev bir domates, bir şişe zeytinyağı, külahlarca dondurma ve litrelerce kahveden oluşuyor, sırf bu yüzden İtalya'da yaşamayı ciddi ciddi düşünebilirim, her gün domatesleri zeytinyağına banıp yer, aşırı kahve tüketiminden hiç uyumayan ve uyumadığı zamanları da pizza yiyerek değerlendiren bir insana dönüşebilirim. herkesin hayalidir sonuçta böyle bir insan olmak. bir de kendime dondurma ile ilgili bir iş bulursam değmeyin keyfime. sanırım tüm kariyer planımı şu anda değiştirdim. neyse ki değiştirmesi çok kolay bir kariyer planım vardı, bu genişliğim, bu açık fikirliliğim, bu anında yaratıcı çözümler üretebilme becerilerimle zaten istediğim her dondurmacıda rahatlıkla iş bulabileceğime inanıyorum. neyse şimdilik dört günlük yeme, içme, gezme ve mutluluk bana yeter, kariyer planlarını yine belirsiz bir geleceğe erteleyebilirim. sahi ya ben o kadar mutluyum ki gelecek kaygıları falan canımı hiç sıkmıyor bu aralar. nasılsa bir şey oluruz diyip geçiyorum, ve de hatta şöyle ki; bir şey olmasam ne olur. herkes de illa bir şey olmak zorunda mı yani? tamam, evet dondurma sektöründe bir işim olsa belki çok mutlu olabilirim ama olmazsa da gene mutlu olacak bir şeyler illa ki bulurum, dondurma yemek gibi mesela. nasıl da derin çıkarımlar yapıyorum bugün yine, hayatla ilgili duymak istediğiniz her şey bende.

kariyeri geçtim, sırada ilişkilerle ilgili çok acayip laflar etmek var. bu sıralar her şeyi aforizmalarla anlatmaya çalışan gençlik için de okuması kolay bir şeyler olsun değil mi ama. bu aşk dediğimiz olayı da dondurma üzerinden anlatacağım birazdan, nefeslerinizi tutun  ve aforizmaya hazırlanın: aşk da dondurma gibi bir şey, çok seviyorsun. ama mesela yazın daha çok seviyorsun, kışın da gene seviyorsun. hasta edecek bile olsa yemeden duramıyorsun fakat diğer yiyecekler gibi höt zöt de yapamıyorsun, narin olmak şart, akıp ziyan olmasın diye de dikkatli oluyorsun. dikkatli olmaynca eline yüzüne bulaşıyor çirkin oluyorsun, çikolatadan bıyığın oluyor mesela, bir de peçete bulacağım diye dönüp duruyorsun sonra. işte size kitaplar dolusu cümlenin anlattığı şeyi üç cümlede özetledim, aforizma edebiyatına da böylece yavaştan bir giriş yaptığıma inanıyorum. "aşk dondurma gibidir, düzgün yemezsen çikolatadan bıyığın olur." bu cümlemi de italyancaya çevirip, iş yerimin duvarına asacağım kısmetse.

edebiyat tarihine geçecek bir performansım var bugün, okurlar elbette bu yazıdan kendilerine ait çıkarımlarda bulunacaklardır, bu kadar derin yazıların özelliği bu değil midir zaten,herkes kendine göre bir şeyler bulur, özdeşim kurar, eleştirir vesaire ama ben bu yazıyla ilgili kendi çıkarımlarımı paylaşmak isterim, bir son söz gibi düşünebiliriz bunu.
 -gökçe dondurmayı çok seviyor. - gökçe mutluluktan şımarıyor. - gökçe'nin canı çamaşır katlamak istemediği için kendine eğlenceler yaratmaya çalışıyor. -gökçe'nin karnı açıkmış. -gökçe dondurmayı gerçekten çok seviyor. -gökçe çok aşık.

" l'amore è come il gelato"

20 Mayıs 2013

En Güzel Şey



hayatta şundan daha güzel görebileceğimiz çok az şey var. hazır ayağımıza gelmişken ezberleyene kadar izleyelim. sevgiyle dolup taşalım, çayırlarda koşalım, tavşanları kovalayalım. yapalım böyle şeyler, sevgimiz içimizde patlamasın.

15 Mayıs 2013

Fırtına

yağmurun yağdığı gecelerde yalnız hissetmek de eski bir hastalığım. yeniden yakalanacağımı zannetmiyordum ama öngöremediğim bir sürü şeyi görebildiğim zamanları yaşıyorum bu sıralar, o yüzden buna da normaldir diyip geçmem lazım. sanırım bir insana çok bağlanmanın en kötü yanı insanın kendisini görünmez gibi hissetmeye başlaması; sanki etimi, kanımı onda bırakmışım geriye de pek bir şey kalmamış gibi geliyor bana bazen. sonra da diyorum ki bir insana bu kadar yatırım yapmanın manası nedir? sevgi, aşk evet bunlar dünyanın en güzel şeyleri ama insanın kendini görünür bırakacak kadar sevmesi en makulu değil mi? benim gibi bu konuda deneyimsiz olanlar için  belki de böyle bir süreç illa ki oluyordur. yani neyim varsa onunla sevmek istediğim ve kendimden belki de olması gerekenden daha fazla ödün verdiğim bir dönem... belki sadece o dönemi yaşıyorum ve bu da her şey gibi zamanla geçecek. çünkü bir insanı bu kadar seviyorken yalnız hissetmek hiç hoş bir duygu değil. hava gündüz 25 dereceyken akşam fırtınanın çıkması da hiç güzel bir şey değil. güzel olmayan daha pek çok şey de var ama şimdilik sessizce fırtınanın geçmesini ve yağmurun dinmesi beklemekten başka yapacak bir şey yok.

6 Mayıs 2013

insanın sahip olduğu güvensizlikleri bir kenara öylece atıvermesi hiç kolay değilmiş. çok fazla dostluk, çok fazla kabullenme çok fazla koşulsuz sevgi bile bunların hepsini tamamen ortadan kaldıramıyormuş. yine içerde bir yerlerde insanın beynini kemirip duran yetersizlik düşünceleri uygun zamanı kolluyorlarmış ortaya çıkmak için. ve bu durum beni inanılmaz mutsuz ediyor, yani o kadar sevilmeye rağmen neden hala kendimi yeterince sevemiyorum, neden hala bende yanlış bir şeyler varmış gibi hissediyorum ve de en kötüsü neden başka insanlar da bendeki yetersizlikleri görüp beni sevmekten vazgeçecekler diye endişeleniyorum? çok saçma. endişeler ve manasız hisler, bunların hepsi çok saçma.

4 Mart 2013

True Love Waits*

yazmaya dönmek. bölüm bir.
uzun zamandır hiçbir şey yazmıyorum, hayatta en sevdiğim şeylerden biri olduğu halde bilgisayarın ya da bir defterin başına oturup adam akıllı bir şeyler yazmayalı çok uzun zaman oldu. eskiden, ne düşündüğümü, ne hissettiğimi anlamam için önce yazmam gerekirdi, ancak yazdıklarımı okuduktan sonra anlıyordum tam olarak neler olup bittiğini. hayatımı kendime bir hikaye gibi anlatmazsam yaşamamışım gibi geliyordu herhalde. tabii şöyle bir gerçek de vardı ki ben zaten yaşamıyordum. var olmanın yaşamak olduğunu zannedip birbirinin aynı günlerimin içinden hikayeler çıkarmaya çalışıyor, perişan zihnimin süzgecinden geçirdiğim şeyleri bir de yazı süzgecinden geçiriyordum. çok mutsuzdum, mutlu olduğum zamanlarda bile mutsuzdum ve bunu ancak gerçekten mutlu olduğumda anladım. bir zamanlar mutluluk zannettiğim şeyin aslında sadece ortalamanın üstü bir gün geçirmek olduğunun ayrımına vardım. anlık neşeleri uzatmaya çalışıp çalışıp kendime mutluluk diye kakaladığımı fark ettim. bu farkındalık sonrası geçmişteki halime acımak gibi saçmalıklar içine de girmedim. geçmişim için üzülemeyecek kadar şu anda yaşıyorum ve doğrusunu isterseniz; geçmişimde geçmişim için fazlasıyla üzülmüştüm. belki tüm geleceğime yetecek kadar üzülmüştüm. yaşam enerjimi sömüren, babamın elli yıldan fazla yaşayıp öldüğü bu şehirde, kendime bir türlü istediğim hayatı kuramadığım bu yerdeyim şimdi. delice sevdiğim ankara'dayım. odamda oturmuş kendime bakıyorum. bir zamanlar olduğum insana ve hala olabileceğim onlarca farklı insan alternatifine... mutlulukla ilgili laflar ederken hayatımda ilk defa mutluyum. gelmeyecek bir gelecekteki hayali kovalamıyorum. bazı hayaller gerçek olduktan sonra olayın özü tamamen değişiyormuş, nereden bilebilirdim?

bir şarkı. bölüm iki.
öyle şarkılar var ki ilk dinlediğim anda sabit kalıyorlar. sanki zamanda bir buz küpü haline geliyorlar. tüm anlar, tüm zaman eriyor sadece bir şarkılık zaman donuyor o çizgide. sonra her dinlediğimde hayatımın o donmuş anısına dönüyorum, her şey tamamen aynı orada, herkes olduğu yerde, kimse uzaklara gidememiş. bir şarkının içinde donup kalmışlar. bir sabah birlikte tavana bakmıştık, işte bir şarkılıktı hepsi hepsi. http://youtu.be/3Kh09MuIfIU

true love waits. bölüm üç.
radiohead'in böyle bir şarkısı var bilirsiniz. herkes bilir. "ben yaşamıyorum, sadece zaman öldürüyorum" diyor şarkda thom yorke. arada lütfen gitme de diyor ama giden gitmiş bile. o zaten bekleyecek ama gitme demesi de lazım. o illa ki denir. sonra hayat hep biraz bekleme modu. yaşamak zorlaşır ve zaman öldürülünce çabuk geçen bir şeydir.bunu da herkes bilir, thom yorke da tabii... zamanı öldürerek mesafelerden intikam mı almaya çalışırız yoksa? ondan da pek emin değilim. ama bazen zaman da mekan da sadece birer kelimedir çünkü true love waits.
*http://youtu.be/zbjMEUmwp2o

16 Şubat 2013

Universal Love



söylemek istediğim her şeyi çok güzel özetlediği için bu şarkının en büyük hayranıyım.
aşk dediğimiz şey tam da buymuş meğer.

"as long as you love me I can be from Mars, I can be from Texas" oluruz yani, nedir ki yani.
tüm dünya bizim.

26 Ocak 2013

Mevsimler

sonra bir şarkı çalmaya başlar ve adam der ki, "hadi mevsimler başlasın." hangi mevsimler diye sormaya yanaşmam bile, öyle içten ister ki bunu "ne olacaksa olsun yeter ki mevsimler başlasın, değişsin, nasıl olacağı mühim değil" derim. hadi önce mevsimler bi başlayıverin, sonra da sakin bir müzik çalmaya başlasın, insanlar yeni mevsimle birlikte yavaşça dans etsinler. herkes dans ettiği için tüm ana yollar kapansın, arabalarını durduran insanlar birer birer kendilerini yola atıp bu büyük dansa katılsınlar. mevsimler bir bir başlasın, dans büyüdükçe büyüsün. şarkı sonsuza dek devam etsin. dünya bir şarkıdan ve sadece dans eden insanlardan ibaret olsun. hadi mevsimler bi başlasın. başlasın da gidelim.

23 Ocak 2013

Yirmi Beş

İki gün sonra doğum günüm ve ben şaşırtıcı olmayacak şekilde yaşlanmayı düşünüyorum. 25 olmanın 24 olmaktan pek bir farkı yok elbette; altı üstü bir yaş ama niyeyse 25 yaş bir şeylerin mutlak olarak biteceği (bkz:çocukluk), bu zamana kadar yetişkin olamadıysam bile bu andan sonra olmak zorundasın düşüncesiyle kavga etmeye zorlanacağım ve ne yazık ki şu çok korktuğum 30'a doğru saymaya başlayacağım yaş olacak benim için.  Ayrıca 'okulu bitirdin o zaman işe gir, evlen çocuk yap ve hayatının her gününü aynı sıkıcı iş yerinde iş arkadaşlarınla ev eşyaları hakkında konuşarak geçir, eğer bunları yapamıyorsan hayatını boşa harcıyorsun' temalı konuşmaların çılgınca hedefi olacağımız yaşın da ta kendisidir ne yazık ki 25. Tüm bunları 24 yaşında duymadığımızdan değil, tabii ki de beynimizi yiyen insanlar her yaşımızda bir yerlerden türemek suretiyle bizi sinir krizlerine sürükleyebilirler ancak yirmibeşte iş ciddiye biner. Artık ciddileşmenin ve toplumun söylediği her şeyi yapmaya başlamanın net ve kesin yaşına gelmişizdir, bundan sonra yapılacak her türlü aykırı hareket affedilmez sınıfına girecektir.

Şimdi bu söylediklerim size abartı gibi gelebilir ama hiç öyle değil. Ben kendi kafamın içinde 25 olmayla ilgili birtakım mücadeleler verirken tüm bu "yaşın geçiyor sen hala bıdıbıdı..." şeklinde gelişecek cümleleri öngörebiliyorum. Çünkü çevremdeki insanlara bunların söylendiğini duydum, gördüm, şahit oldum. Bizzat bana söylendiklerine de şahit oldum pek tabii zira ben toplum, kültür, gelenekler bikbik diye konuşmayı çok seven teyze kafilesinin çok kez ortasında kalmış, akraba denilen ne işe yaradığı bilinmeyen garip güruh tarafından da evde kalmış şeklinde nitelendirilip hayrına şu kıza bir koca bulalım çalışmalarının hedefi olmuş bir insanım. Biliyorum ki bu yaşımda da bu tarz şeyler azalarak bitmeyecek tam tersine katlanarak artacak. Sonra şunu düşünüyorum bu insanlar, bu düşünceler hepsi sinir bozucu olmanın dışında aslında hiçbir şekilde beni etkilemesi mümkün olmayan şeyler. Kendimi bir şeylerin gerisinde kalmış, olmamış, olduramamış hissetmeme gerek yok. ÇÜNKÜ BU SÖYLENENLERİN HİÇBİRİ BENİM HAYALİM DEĞİL. Sabit bir gelirim olsun diye yaşam enerjimi tamamen sömürecek bir iş istemiyorum mesela. Evlenmek, gelinlik giymek, anne olmak falan hayatımın en temel, en önemli amaçları arasında yer almıyor mesela. Ne yapmak istediğime henüz karar vermemiş olmam da çok normal bence, herkes istediği şeyi, olmak istediği insanı, birlikte yaşlanmak istediği kişiyi falan 22 yaşında buluyor ve hayatını ona göre kuruyor olabilir, o insanlara da saygım sonsuz ama benim onlar gibi olmamam yanlış olduğum anlamına gelmiyor. Hayat bitmiyor, kimse herhangi bir planın gerisinde falan değil. Zaten zamanla ilgili ne biliyoruz da neyi planlamaya çalışıyoruz onu da hiç anlamış değilim aslına bakarsanız.

25 yaşında olmakla ilgili en büyük sıkıntım fiziksel ve ruhsal olarak yaşlanıyor olduğum hissi. Gerçekten bu konuda kendimi sakinleştirmeyi başaramıyorum. Aynaya baktığımda gerçekten çok daha yaşlı bi insan görmeye başladım ve hala çoğu zaman 17den gün almış falan gibi hissetsem de bazen kendimi çok yaşlı yorumlar yaparken yakalıyorum. Hayata bakışım yaş perspektifinden şekillensin hiç istemediğim halde bazen kendimi benden genç insanlara siz daha gençsiniz ilerde anlayacaksınız tarzı konuşmalar yaparken yakalıyorum. Sanki artık daha çabuk yoruluyorum, sanki okuduklarımı daha geç anlıyorum. Beynim ve bedenim biraz yavaşlamış gibi hissediyorum. Elbette yaşlanmaktan kaçmak mümkün değil, hayatımın her dönemi aynı fiziksel ve zihinsel kapasiteye sahip olamayacağımı da biliyorum. Biliyorum bilmesine ama sanırım bunu rahat bi şekilde kabullenmeye ve bu fikirle barışmaya henüz hazır değilim. Bu noktada biraz abarttığımı kabul de edebilirim, 25 öyle aman aman bir yaşlanma yaşı değil ama sanki sembolik olarak çeyrek asır yaşamanın verdiği bir yükü ekliyor üzerime.Çeyrek asır yaşadım da ne yaşadım, o kadar çok bile değildi yaşadığım o zaman neden yaşlanıyorum diye düşünüyorum ve 35ime geldiğimde de bu şekilde hissetmekten korkuyorum. 25 yıl yaşadığımı anlamadım ben, hiç o kadar çokmuş gibi değilken neden o kadar çok? Neden bu kadar yaşlıyız birden bire. Benim tüm kavgam bu. Bu yaşımda bir şey olmak zorunda olduğum ya da hayatımı boşa harcadığım iddialarını falan kendime dert etmeyerek salt yaşlanma fikrine takılıp kalmış durumdayım. O yüzden de  yeni yaşımda da beni mutlu eden şeyleri yapmaya devam etme kararı aldım. Seyahat etmek benim en büyük tutkum, seyahat etmek bir kariyer, bir gelecek planı falan değil ama şu hayatta beni gerçekten ama gerçekten mutlu eden ender şeylerden biri. O yüzden üzerimde herhangi bir baskı hissetmeden, fiziksel ve zihinsel olarak da iyice yaşlanmadan önce seyahat etmek, dünyayı görmek, yeni insanlarla tanışmak istiyorum. Şanslıyım ki bunu yapabilecek imkana da sahibim ve yeni yaşım için bu kararı vermiş olduğum için de kendimle çok acayip gurur duyuyorum.

Yeni yaşım kutlu olsun o zaman, çeyrek asırlık insanım, hey gidi. daha dün bisiklete binmeyi falan öğrenmiştim ben, bir de sanki en son üniversiteyi kazanmıştım. ondan sonra ne oldu nasıl oldu işte o arayı kaybetmişim. bir gün geldi ve yirmi beş yaşında oluverdim. kreşte aşık olduğum çocuğu bile çok net hatırlıyorum. 20 yıl geçmiş olamaz ama olmuş be hocam. neyse çeyrek asırlık Gökçe, yeni yaş yeni maceralar...

17 Ocak 2013

The Royal Tenenbaums


Aynı gün içinde iki kez izlemeye teşebbüs ettiğim film. Bir kez yetmedi. Sinemanın neden dünyanın en güzel şeyi olduğunu bir kez daha hatırlattı bu film bana. Bir de soundtracki en güzel filmler listeme üst sıralardan giriş yaptığını belirtmeliyim. İzleyin.

14 Ocak 2013

Yapboz

durup durup mantıklı açıklamalar bulmaya çalışıyorum. akıl yürütmeyle, nedenler bulmakla, sonuçları tahmin etmekle ya da planlar yapmakla hissetmeyi durduramayacağımızı bildiğim halde kendime hakim olamıyorum. sanki tüm sorunlar bir mantık yapbozunun parçaları halinde olursa ve ben parçaları başarılı bir şekilde birleştirip, birleştirdiğim parçaları en sağlam yapıştırıcıyla yapıştırıp bir de bu yapbozu afili bir çerçeveye koyarsam sonra da karşısına geçip günlerce bu yapboza bakarsam her şey geçecekmiş gibi geliyor. sanki tüm cevapları bulacağım ve asla unutmayacağım. kötü de hissetmeyeceğim çünkü her şey kontrolüm altında olacak. oturup tüm parçaları birleştirmişim dağılmasınlar diye, yapıştırmışım bir de, çerçeveletmişim. sapasağlam duracak tabii. ne kadar da kolay olacak dağılmamak. kendimi kandırmak kadar kolay olacak mı acaba?

hissettiğim her şeyden ölürcesine korkuyorum. ona da söyledim, hissetmek beni öldürüyor dedim. çünkü ben daha önce kimseyi bu kadar sevmedim. kendimi bile sevmedim ki nasıl bileyim sevmek nasılmış. sevmeyi öğrendiğim zaman hissettiklerimden korkmam da garip değil, insanım neticede; yeni şeylerle karşılaştığımda hissettiğim ilk şeyin korku olması doğam gereği. hayatta kalmaya çalışıyoruz hepimiz. ama korkuyorum dedim. sevmekten. çok sevmek güzel bir şey olmalıydı, güzeldi elbette ama çok sevmek demek kaybersen daha çok dağılmak demek, giderse on kat daha çok özleyeceksin demek. bilim insanı olmaya çalışıyorum ya küçük hesaplarım hep bundan. her şeyi sayılara, oranlara indirgersem korkum geçecek zannediyorum. geçmiyor ama denediğim için beni suçlayamazsınız. hayatta kalmaya çalışıyoruz hepimiz neticede. tüm çabam bundan. bir bütün olarak kalmak istediğimden yapıyorum ne yapıyorsam. yoksa kendimi bıraksam mesela, bir kolumu keser ona veririm yanında götürsün diye. ya da iyice küçülür cebinde yaşamaya başlarım. belki de annesi oyuncak almadığı için kendini yerlere atan çocuklar gibi kendimi yerlere atar ağlarım gitmesin diye. bunların hepsini yapabilirim ama ben dağılmamaya çalışıyorum. sımsıkı duruyorum. zihnimde hep sımsıkı yapışmış yapboz parçaları... gözümü kapadığımda kendimi demir bir köprünün ayaklarına sımsıkı sarılmış görüyorum. nehre düşmek yok. sevgi insana böyle şeyler yaptırmaz diyorum. hem şimdi gidecek ama bir daha hiç gelmeyecek mi sanki. gelecek tabii. söz verdi. ben de yaşamaya devam edeceğim, bildiğim gibi. belki köprülerde daha dikkatli olurum, belki nehirlere çok bakmam, belki kendim için onlarca yapboz alırım, o yokken tek tek birleştiririm hepsini. başka ne var zaten yapılacak. kimseyi yolundan çeviremem ki, kendimi bile. yaşamanın yan etkileri diyip geçerim. sonra zaman derler, zaman her şeyi geçirir. belki zamanla zamanın silgisini sevmeyi bile öğrenirim.