29 Kasım 2010

Herkesin Bir Mr. Darcy'ye ihtiyacı var.











Tabi ki Bridget Jones'un da var. Kendi Mr. Darcy'imizi bulmak için Elizabeth Bennet olmaya gerek yok belli ki. Ama düşüncem şu; dünyada Mr. Darcy'ler tahmin ettiğimizden çok daha az hatta oynayacak adam bile bulamamışlar ki hepsini Colin Firth oynamış. Bu durumda dünyanın en şanslı iki kadını Elizabeth Bennet ve Bridget Jones oluyor. Tüm dünyadaki kadın nüfusunu göz önüne alınca etrafta dolaşan 3-5 Darcy ihtimali beni çok karamsar yapıyor. Çok karamsar. Sanırım Mr. Darcyler de hayallerin baş kahramaını olmaya devam edecekler.

28 Kasım 2010

Sessizlik

İnsanların her şeyle ilgili fikirleri var , durduramıyorsunuz. Sizin acınızı nasıl yaşamanız gerektiğinden ne düşünmeninizin doğru olacağına kadar. Sonra, şakadan da olsa bazı sözlerin ne kadar yaralayıcı olduğunu fark edememeleri var. Böyle derinizi delip geçiyor sanki o sözler, kendinizle ilgili düşündüğünüz kötü şeylerin başka ağızlar tarafından yüzünüze söylenmesi ve onların artık fark edilen birer gerçek olduğunu kavramamız çok üzüyor. Belki sadece benim uydurmalarımdır diye teselli edemiyorsunuz artık kendinizi. Sonra bir de ofansif şakalar var; gülmediğiniz için yadırgandığınız. Kadınlığa, eşcinselliğe veya genelden farklı olan her şeye bu farklılıklara saldırılarak yapılan hiçbir mizah beni güldürmüyor. Gülsem de güldüğüme üzülüyorum sonradan. Bazıları benim çok hassas olduğumu düşünüyor, belki de öyleyim ama benim için kelimeler ve cümleler hiçbir zaman öylesine söylenen şeyler olmadı. Ben başka şekilde bakamam ve insanlara belli etmesem de kafamın içinde her bir söze teker teker üzülürüm. O yüzden bazen tamamen sessizlik olmasını diliyorum, kendim de konuşmayayım öylece duralım. İnsanlarla birlikte ama sessiz. Güzel bir hayal. Hepsi gibi imkansıza yakın.

24 Kasım 2010

Hayata Adapte Olamama Sendromu

Annemin dediği bir şey var bu sabah bahşetti hatta bu önemli fikrini; "senin şimdiye kadar bunlara alışmış olman gerekirdi" dedi, "neden hala ilk sefermiş gibi üzülüyorsun." Haklı tabi şimdiye kadar tüm bunları kanıksamış ve sallamıyor olmam gerekirdi, normal bir insan böyle yapardı. Ama ne yaparsın ben hiçbir zaman herkes gibi tepki veremedim. Herkes için çok kolay olan şeyler benim için zordu, kendimle ilgili fikirlerim hiçbir zaman annemin kendi ile ilgili fikirleri gibi olmadı. Bunun bir yatkınlık olduğunu kimseye anlatamadım yatkınlık hastalığa dönüştü gene anlatamadım. Çünkü herkese göre biraz olumlu düşünsem böyle her şeyi kafama takmasam iyileşecektim, üzülmeye değer miydi ya hayatta neler oluyordu. Hem bir de ben psikologtum kendimi tedavi edebilmeliydim sonra başkalarını nasıl tedavi edebilirdim. Bunlar ağızlardan öylesine çıkan cümleler , onlara bakınca her şey ne de kolay değil mi, ama değildi işte. Birazcık olumlu düşünseydim ufacık şeylere üzülmeseydim. dim dim. Sonuç olarak gene aynı yerdeyim evet kendimi tedavi edemedim, bunu yapabilen bir insan varsa o benim tanrım falan olabilir ama ben buna da inanmıyorum. Bazı şeylerin bazı insanlar için zor olduğunu kimse anlamazken ve ben de anlatamazken ne iyileşmesinden bahsediyorsunuz. Bir yanım hep suçlu hissedecek ve bir yanım hep kendinden nefret edecek, üzgünüm ama durum bu ve ben belki sonunda alışacağım bazı şeylere artık sallmayacağım belki ama o gün geldiğinde bile bir tarafımla üzüldüğümü bileceğim sadece belki artık üzülmekten sıkılmış olurum. Anneme hak vereceğim günler bile gelir belki kim bilir. Ama iyileşme denen şey sanırım benim kafamda bir anlam ifade etmiyor. Psikolog olmam da hiçbir şey ifade etmiyor, gerçekten. Hatta bir kişi daha bana kendini iyi et derse yangın var diye bağırabilirim. Neden yangın var diye bağrılır onu bilmiyorum ama o şekilde bağırmazsam küfür ederek bağıracağım daha nahoş olacak.

Ve sanırım artık bir iş bulmalıyım veya bir şeyler yapmalıyım. İngiltere olayını gerçeğe dönüştürmek için bir şeyler yapıyorum gerçi ama bütün yıl ingilterede yapacağım şeylerle ilgili hayal kurarak geçmez. Aslında geçer de birileri daha bana işle ilgili soru sorarsa kafa göz dalarım diye korkuyorum. Hem gerçekten insanlara neyse bundan! Son zamanlarda insanlarla gerçekten hiç anlaşamıyorum. Her zamankinden daha fazla yoruyorlar beni. Sinirli bir insan oldum, çok fazla engellenme yaşadığım için bu sinir biliyorum, neden kafamın içindekilerle gerçek hayat bu kadar az örtüşüyor, neden bu kadar ergen cümleler kuruyorum ben, kendime de kızıyorum şu an. Bence bazı insanları büyümeye zorlamamak lazım, herkesin harcı değilmiş bu iş. Tercihe bağlı bir şey olsaydı büyümek, ruhu ona uygun olanlar yetişkin olsalar olmayanlar ise hep çocuk kalsalardı gerçekten çok mutlu bir dünyada yaşıyor olurduk. Ben de hayata adapte olmakta bu kadar zorlanmazdım.

22 Kasım 2010

Yaşanamayan olaylar ve 90lardaki pijamalı klip

Hayatımdaki ultra enteresan şeylerden falan bahsetmeyi ben de isterim ama ne yazık ki başıma gelen en enteresan şeyin kontörümün bitmesi olduğu bu dünyada bloga yazacak atraksiyonlarım yok. Olay bazında çok durgun geçiyor günler o yüzden hayatım herhalde bir durum hikayesi olabilirdi. -Ki bence o kadar bile olmazdı ya neyse.- John Mayer'ın "half of my heart" şarkısını da içinde bulunduğum durumu tam olarak anlatsın diye seçtim. Böyle olunca çok mutlu oluyorum itiraf edeyim satırlarca uzun uzun yazacağım şeyin özetini geçmiş adam. Ne yazıcam ben de dinlerim diyorum. Öyle duruyorum, kafamda kuruyorum her şeyi valla, kura kura kurudum be adam da diyerek gülşenin tahminen 1994 yılındaki pijamalı klipli şarkısı "be adam"a da gönderme yapıyorum. Nedense o yıllarda Gülşen'in konuk olduğu Şahane Pazar programnı bugün bile çok canlı hatırlıyorum, nasıl travmatik bir yaşantıysa tüm ilkokul anılarım gitti gülşen, pijaması ve uygur kardeşler zihnimde capcanlı. Zaten hayat boyu kafam bu şekilde çalıştığı, dünyanın en gereksiz ayrıntıları beynimin içinde dönüp durduğu için şu anda bu haldeyim ya hadi ona da neyse. Gülşen evrim geçirdi, reha muhtarla bile çıktı o derece yani, şahane pazar yayından kalktı ben üniversiteyi bitirdim ama hala aynı tas aynı hamam. Neden bi Gülşen kadar bile olamıyorum şu dünyada. Çok dertlendim blog, o yüzden bu videoyu buraya koyuvereyim de 90lara dönelim, benim gibi 90lara takıntılı insanlar varsa onlara da bi hayrım dokunsun, şarkıyla da bi mesaj veriyor değilim onu da belirtmek isterim zaten gülşen'in klibiyle mesaj verecek kadar düştüysem vay halime. Garip de olsa güzelmiş lan , bildiğin güzel klipmiş. Hayır şimdi durup dururken nerden de aklıma geldi, ah ulan bilinçdışı sen beni öldüreckesin illa bi yerden kuruyosun bağlantıları. Çakal.

20 Kasım 2010

Güneş ışığı kusan insanlara bi sus diyen insan olmak istiyorum.

Umut Sarıkaya'nın yarrak gibi adam tiplemesi var ya ha işte öyle insanlardan ölesiye nefret ediyorum. Dr. Cox'ın deyimiyle "güneş ışığı kusan" her şeyin mutlu yanını gören ve pozitif insanlar oldukları için özel olduklarını zanneden, kötü şeylerin asla kendi başlarına gelmeyeceğini düşünen bu kitleye en güzel küfürleri etmek istiyorum. Hadi herkes istediği gibi yaşama hakkını sahip ama bu mutlu, güneş ışığıyla çalışan insanların başkalarının hayatlarına karışma hakkını kendilerinde bulma kibirlerine ekstra kıl oluyorum. Gerçekten sen mutlu, pozitif, cıvıldak bir insan olabilirsin, senin hayatın senin seçimin ama gelip de bana "sen olumlu düşünmediğin için başına kötü şeyler geliyor, aslında sende şöyle potansiyel var, şöyle süper bi insansın ve inanırsak yapabiliriz" gibi laflar edersen ben de sana bi siktir git diyebilirim. Sonra bir de tüm televizyon kanalarında her türlü programı parsellemeleri var ya bu insanların; hangi kanalı çevirsem ruhum kusuyor. Ya sağlıklı beslenmeden ya pozitif düşünceden ya da kendimizin aslında ne kadar değerli olduğundan falan bahsediyorlar. Sürekli yedikleri sebze meyveyi anlatıp sporun onları ne kadar canlı ve mükemmel kıldığını tüm dünyayla paylaşıyorlar. Sonra bizim gibi yemeği hakkında konuşmayı değil onu yemeyi tercih eden, havanın güzelliğyle birlikte çiçek açmayan insanlara tavsiyelerde bulunuyorlar. Hiçbir televizyon da hayata gerçekçi veya karamsar bakan bir insanı programına konuk etmeyeceği için sanki dünyadaki tüm gerçeklik sebzelerini buharda haşlayan, mutluluğa inanan ve pilates yapan güneş insanlarıymış biz de doğru yolu bulamamış zavallılarmışız gibi bir mesaj veriliyor. Artık buna isyanım var, canıma tak etti her gün gazetelerde nasıl daha mutlu oluruz hangi sebze bizi daha canlı yapar, spor yapmazsak başımıza ne korkunç şeyler gelir ve en önemlisi düşüncenin gücüyle nasıl parıldayan kelebekler olabilirz temalı yazıları görmekten, televizyonda ve sokaklarda bu insanlara maruz kalmaktan. Dediğim gibi kendi hallerinde yaşasalar gene bi şey demiycem ama herkesin hayatına burunlarını sokuyorlar, tabi tüm dünyayı mutlu etmek onların misyonu çünkü, o mükemmellik ve parlak ışık herkese bulaşmadan rahat edemeyecekler.

Bir de artık sebze mi yiyorsunuz lahana detoksu mu yapıyorsunuz neyse o, şimdiye kadar bir milyonuncu televizyon programnında iki milyonuncu gazete haberinde görüp ezberlemiş olmanız lazım, ben bile ezberledim lan. Yeter yani eğer birileri daha bir avuç ceviz badem falan derse televizyona kafa atacağım. Eğer birileri daha içimizdeki güçten, olumlu düşünerek dünyayı yerinden oynatabileceğimizden en önemlisi hayata dair gerçekçi her düşüncemizin bizi yavaş yavaş öldürdüceğinden bahsederse ben de bu dünyada kimsenin 3 avuç ceviz bir sap lahanayla sonsuza kadar yaşamadığını pozitif düşündüğü için düşündüğü her şeyin gerçek olmayacağını herkesle paylaşan, milletin günışığına turp sıkan bir insan olacağım. Herkes benim hayatımı işgal edebiliyorsa ben de onlara aynı şeyi yapacağım. O yüzden bi durun, ben düşündüm olacak, yapacağım diyorsanız da içinizde tutun, sakin sakin. Her şey size kolay biz bir şeyi başaramıyorsak veya mutsuzsak bu da bizim suçumuz ve evet çok zayıfım, sağlıksızım, mutsuzum, inançsızım, karamsarım, size bir zararım yok. Beni değiştirmeye çalışmayın. Toplum için de bir tehdit değilim, merak etmeyin. Uzak durun ve iki rekat susun.

17 Kasım 2010

Maybe it's the weather or something like that.

Belki başka bir şeydendir tam emin değilim Bob Dylan havalardan olabileceği iddia ediyor mesela; -neden olmasın- bazı günler bazı insanlar aklımıza düşüveriyor ya işte sonra böyle çok özlüyoruz falan ya sanki yanımızda olsa o insanlar, sevdiğimizi göstrerebilecekmişiz gibi veya kıymetlerini bilecekmişiz gibi. Onlarla kafamızın içinde konuşup en güzel cümleleri kurup en manalı hayali bakışları atıyoruz falan ya hani. Otobüs yolculuklarında çalan şarkıları dinlerken gözümüzün önüne onlarla ilgili saçma sapan ayrıntılar geliyor ve gülümsüyoruz falan ya. Sonra gerçekten karşılaştığımızda dilimiz tutulup tüm mükemmel cümleleri unutuyoruz ve tüm anlamlı bakışların yerini boş bakışlar alıyor ya, sonra onları görmenin özlemimize iyi değil kötü geldiğini anlıyoruz ya işte bu bizim dramımız. Havalar ya da başka şeyler ne olursa olsun sanırım insanları aklımıza düşürmeyecek ortamlarda bulunsak, öyle havaları arasak belki, biraz daha iyi olabilirdi her şey. Hem gerçekten kavuşmanın özlemi geçirdiğini kim söylediyse çok büyük yalan söylemiş. Yok öyle bir şey.

15 Kasım 2010

Tek Bir Ayakkabı

Bugün kızılayda insanların yürüdüğü bir yolun orta yerinde tek bir ayakkabı gördüm. görülecek en ilginç şeylerden biridir benim için "tek ayakkabı". Bir insanın ayakkabısının tekini kaybedeceği veya bir tane ayakkabıyı canı sıkıldığı için yolda bırakacağı gibi düşünceler beni çok mutlu ediyor. Böyle bir insanla tanışmayı arkadaş olmayı falan isterim ben. (Bkz: Joey). Kalan tek ayakkabısıyla yürüdüğü yolları düşünüyorum da, acaba ayakkabısının tekinin olmadığını fark etmemiş olabilir mi? Tüm bulvarı yürümüş, metro çıkışına geldiğinde kendinde bir gariplik olduğunu sezmesinin akabinde tek ayakkabı ile yüzleşmiş ve onca yolu geri dönüp diğer ayakkabısını almaya üşendiği için vazgeçip evine öylece gitmiş midir? Ya da hikaye aslında hiç böyle gelişmemiş yolun kenarındaki binalardan birinde bulunan bir insan arkadaşına şaka olsun diye ayakkabısının tekini camdan aşağı atmış ve tüm gün bu yaptığıyla gurur duyup içten içten sırıtmış mıdır? Sonra ayakkabısı atılan kişi kaybolan tek ayakkabısının gizemini düşünüp düşünüp karalar bağlamış mıdır?. Yolun ortasında tek bir ayakkabı! Hikaye hangisi olursa olsun tüm eve dönüş yolu boyunca beni mutlu ettiği kesin. Bir gün olur da ayakkabınızın tekini kaybederseniz bana haber verin, en azından bu hikayeye sahip gerçek bir tanıdığım olsun, sağda solda anlatayım sırıtarak.

13 Kasım 2010

Başka Bir Şarkı

Down River by The Temper Trap by infectiousmusicuk

Bu şarkıyı çok seviyorum ben. Başka da bir şey söylemeyeceğim, bu kadar.

9 Kasım 2010

we are standing on the edge



it's gonna be a glorious day
i feel my luck could change

Claire'i anlamak, artık daha fazla anlamak.

4 Kasım 2010

Hello Darkness, My Old Friend*

Yalnızlıkla ilgili hiçbir problemim yok, gerçekten. Hatta seneye bu zamanlar bilmediğim bir ülkede bilmediğim bir şehirde kimseyi tanımıyorken yaşayacağımı ve tam manasıyla yalnız kalacağımı düşündüğümde de kaygılanmıyorum. Bir şekilde hallolur zira ben tek başınayken sıkılan biri olmadım hiç. Bana çekici gelen bir tarafı bile var yalnızlık kavramının. Şunu da düşündüm mesela; burada mutsuzum zaten, oraya gittiğimde de belki mutsuz olurum ama en azından farklı bir yerde mutsuz olurum, farklı bir şeyler yapıyor oluşumla avunurum. Gideceğim konserleri düşünsenize, İngiltere yani müziğin kalbi. Sırf bunun için bile gidilir. Şu an için sadece bir ihtimal de olsa düşünmesi güzel, yalnızlık mesele değil. Son zamanlarda oldukça çok yalnız zaman gerçirdim zaten. Kitapçılara, okul kütüphanelerine, sinemalara gittim yalnız başıma, sokaklarda dolaştım her zamanki gibi, insanlara baktım uzun süreler boyunca. Hala bir şey anladığım yok, onu söyleyeyim; insanları izleyerek geçirdiğim saatlerin çokluğu pek bir şey katmıyor bana. Muamma devam ediyor.

Mesela bugün, insanların kendileri ile ilgili anlattıkları hikayelerde ne kadar farklı ve eşssiz olduklarına dair paylaşma gereği duydukları ayrıntıları düşündüm. Herkes o özelliğin kendine ait olduğunu ve bunun çok değişik bir şey olduğunu zannediyor ya sonra başka başka kişiler bana aynı şeyi anlatıp ne kadar eşsiz olduklarına dair geribildirim istiyorlar ya bir de, işte o zaman içimden alaycı alaycı gülüyorum. Şu kar taneleri muhabbetine girmeye gerek yok bence. Evet evet hepimiz birbirimziden farklı kar taneleriyiz ama sonuçta kar taneleriyiz, özümüz bu. Neden bizde olan bir şeyin başka bir insanda asla bulunamayacağı gibi bir kendini önemse içindeyiz onu merak ediyorum. Sanırım bu da insan olmakla alakalı bir şey, ben yine de söz konusu insanlar olduğunda onların farklılıklarından çok benzerliklerini düşünüyorum. Dünyayı bu hale getiren, eminim ki insanların o eşssiz kar tanesi özellikleri değil de sadece kar taneleri olmaları. Bu kadar sıradan bir düzen öyle çok farklılıkla olacak şey değil. Kendimizi kandırmayalım. Birbirimize bu kadar benzemesek medeniyet diye bir şey de olmazdı herhalde. Belki ben psikoloji ile fazla haşır neşir bir insan olduğumdan , insanların benzer olaylara verdikleri benzer tepkiler hakkında bir sürü şey okuduğumdandır, bilemiyorum. Hatta bazen bana o kadar aynı geliyor ki tüm insanlık canım sıkılıyor. Ve ayrıca bu demek olmasın ki farklılıklara inamıyorum ya da onları önemsemiyorum. Tabi ki her insan kendine özel, sadece kendinin anlayabileceği ve hissedebileceği bir şeyler taşır içinde ama bu, insanların her gün anlattığı ben sabah kalktığımda kafamı bir kere dolabın içine sokar, dişlerimi sadece sol elimle fırçalarım gibi bir şey değil. Veya içimde öyle bir acı ve boşluk hissediyorum ki kimse anlayamaz gibi bir şey de değil. Böyle yani, bilemeiyorum belki bunlar da çok ilginç şeylerdir ama bana hiç mi hiç ilginç ve farklı gelmiyor doğrusu. Anlatılan hikayelerdeki diğer bir sürü davranış diğer bir sürü özellik gibi. Belki de benim içim öldü her şey sıradan geliyor, bak o da olabilir.

Sonra bir de Adnan'ın hikayesi var. Belki birgün anlatırım onun hikayesini, beni çok üzüyor çocukluğumdan beri annemden dinlediğim bu hikaye. Bilirsiniz anneler aynı hikayeleri tekrar tekrar anlatmaya bayılır. Çocukken işkence gibi gelen bu hikaye seansları büyüdükçe daha manalı gelmeye başladı bana. Eskiden annem 105. kere anlattığı için yarım yamalak dinlerken şimdi 156. kez anlattığında sanki ilk defa duyuyormuş gibi can kulağı ile dinliyorum. Neden bilinmez; belki annelerin bir hikayeyi anlatabileceği sayının limitinin dolmasına az kaldığı ve bunu artık fark etmeye başladığım için, belki de sadece hikaye çocukken anlayamadığım kadar güzel olduğu için. Birçokları var böyle ama Adnan en üzgünü. Artık onu düşündüğümde gözyaşlarımı tutamıyorum, çocukken böyle değildi. Ve zaten çocukken her şey daha az üzgündü.

*Bence en azından haftada bir Simon & Garfunkel dinlemek lazım. Hayat kısa, bu kadar güzel müzik varken elimizin altında heba etmeyelim. The sound of silence gibi bir şarkıyı yapmış olmaları bizim için bir lütuf değil de nedir. Bir de Bob Dylan evet Bob Dylan ve mızıka. Yaşarken gerekli. Onu da haftada bir iki doz alıp uyumak lazım.

3 Kasım 2010

Autumn Sonata

























































Bazen bazı şeyler çok zor.


Not: Bu haftayı kendime Ingmar Bergman haftası ilan ettim. Filmlerinin üzerine yazacak pek bir şey bulamadığım için onun sözlerinden alıntı yapmak en güzeli galiba. Bazen bazı insanlar sizin söylemeniz gerekeni sizden çok önce ve sizin söyleyebileceğinizden çok daha mükemmel şekilde söylemiş olur. Ve bu durum sizi asla rahatsız etmez aksine anlaşılmış ve anlamış hissederseniz. Bir de daha az kopuk biraz daha bağlantılı. Hayata veya bir insana veya herhangi bir şeye.