26 Ağustos 2008

Welcome To A World Without Rules!

The Dark Knight'ı izledim bugün nihayet. Filmle ilgili sadece 3 şey söyleyeceğim: Belki çok az spoiler içeriyordur, uyarayım önceden,çok çok az ama...

Birincisi; bu filmin olayı Jokerdir, inanılmaz bir performans Heath Ledger'dan, keşke bu performansını tüm dünyayla birlikte izleyip övgüleri duyabilseydi, Ben de onun bu son ve çok görkemli performansına tutundum her saniyesinin çok değerli anlar olduğunu bilerek izledim, filmden çıktığımda büyük bir hüzün kapladı içimi, onu bir daha beyazperdede göremeyecek olmak, bunun gerçekten bilincine varmak çok üzdü beni,

İkincisi ;Joker dışında abartıldığı kadar yokmuş film, kötü değil kesinlikle ama ben herhalde çok daha farklı bir şey bekliyormuşum, çok da farklı bir şey sunmuyor The Dark Knight bence.

Üçüncüsü; tüm süper kahramanların yüksek binalardan düşen bir sevgilileri-sevdikleri oluyor bu değişmez bir şey. Eğer süperkahraman olmak istiyorsan binalardan düşen bir kız bulman gerekir mesajı var galba.(Bu pek The Dark Knightla ilgili olmadı, daha genel baktım olaya:)) Ayrıca bu filmde gerçek bir felsefesi olan tek adam da Joker, Batman de diğerleri de oldukça yavan, zaten Batman'i hiçbir zaman sevememişimdir, kendine ait tek bir süper gücü bile olmayan süper kahraman mı olur, olmaz. Olay o zaten, o da adamda yok, bitirdim, bu kadardı.

Why So Serious?

25 Ağustos 2008

Yemek Yapan Bir Ben

Ben yemek yapmayı seviyorum, seviyorum sevmesine ama genelde yemek yapmıyorum.Fazla üşengeçim ve de her zaman dünyanın en güzel yemeklerini yapan bir annem olduğu için bu işe pek yeltenmiyorum daha çok yiyorum ki o da hayatta aktivite olarak gerçekleştirmekten memnun olduğum bir şey :). Ancak geçen gün tüm üşengeç halimden sıyrıldım, kalktım yemek yaptım. Çok güzel oldu, acayip sevindim. Yıllarca izlediğim yemek programları bir işe yaramış galiba. Yemek yapım süreci çok eğlenceli ama o sürecin sonucunda ortaya tadı güzel bir şeyler çıkınca çok daha eğlenceli oluyor.
İçinde domates ve domates sosu olan her türlü yemekte muhteşem tadı tutturacağıma inanıyorum artık, çok gizli bir tarifim var. Ayrıca domastes soslu makarnada bir italyanlar, iki ben yani o derece iyiyim ve kendimi o kadar beğenmişim ki burada yaptığım makarnanın güzelliğinden bahsediyorum. İşte ben bir şeyi yaptım mı böyle süper yaparım (yalan). Makarna zaten eskiden de iyi olduğum bir alandı ancak etli yemekler dünyasına adımımı atmış bulunuyorum, hayırlı olsun.

21 Ağustos 2008

Tatil Yazıları 3: Veda Gibi Bir Şey

Hava yeni yeni aydınlanırken, etrafta bizden başka kimse yoktu. Kumların üzerinde oturuyorduk, hayattan, inançlardan,ordan buradan konuşuyorduk. Hiçbir şey umrumuzda değildi çünkü biliyorduk bu bir sondu, söyleyemesek de bu bir vedaydı. Birlikte geçireceğimiz son vakitlere sarılmış, her şeyi bir anda yaşamak istiyorduk. Konuşacak, tartışacak, ağlanacak çok şey vardı. Tüm bunlara inat gece sona ermiş, hava aydınlanmıştı. Denizden gelen hafif dalga sesi ve bizim sesimiz sabahın 5inde birbirine karışıyordu. Vücudumdaki alkol miktarına inat koşmaya başladık, ayağımda çorabım vardı. Deniz kenarında manasızca koştuk,koştuk,koştuk. Yarış da yaptık. Tüm gece uyumamış bir insan için fazla enerjiktim, çok canlı hissediyordum. Tüm hayatımda 2-3 kez hissetiğim bir şeydi bu, ölene kadar koşardım bıraksalar, hüzünle karışık bir mutluluk dolaşıyordu içimde, bir yandan "bugün bitecek Allah kahretsin, dönüp dönüp bugünü özleyeceğim" diyip anı yaşamak yerine gelecekteki mutsuzlukları düşünüyor, bir yandan da "evet işte çok mutluyum çok canlı hissediyorum" diye tekrarlıyordum içimden. Her şey ne garipti, zaman algımı tamamen kaybetmek üzereydim, hissettiğim şeylere bir isim de koyamıyordum, mutlu muydum, üzgün müydüm, ümitsiz miydim? Bilmiyorum, hepsinden biraz belki. İçim içimden dışarı çıkmak ister gibiydi, bir kez daha sığamadım hiçbir yere, koştuk, koştum, deniz oldu her yerim.

18 Ağustos 2008

Tatil Yazıları 2:Semizotu,Oltadaki Balıklar ve Deniz

Bu balkonda oturup dururken aklımdan geçen düşüncelerin hızı beni bile şaşırtıyor. Burası, benim ikinci evim olan yer, beni düşüncelerden duygulara sürüklüyor. Burada yaşarken hissettiğim şeyin huzur olmadığını biliyorum, huzurlu hissedemeyecek kadar çok şey geçiyor kafamdan, aynı anda fazla sayıda şey hissediyorum. Hem yoruluyorum, hem çok dinlenmiş hissediyorum kendimi. Ayağım kuma ilk değdiği anda içimde anlamsız sevinç gösterileri başlıyor, hele denizle buluştum mu kocaman çığlıklar atıyor içim. Burada tek başıma değilim ama yalnızım. Güzel yalnızlık denen şeyi yaşıyorum, kafam sadece bana ait, sorumluluklardan ve tüm gerekliliklerden uzak sadece kendim için çalışıyor beynim, düşünüyorum burada, sadece düşünmek için. Deniz kokusu geliyor burnuma odamda tembellik yaparken, her köşede yetişen semizotlarından salata yapmış annem ve akşamüzerleri balık tutan arkadaşlara alışmaya çalışıyor bünyem. Kafamın içi ikiye bölünmüş gibi, zıt tarafa giden oklar görüyorum gözlerimi kapatınca ve bunu anlatacak bir metafor üretemiyorum. Burası uzak kalınan yer, hayattan, koşuşturmacadan, ve belki sevdiğim başka şeylerden uzak kalınan yer, ve zamanın akmadığı küçük kent burası, yıllar geçse de hep aynı, her şey olması gerektiği gibi, kendi düzeninde devam ediyor, her zaman tahmin edilebilir olayların yaşandığı, denizin hep güzel koktuğu, yakamozların her zaman aynı güzellikte olduğu yer burası. Kaostan çok çok uzak, kaosun kendi düzeni varsa burada düzenin düzeni var.

Hiç değişmeyen şeyleri nasıl sevdiğimden bahsetmemişimdir ben, ama öyledir; tadı aynı kalan, zaman geçse bile aynı hissettiren şeyleri çok severim, zaman makinesi görevi görürler benim için. Burası benim zaman makinem, benim çocukluğum, benim kafamın ikiye bölündüğü yer, deniz kokusu ve içinde huzur barındırmayan mutluluğum, bazen de en güzelinden hüznüm. Bir an için yaşamayı seviyorum diye geçirdim içimden, sonrası belirsiz… Güzel bir şarkı başladı bunları yazarken ve canım bir kahve yapıp balondan dışarı-denize doğru- bomboş bakmak çekti, hiçbir şey yapılmayan ama çok doğru hissettiren o anları ne kadar özlediğimi fark ettim. Uzun zamandır olmadığım kadar rahatlamış hissediyorum, sanki hiçbir şeyin sonu yokmuş gibi geliyor, denize doğru kayıyor gözlerim, bu dalga sesleriyle uyusam ve sonsuzda uyansam diye geçiriyorum aklımdan bir saniyeliğine, hayatta tek problemim okeyde bitememek olsa diye düşünüyorum, sonra hemen vazgeçiyorum, ben yaşayamam ki problemsiz, zorlamalardan ve hayatın türlü saçmalıklarından uzak. Tatil burası adı üstünde, bir süre için iyi hissettirmesi daha sonra da terk edilmesi gereken şeydir tatil.
14.07.08

16 Ağustos 2008

Küçük Bir Balıkla İlgili Anlamsız Bir Yazı

Küçük, turuncu bir balığımız oldu. Ben almadım, komşumuz getirdi bıraktı bize, tatile gideceklermiş de biz bakalım istemişler. Başka türlü evimize balık girmesi zaten imkansız çünkü ben evde balık beslemeye karşıyım, balıkları sevmiyorum ve de anlamsız buluyorum. Çok cansız geliyorlar bana, yaşıyormuş hissi uyandırmıyorlar. Bense evde beslediğim hayvanlarla bir iletişim kurmak istiyorum, sevmek, mıncıklamak, konuşmak, iletişim kurmak işte istiyorum. Evde onların da yaşadığını hissetmek istiyorum. Mesela bir muhabbet kuşu alsam eve, cırlar, konuşur, uçar,mıncıklanır. Kedi alsam mıncıklarım, oyunlar oynarız, köpek zaten muhteşem bir hayvan, çok akıllı kendi varlığını her zaman hissettirir, arkadaş olur, mıncıklanır,. (mıncıklama ile kafayı bozmuş insan) Ama ne yaparsın bu balıklar sıkıcı hayvanlar, tüm gün küçük akvaryumda dolaşıp duruyorlar, bir yandan da üzülmüyor değilim aslında hallerine; çok yalnızlar, özellikle bizim evdeki balık çok yalnız, akvaryumu küçük, başka balık arkadaşı da yok, yapacak hiçbir şeyi yok. Ancak bu yalnız balığın ilginç birkaç özelliği var ; Birincisi yıllardır yaşıyormuş ki ben yıllarca yaşayan süs balığı hiç duymamıştım. Genelde bunlar hemen ölür diye bilirdim ben, hatta balık alan arkadaşlarımın balıkları günler içinde çoğu zaman bir ay bile dayanamadan ölüyorlardı. Bu yüzden bu balık bize acayip bir sorumluluk yüklüyor, hayvan o küçücük haliyle yıllarca yaşamış,şimdi bizim evde ölürse, "naptınız bu hayvana, sizin eve geldi de öldü" diyecekler. Çok korkuyorum o yüzden, çocukluktan beri çok yiyen balıkların patlamaları ile ilgili hikayeleri duymuş, içten içe de bir balık patlasa da görsek diye düşünmüş biri olarak ben bu hayvancağız çok yemekten ölmesin diye sabah akşam özenle 4 tane yem veriyorum ellerimle, hatta bazen 4 bile çok 3 mü versek diye düşünüyorum. Bu balık arkadaşın ikinci ilginç özelliği ise beni görünce heyecanlı bir şekilde suyun üzerine çıkıp sanki bana bakarmış gibi ağzını açıp kapaması. Yemek istediğini varsayıyorum ama çok da şaşırıyorum, insanlara bu kadar alışkın başka bir balık görmemiştim. Garip davranışlar sergiliyor bizim balık, pörtlek gözleriyle bakıyor, akvaryumunun içinde dolaşıp duruyor. Bunları yazarken aklıma Arizona Dream'de Axel'ın söylediği bir söz geldi. "Fish doesn't think because fish knows everything. "(balıklar düşünmez çünkü onlar her şeyi bilir) böyle bir şeydi tam doğru yazamamış olabilirim ama. İşte bu söz aklıma gelince belki balıkların bu kadar sessiz olmalarının nedeni her şeyi bilmeleridir diye düşünmeden edemedim. Dünyanın ve yaşamın sırrını çözmüş canlılardır belki balıklar, o yüzden de her şeyi boşvermiş, bir miktar suyun içinde karınlarını doyurup ordan oraya yüzüyorlardır.

13 Ağustos 2008

Tatil Yazıları 1: Beş Adımda Roma

Romada hediyelik eşyaların kazık olduğu yerlerden biriydi bu sokak, ama ben içinde aşk çeşmesi olan yuvarlaklardan aldım kendime.

Aşk Çeşmesine dünyanın parasını kaptırdım, ne çok dileğim varmış benim. Gittim geldim bozuk para attım. Bakalım dileklerimiz gerçekleşecek mi?

Renkli renkli makarnalar. Hepsi çok güzeldi. Benim gibi en sevdiği yemek makarna, en sevdiği içecek de kahve olan bir insan için Roma cennet gibi, sokakları kahve kokuyor ve her taraf makarna dolu:)

Dünyanın en güzel cappuccinosu ve dünyanın en güzel tiramisusu. Ben ki tiramisu yemeyen, beğenmeyen insan bu muhteşemlik karşısında saygıyla eğildim şapka çıkarttım hatta:). Kokmayan ve baymayan bir tiramisu, çok hafif ve çok lezzetliydi. Cappucinolara söyleyecek laf bulamıyorum zaten. Hergün mutlaka içtim, ama galiba içtiklerimin en güzeli buydu.

Navona meydanı. Her yer sanatçı dolu, herkes resimlerini satıyor, müzisyenler şarkılarını çalıyor.Etrafta pizzerialar, kafeler vardı. Çok mutlu bir yerdi.

12 Ağustos 2008

Heaven Knows I'm Miserable Now*

- Youtube neydi, nasıl bir şeydi hatırlayamıyorum artık.

-Korsan cdci sevgili kardeşlerim, evet iyisiniz hoşsunuz ama dizinin 24 bölümünü koyup da final bölümü olan 25. bölümü neden cdnin içine koymazsınız, ayıp yani günah bile olabilir bu yaptığınız. Ya bulamasaydım o 25. bölümü, tek bölüm için bi daha mı para verip cd alacaktım, amacınız bu muydu yoksa, üçkağıtçılar :)

-How I Met Your Mother'ın 4. sezonu 22 eylülde başlayacakmış. Benim okulum da o gün açılacakmış,Az kalmış sayılırmış.

-Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni okuyorum. Douglas Adams'ın alaycılığına ve espri anlayışına hayran kaldım. Çok ilginç bir kitap, aslında 5 kitaplık bir serinin ilk kitabı. Bunu bitirir bitirmez seride hızlıca ilerleyeceğim. Okunacak diğer kitapları bu serinin sonrasına bıraktım.

-Bugün yeni aldığım ayakkabıyı giyerek dışarı çıktım. Doktora gittim. Sonra o ayakkabı ayağımı vurdu, herzaman olan şey bana; yeni aldığım her ayakkabı ilk seferde ayağımı parçalar. Yine de ben bu kadar kötü olacağını düşünmemiştim. O ayakkabılarla önce Cinnah yokulunu çıktım, Sonra o yokuşu tekrar indim Kuğulu Park'a kadar yürüdüm, sonra Kuğulu Parktan Kızılaya yürüdüm ve otobüs durağına ulaştım. Bu sıralarda ayaklarım çok fena alarm veriyolardı ama yapacak bir şeyim yoktu. Otobüsten inince artık bu ayakkabılarla yürümenin imkansız olduğunu fark edip ayakkabılarımı çıkardım ve kalan yolu çoraplarımla yürüdüm. Öyle muhteşem bir rahatlamaydı ki tarif etmem çok zor. İnsanın çok sıkıştığı anda tuvalet bulup çişini yapmasından bile daha rahatlatıcıydı. Görenler garip garip baktılar gerçi ama olsun, sorun değil, o sırada ayaklarımın verdiği partiye katılmakla meşguldüm, kimseyi umursayamadım. Yeni ayakkabı sakat iş. Hem rahatsız edici düzeyde temiz oluyorlar hem de yürümeyi imkansız kılıyorlar.

-Forgetting Sarah Marshall hiç komik değilmiş, hayallerim yıkıldı :(

-Umbrellas adlı grubun The City Light adlı şarkısı pek güzel.

*Why do I give valuable time to people who don't care if I live or die ?


11 Ağustos 2008

Metro Nefreti

Bu metrolar beni hasta ediyor, evet beni hasta eden şey kesinlikle metrolar. Tüm o istasyonlar, saçma kalabalıklar, birbirine bakan oturaklar, yeraltı trenleri, metal bekleme sandalyeleri... Tiksiniyorum hepsinden, yeraltında nereden geldikleri ve nereye gittikleri anlaşılamayan o kalabalıktan nefret ediyorum. Sürekli bir karmaşa, bir sürü insan, konuşanı, güleni,ağlayanı, koşanı... Çok fazla insan var, yeraltında geçirilen zaman için çok geliyor bunların hepsi. Neden metrolarda bu kadar depresif hissettiğimi daha iyi anlıyorum artık, sürekli bir tetikte olma durumu, sürekli bir yakarış var içimde, nefret ediyorum metro senden. Devamlı kendimi sorgulamama neden olduğu için, her zaman karanlık ve soğuk olduğu için, insanların arasında boğulmuş gibi hissettiğim için nefret ediyorum. Camdan bakmaya çalıştığımda duvar gördüğüm için de ayrıca nefret ediyorum. Hasta ediyor metrolar beni.

9 Ağustos 2008

Kate Havnevik ve Grey's Anatomy

Ben bugün Kate Havnevik adında muhteşem sesli bir kadından bahsedeceğim ama bunu yapmadan önce biraz gerilere gidip bu güzel sesli hanımefendeyi nasıl keşfettiğimden bahsetmek istiyorum. Grey's Anatomy'yi duymuşsunuzdur doktorlar ve onların hayatlarını konu alan Amerikan yapımı bir dizi, hatta Türkiye'de Doktorlar adında çakma bir versiyonu da bulunuyor. İşte bu dizi yani Grey's Anatomy son 2 haftama damgasını vurdu, diziden daha çok belki de bu dizinin muhteşem soundtracki beni etkiledi. Başka bir şey dinleyemez oldum. Her bölümden sonra beğendiğim şarkıları arayıp buldum, hepsini tekrar tekrar dinledim, sanırım son yıllarda şahit olduğum en güzel soundtracke sahip, çok çok başarılı dizinin müzikleri. İşte Kate Havnevik de Grey's Anatomy sayesinde keşfettiğim, sesine ve şarkılarına bir anda vurulduğum, dinlemekten kendimi alamadığım çok hoş bir insan. Last fm sayesinde topladım hakkındaki bilgileri, Norveçli, kendi şarkılarını yazıyor ve söylüyor. Ses tonu muhteşem, şarkıları bir yandan huzur verirken bir yandan çok fena çarpıyor.Bu zamana kadar Grey's Anatomy'de kullanılan 4 şarkısı Unlike me, Grace, Nowhere Warm ve Timeless başta olmak üzere bu kadının söylediği her şarkıya her cümleye hasta olduğumu söylemek isterim.Ayrıca son zamanlarda beğendiğim ve dinleyebildiğim tek kadın vokal, kadın vokallerle aram pek yoktur ama ne olduysa bu sefer sevebildim.
Şarkılarına bir göz atmak için :
Kate Havnevik Myspace
Kate Havnevik Last Fm

Bu arada dizinin soundtrackinden bahsettim ancak, sadece soundtracki değil baştan sona tamamı çok güzel. 3. sezonu bitirmek üzereyim şu sıralar ve gerçekten ayrı kalmakta zorlanıyorum, kendime bir limit koymaya çalışıyorum ama günde en az 3 bölüm izlemeden başından kalkamıyorum, bir yandan da bitmesin istiyorum, çünkü Grey'si de bitirdiğim zaman kendimi çok büyük bir boşlukta hissedeceğimi biliyorum Dizlere ve filmlere bu kadar bağlanmamam gerektiğinin farkındayım, bu hiç sağlıklı değil ama ama ama ben tatildeyim şu an ve yapmam gereken hiçbir şey yok ne yazık ki, keşke kendimi meşgul edecek başka aktiviteler bulabilsem. Şimdilik böyle idare edip mutluymuşum gibi yapacağım, dizilerim, müziklerim ve ben idare ediyoruz...gibi.

8 Ağustos 2008

Mutlu Mutlu Filmler İzledim.

Güzel mi güzel, şirin mi şirin 4 tane film izledim, o kadar sevdim ki hepsini burada minyatür afişlerini görmek ve üzerlerine bir iki laf etmek beni çok mutlu edecek.Hem uzun zamandır izlediğim filmlerle ilgili bir şeyler yazmıyorum buraya, aslında çok uzun zamandır hiçbir şey yazamıyorum buraya elimde olmayan nedenlerden dolayı, neyse şimdi konumuz bu değil. Konumuz güzel filmler.

Ben Kind Rewind: Çok sevdiğim ve naçizane dahi olarak nitelendirdiğim muhteşem yönetmen Michel Gondry'nin son filmi Be Kind Rewind. Daha önceleri izleyip de çok beğendiğimiz filmleri bir de Gondry'nin dünyasından izleme fırsatı buluyoruz filmde ki bu eşsiz bir deneyim. Kısa kısa da olsa Hayalet avcılarına yapılan ev yapımı efektler, bitirim ikilinin yeniden çekilen dövüş sahneleri ve daha birçok filmin kahramanlarımızca yeniden çevrimi... Tüm bu yeniden çekimlerin yanında kendi hikayesini çok sağlam ve dokunaklı bir şekilde sonuna kadar güzel bir sadelikte götürüyor Be Kind Rewind.. O kadar eğlenceli, o kadar naif bir duygusallık ve espri anlayışı taşıyor ki bu film aşık olmamak elde değil. Rüya Bilmecesinden sonra yeniden kendine hayran bıraktı Michel Gondry, eternal sunshine'ı saymaya gerek bile duymuyorum. Her filmi benim için onlarca filme eş olan bir isim Michel Gondry, yaratıcılığına ve hayal gücüne hayranım.

Little Miss Sunshine:Bu filmle ilgili söylemek istediğim ilk şey çok sade ve basit oluşu. Karmaşadan tamamen uzak, ve anlatmak istediğini çok doğru bir yoldan izleyiciyi yormadan anlatıyor. Ben de işte tam olarak bu yüzden sevdim Little Miss Sunshine'ı. Derin bir duygusallık var, aslında karanlık bile olabilecek bir malzeme var ama o sarı minibüsle, minik kızla, yollarla havası aydınlatılmış gibi sanki. Bir ailenin yola çıkmasıyla bağlarını yeniden keşfetmeleri üzerine hani klişe bir laf vardır ya sımsıcak bir film diye aynen ondan, yolların insanları ayırmaktan çok aslında onalrı birbirlerine bağladığını düşünen ve yol filmlerini çılgınca seven bir insan olan ben için çok yararlı ve keyifli bir film oldu diyebilirm. Sonunda çok gülümsetiyor insanı:)

Across The Universe: Uzun süredir tarafımdan izlenmeyi bekliyordu Across the Universe. Ne salakmışım ki yeni izleyebildim, izler izlemez bir daha izledim, beni tutmasalar bir daha izlerdim herhalde:) Beatles'ın dünyaya bıraktığı bu mirasın, bu güzel şarkıların bir müzikal filmde toplanması kadar hoş bir şey olamaz, üstelik bu şarkılar güzel yorumlanmış, söylenmiş, güzel kullanılmış ve bir hikaye ile birleşmişse, şarkıların anlattığı tüm hikayeler bir bütünün parçası olmuşsa,işte o zaman böyle bir durumda yemede yanında yat diyebilirim, derim. Sinema ve müzik bütünlüğünü her zaman çok sevdim zaten, şu hayatta en çok sevdiğim 2 şey diyebilirim hatta. Güzel müzikli filmleri, hikayeler anlatan şarkıları, melodileri ve görüntülerle melodilerin uyumlarını sevdim. Across the Universe beni fazlasıyla mutlu etti. Jim Sturgess'in de ne muhteşem bir sesi varmış öyle, maşallahlarımı iletiyorum kendisine, Joe Anderson'a da dikkat çekiyorum ;) Bir yazının sonunda da sığlaşmasam, yavanlaşmasam çatlarım:D

Lars and The Real Girl: İçimdeki Ryan Gosling aşkına tavan yaptıran film oldu Lars and The Real Girl. Çok muhteşem bir oyunculuk çıkarmış öncelikle belirteyim. Kendisinin filmleri bundan sonra kaçırılmayacaklar listesine eklendi. Filme gelirsek, ben hikayesini çok çok beğendim. Çok yalnız ve mutsuz bir hikayesi var bence, en azından filmin ilk yarısı bu şekilde ilerliyor, oldukça karamsar ve üzgün. Sonra biraz daha kalabalıkalşıyor film, bir adamın iyileşme sürecine tanık oluyoruz, her şeye rağmen, insanların birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve bazen kaçmanın saklanmanın yarardan çok zararlı olabileceğini güzel bir dille anlatıyor. Yaralı insanlar için devam etmenin ne kadar zor olduğu üzerine de belki bu film biraz, ben bunları gördüm en azından ve çok sevdim.

1 Ağustos 2008

42

Tatil süper bir şey ama bitmek üzere. Ankarayı özledim bloğumu da özledim. Zaman çok çok hızlı geçiyor ve anlatacak çok hikayem var. Şu an insanı salaklaştıran bir rüzgar esiyor dışarda ve ben internet kafe klavyelerine ne kadar gıcık olduğumu bir kez daha keşfediyorum, ben burada anlamsızca mutluyuım poyraza rağmen ve yakamozların bağımlısı olmak üzereyim. Bir de yeniden çay bağımlısı oldum. O güzel kokulu deniz manzaralı çaylarıyla aklımı çeldiler.