24 Mayıs 2010

İhtimaller ve Kaybedişler

ben şu blogta şöyle bir söze rastladım: "No matter what you have now it is saddening to remember what you lost." Tam bu cümleye denk geldiğim sırada aynen bunu düşünüyor olmam beni oldukça etkiledi. İnsan bir sürü düşünce bulutu arasında anlamlandırmaya çalıştığı şeyi tek bir cümle halinde özetlenmiş görünce mutlu oluyor, bir aydınlama yaşıyor. Evet durum bu; sahip olduğumuz bir sürü şeye rağmen kaybettiğimiz de bir sürü şey var ve ne olursa olsun bu üzücü. Bence olasılık dahilinde olan şeylerin artık kesin bir şekilde olası olmadığı an yaşadığımız kayıp duygusu bizi üzen. Yani orada bir yerlerde şu anda sahip olmasak da "belki bir gün olur ya neden olmasın" dediğimiz şeyler artık hiç olamayacak boyuta ulaştıklarında hissettiğimiz yas yüzünden mutsuz oluyoruz. O yüzden aslında belki insanlara "sahip olduklarına bak mutlu ol" demek çok manalı değil. Tabi ki onlarla mutlu oluyoruz ama bu sahip olmadıklarımız için mutsuz olmamıza engel değil. Çünkü insan doğası arzulamaya programlanmış şımarık bir makine gibi, istediği bir şeyi kaybettiğini anlandğında buna bir tepki vermek zorunda. -Hoş bazen insanlara söylenecek başka bir söz olmadığı için de sarf ediyoruz bu cümleyi benim de yapmışlığım çok hani o yüzden doğru nedir yanlış nedir orası muğlak.-

Bazen de seçimler diğer seçenekleri olasılıksız hale getiriyor ve hayatta her zaman seçimler yapmak zorunda kalacağız, o nedenle "her seçim bir kaybediştir" sözünü bu kadar severim. Bir şeyi seçmeye karar verdiğimizde diğer tüm seçenekleri bir şekilde resimden dışarı atmak zorunda kalmak aslında bizlere verilmiş lanetlerden biri. Burada önemli olansa kaybedilen seçenek için üzülmek değil, insan üzülür ve ukte dedikleri o lanet şey var ya ah o ukteler en çok da onlara üzülür ama aslında önemli olan o seçimin sorumluluğunu almak; üzüleceğini bilsen de gene o seçimi yapmak. Sonuçta hayatta üzülmemek diye bir şey yok. Üzülmemek için her türlü olasılığı elinde tutmaya çalışan ama hiçbirine gerçekten sahip olamayan biri olmaktansa kaybettiklerimin yasını tutup hayatıma devam etmeyi tercih ederim herhalde. Zaten olan da bu. "Şöyle de bir ihtimal vardı olsaydı belki şu anda daha mutlu olurdum" dediğim çok fazla şey var ama şu anda olana sahip çıkıyorum. Hayat böyle yaşanıyor belli ki. Arada bir gözleri doluyor insanın ihtimallerinin olasılığını yitirişini düşününce sonra kafasını çevirip gülmeye ve kahvesini içmeye devam ediyor. Gerçekten hiçbir üzüntü grafikte sonsuza ulaşmıyor biz çoğu zaman öyle olacağını düşünsek de. Ya da belki ben artık eskisi kadar sallamıyorum. Şarkılar filmler de olmasa hatta bazı şeyleri hatırlayacağım bile yok.

"It’s not denial. I’m just selective about the reality I accept." bu sözü de şurda okudum onu da pek beğendim alakasız veya bi yerinden alakalı olarak.

21 Mayıs 2010

Ö

Herhangi bir şeyin önemi varmış gibi yaşamaya devam ediyoruz, olan bu. Sanki yaşamayı çok seviyormuşuz gibi sanki bazı insanlar hiç varolmamış gibi. Ölüm üzerine çok düşünürdüm eskiden; entellektüel bir kavrama çabam vardı, kuramlar ve felsefi laflar çok anlamlıymış gibi yapardım. Artık düşünmüyorum çünkü ölüm bir konsept değil, bir gerçek ve bu gerçek beni çok yordu, yoruyor. Ne olursa olsun ölümden sonra doldurulamayacak boşluklar var ve kimse bunu düzeltemez, düzeltemeyecek. Kimse kimsenin acısını onun yerine yaşayamaz ancak o acısını yaşarken yanında olabilir. Ve galiba bu da yetiyor; acı çekerken yanında duran birilerinin olması belki de yaşamayı isteme nedenimiz her şeye rağmen.

Ve gerçekten insanlar öldüğünde geriye sadece fotoğraflar kalıyor. Her fotoğrafta o kişinin yaşadığı bir gün. O yüzden daha çok fotoğraf çektirin. Sevdikleriniz için.

7 Mayıs 2010

Life Unexpected, The Weepies ve çok az miktarda yakarış.

Bu bloğun son zamanlardaki "içsel yakarış platformu" hallerine bir dur diyesim var. Ben aslında sürekli yakarış halinde bir insan değilim ne çok düşünüyor ne de çok sorguluyorum. Aslında çoğu zamanım boş aktivitelerle geçiyor ve burada bahsi geçen yakarışlar da birkaç dakikalık hezeyanlar şeklinde geliyor, gidiyor bazen kalıyor yalan söylemeyim. Ama ben başka şeylerden bahsetmek istiyorum. Mesela Life Unexpected diye bir dizi keşfettim. Çok tatlı ve ilk sezonunu 13 bölümle bitmiş durumda, başlayacaksanız en güzel zamanlar; bir anda 13 bölümü tüketip mutlu olabilirsiniz ben oldum. Evlat edinilmek üzere verilen ve biri tarafından evlatlık olarak alındığı zannedilen aslında hiçbir zaman kimse tarafından evlat edinilmeyen sonra da 16 yaşında gerçek anne babasıyla karşılaşan bir kızın hikayesi. Bir yerde Juno'yla Gilmore Girls'ün birlşimi yazmışlar dizi için ben de pek katıldım. Tam olarak bir gilmore girls havasını yakalayamasalar da olsun idare etti beni. Diziyi çok sevdim ikinci sezonu çok merakla bekliyorum ama belki diziden daha çok sevdiğim her bölüm 3-4 süper şarkı kullandıkları soundtracki. Ben bir dizide güzel şarkılar duydum mu o diziye çok çabuk ısınıyorum. Bir taşla iki kuş vurmak gibi. Bu diziden de bir sürü yeni şarkı ve grup kazandırdım kendime. Hele bir tanesine öyle bir vuruldum ki bunca zamandır şarkılarını dinlemediğim için dövünüyorum şu sıralarda. Bir de şunu keşfettim ki ben bir kadın-bir erkekten oluşan hafif müzik yapan grupları çok sevme eğilimindeyim. She & Him, Angus & Julia Stone ve şimdi de The Weepies.

The weepies'de iki tane pek şirin insanın vokallerini duyuyoruz, tatlı gitar melodileri ve süper sözlerle folka yakın işte genel olarak singer-songwriter tarzı şarkıları söylüyorlar. Grup amerikalıymış ve ayrı müzik kariyerlerini birlşetirmeye karar vermişler çok da iyi etmişler. Henüz tüm albümlerini dinleyemedim ama "say i am you" albümlerinin büyük kısmnı dinlemiş olarak söyleyebilirim ki muhteşem muhteşem bir albüm. Her şarkı başka güzel. Happiness albümlerinden de birkaç şarkı dinledim ama zaten ben bu grubun henüz beğenmediğim bir şarkısına rastlamadım. İlk dinlediğimde bile çok sevdiğim şarkıların sahibi grupların yerlerinin hep ayrı olduğunu bildiğimden the weepies'i şimdiden en favorilerimin arasına koydum. Siz de dinleyin belki seversiniz hatta bence kesin seversiniz.



Bir de aklıma geldi geçen gün teoman bizim okula konsere gelmişti. Hani şu "babamın öldüğü yaştayım" cümlesi var ya bir şarkısında, o şarkıyı binlerce kişiyle birlikte sürekli söylemek zor gelmiyor mudur? Orada binlerce kişinin ağzından babasının öldüğü yaşta kendisinin bir bar taburesinde oturduğunu duyuyor avaz avaz. Sürekli olarak babasının erken ölümünü düşündürtmüyor mudur bu durum. Niyeyse bana çok garip geldi, yani ne bileyim evet sadece şarkı sözü ama ben binlerce kişi öyle bağırırken rahat edemezdim herhalde.

Son birkaç kelamım olacak tutamadım gene kendimi. How i met'deki gibi gelecekteki gökçe'ye bir not bırakmak istiyorum. Hayatta istediğin şeylerin olmasını sağlayamıyorsan bunda senin suçun büyük, adam gibi insan ol azıcık. Eğer yapamayacağını düşünüyorsan büyük hedefler yerine elindekilerle yetinmeyi öğren çünkü hayatta elindekilere gözünü kapayıp onları elinin tersiyle iten insanlar mutsuz olmaya mahkum oluyorlar.Bu biraz şey gibi; herkesin rock starları sevmesi gibi, onları sevmek kolay sadece ışığından etkilenip üzerine hiç düşünmeden sevebiliyorsun ama önemli olan rock star olmayanı-olmak istemeyeni sevebilmek, çaba harcamak. İçinde çelişkilere düşmeden yaşayabilmek. Yine de kendine de çok haksızlık etme, baktın olmuyor yardım istersin.

Canım sıkkınmış benim ya, pazar günü de ales var. Sonra çilenin bir kısmı bitiyor.

2 Mayıs 2010

Yaşayabilmek

Bugün kendi hayatımdan çok sıkıldım, ders çalışmayı ve yapmam gereken diğer şeyleri bıraktım. Kendimden sıkıldığımda hep yaptığım şeyi yapıp kitaplara sarıldım çünkü bir süreliğine de olsa başka bir hayatın içine girmek, okumak, okumak ve okumak iyi geliyor bana. Ancak bu şekilde geçirebiliyorum zamanı yoksa kafamı duvarlara vurmam an meselesi haline gelebiliyor. Murathan Mungan'ı ne çok sevdiğim üzeirne sayfalarca yazsam gene de içim rahat etmez, yetiremem. Onun kitaplarında beni çok başka etkileyen hikayeler, hayatlar var, dilinde hiçbir zaman erişemeyeceğim mükemmelik ve duruluk var. Akıp gidiyor zaman ve sayfalar. İşte o hayatlardan biri kendi sıkıcı ve anlamsız hayatımken onun anlattığı hikayelerin birindeki anlamsız hayata sahip başka bir karakterin ağzından çıkan sözleri buraya yazmak istedim.

"Güzellik, başlı başına bir faşizmdi; dünyanın en adaletsiz dağıtılan şeylerinden biriydi. Bedenler arasına çekilen sosyal tel örgüler ve bunların birbirine haram edilmesinin çeşitleri üzerine düşünüyordum uzun uzun... Cinsiyet, milliyet, din ayrımından, güzel ya da çirkin olmaya, genç ya da yaşlı olmaya, sağlam ya da engelli olmaya varan birçok olasılıkla yeniden basküle çıkarıp tartıyordum insan gövdelerini zihnimin haritasında. Herkesçe görünür gövdelerin neredeyse sahiplerinden bağımsız görünmez hikayelerle dolu bir dünyası vardı. Onları her an her yerde görürdük, bakın bir kambur, bir obez, bir topal, bir hüsna, bir yaşlı, bir cüce; bedenlerin dünyası başlı başına zalim bir imparatorluktu. Bu imparatorluğun onca farklı çeşitten oluşan tebasına karşın, içlerinde yalnızca birkaç biçimine yaşam hakkı tanınıyordu."

Ben de düşünürüm ve içim acır bu konu üzerine, insanların bedenlere her şeymiş gibi davranmalarından ve o bedenlerin içinde olan bitenle ilgi kimsenin en ufak bir anlama çabasının olmamasından sıtkım sıyrılır. Etiketlerden, gruplamalardan, dışlamalardan. Üstelik kimse içine hapsolduğu bedeni seçmezken nasıl oluyor da insanlar bu kadar beden faşisti olabiliyorlar. Neden böyle oluyor, neden bazı kriterlein dışında kalan herkese kendilerinden nefret etmeleri gerektiği aşılanıyor, neden insanlar zalimce bedenlerinin kölesi olmaya zorlanıyor. Bilmiyorum, anlayamıyorum zaten. Hergün gördüğüm duyduğum onca şey beni hayattan biraz daha soğutuyor. Kendi hayatımdan sıkıldığım gibi dışarıda olan biten her şeyden de sıkılıyorum. İnsanlar arasında yaşamak istemiyorum bazen.