30 Aralık 2009

Yeni Yıl Dediğin Dileksiz Olmaz

Sevgili yeni yıl tanrısı;

Bu yıl senden öyle aman aman şeyler istemiyorum, vallahi seni yormak niyetinde değilim. Hep kolay ve olabiir şeyler istedim, bak listeme; görecek ve bana hak vereceksin zaten.

Yeni yılın son aylarında tam olarak yapmak istediğim şeyi yapabileceğim bir ortamda bulunmamı sağlarsan çok çok mutlu olacağım. 2010, istediğim mesleği tam olarak öğrenebileceğim yerlerde bulunmaya başlayacağım yıl olsun.

Yeni yılda bana tüm the smiths ve led zeppelin albümlerini bana bahşetmeni diliyorum, onları odama ışınlarsan ben de karşılarına geçip izleyebilirim, bak dinlemek bile istemiyorum sadece orada dursunlar ben de onlara doğru bakayım istiyorum.

Bana toefl denen sınavan odtü kaç puan istiyorsa o kadar puan vermeni istiyorum, yok odtüyü boşver dersen beni NYU'ya gönderecek miktarda parayı hesabıma yatırmanı diliyorum dolar olarak tabi sana zahmet olmazsa.

Bu yıl Zara'da şöyle çılgın indirimler olmasını diliyorum, bak ne kadar düşünceliyim ki bedava olsun demiyorum, indirimle yetineceğim. Hadi gene iyisin. bir de bana çizme bul be, yok biçbir yerde.

Şöyle ağustos-eylül gibi beni ingiltereye yollamanı çok rica ediyorum ingiltere olmaz dersen de kızmam sana, İtalya'ya yolla beni. Olmadı Madrid' e yolla. Yok yok vazgeçtim hepsine yolla sen.

Bu yaz serdar ortaç ve demet akalın yeni albüm yapmasın istiyorum. cidden istiyorum bunu.

Johnny Depp ve Daniel Day-Lewis daha çok film yapsın.

Coldplay ve Morrissey türkiye'ye gelsin. Hadi insanlar kendim gitmeyecek olsam da size de bi kıyak yapayım Iron Maiden da gelsin bu yıl artık.


Neyse geyik bir yana mutlu bir yıl olsun işte 2009 bana hiç iyi gelmedi bittiği için de memnunum. Hayatımın en zorlu yıllarından biriydi ve en çok büyüdüğüm yıl da 2009du, bitmesi şöyle derin bir nefes alma isteği yaratıyor lanet yıl bitti sonunda diyip seviniyorum zaman birimlerine inanmadığım halde. Ve geçen yıl bu blogta yazdığım yeni yıl dileklerimi tekrarlıyorum geçen yıl çok iyimser geçmediği halde aynı dilekler bu yıl için de geçerli: New Year's Eve Prayer.

Herkese güzel yıllar, benim de dileklerimi yerine getir yeni yıl tanrısı 2009 için özür dileme fırsatı sana hadi bakalım. sıradaki..

27 Aralık 2009

Mucizesiz

İnsanların her şeye "mucize" demelerinden bıktım usandım. Dünyadaki en sıradan ve doğal olayları bile mucize diye adlandırıp sanki mümkünatı olmayan şeylermiş de kudretli bir el değmiş ve gerçekleşmiş gibi yüceltmiyolar mı içim bunalıyor. Bir bebeğin doğumuna mesela mucize diyen insanoğlunu anlayamam ben. Binlerce yıldır yaşanan gayet sistematik ve gerçekten hayatın en doğal süreçlerinden biridir doğum. Milyonlarca, milyarlarca kere tanık olunmasına rağmen hala bunu mucize zanneden insanların içinde bulundukları garip hali tarif edecek sözüm yok. Nesi mucize bunun, bu mucizenin tam tersi gayet sıradan gayet olağan bir şey. Hala buna şaşırmanın mantığı nedir? Soruyorum ama cevabı belli; kendi yarattıkları çocuk mucize, onların başına geldiği için mucize, anneliği yücelttiği için mucize. Sıradan olamayack kadar anlamlı bir şey, benim çocuğum ve benim anneliğim mucize. Ona mucize dersem bir anlam ifade eder bebeğin taşımanın da ne kadar özel ve anlamlı bir şey olduğunu vurgular, ben taşıdım o bebeği bu süreci başarıyla atlattıysam bu çok özel bir şey olmalı.

Ay o arabanın 2 cmle sana çarpmaması mucize. Adam çatıdan atlamış ölmemiş mucize, yıllar sonra başka bir ülkede bir kafede karşılaştık mucize. Hiçbiri mucize değil. Mucize falan yok etrafta, hiçbir zaman da olmadı. mucize dediğimiz ya tesadüf ya da görülme sıklığının azlığı. Ama tabi insan abartılarına bakarsak sıradan ve olağan bir sürü şey bile mucize. Zaten doğumun mucize olduğu yerde big mac yemek de mucizedir televizyon izlerken uyuyakalmak da. Bi rahat olun be insanlar bir şeye mucize demeyerek de ona anlamlar yükleyebilirizsiniz, bebek yapmak sıradan bir şey ama o çocuğu iyi büyütür seversin, mutlu olursunuz yaşayıp gidersiniz. Çocuğa projem diyemediğiniz için mucize diyip kendinizi rahatlatmanızın faydası yok, faydası olsaydı bu kadar mucizevi bir sürecin ardından doğan mucize yaratıkların dünyasının mucizevi bir yer olması gerekirdi, öyle mi peki, değil. Saksının sen geçtikten bir saniye sonra yere düşmesi de mucize değil, hiçbir saksının seni bu kadar önemsediğini sanmam. Tesadüfün gelmiş. Sıkılıyorum her şeyi abartanlardan, televizyonda çıkıp aman aman da inanılmaz olaylar diye gayet sıradan olayları anlatmalarından.

20 Aralık 2009

Gökdelenden at beni, aşağı in tut beni


Bir pazar sabahı yine eskilere dönmüş nostalji şarkılar dinleyip eski videolar izliyordum ki bon jovi'nin all about loving you klibi geldi aklıma. Bu klibi çok severdim ben. Tam daha liseye yeni başladığım zaman her türlü müzik kanalında tekrar tekrar gösterirlerdi ben de her seferinde çılgın gibi ekrana yapışır izlerdim. Bon jovi sevgimi o zamanlardan beri içimde bir çiçek gibi büyütürüm zaten. (tutamadım kendimi bu espriyi yapmak zorundaydım kusura bakmayın) Bu klibi çok sevmemin nedeni o yıllardaki romantik ergen halimle bana çok şık çok romantik gelmesiydi. Şarkı da güzel zati, dokunaklı sözler, acıklı bakan jon bon jovi, güzel kız ve adam mutlu günler yaşamışlar, adam kendini gökdelenden aşağı atıyor. Sonra adam paraşütlen evlenme teklif ediyor, aman da aman ne güzel değil mi? Değil işte, şimdi izlediğimde bana hiç romantik gelmiyor bu klip hatta bünyemde sinir yaratıyor.

Buradaki adamın yaptığı şeyi düşünüyorum mesela, aşağıda kız seni izlerken kendini gökdelenden atıyorsun, o kız orada aklını kaybetti bi kere, biraz sonra yumurta gibi beyninin dağılacağını göreceği düşüncesiyle bi travmatize oldu. Hoş kız da boş boş duruyor orda, adamın sümük gibi yere yapışmasını çok sakin bir şekilde izleyecek izlenimi bırakıyor, çok cool, sadece dua ediyor sanki o noktada dua edince ters yönden hızla esen bi rüzgar adamı yeniden yuları fırlatacak. Neyse kız salak oldu, şaştı kaldı orda, tam sona hazırlanırken sen paraşütü açıp evlenme teklif ediyorsun. Ya o kız orda kalp krizi geçirseydi nolcaktı hanzo ? Ben olsam o kızın yerinde, adam aşağı indiği gibi tokatı basardım suratına onca insanın içinde rencide eder pis laflar söylerdim kendisine, sonra da onu orda mal gibi bırakır olay yerini terk ederdim. Ne hakla bana bunları yaşatıyor yani başlarım evlenme teklifinden de. Güya sevdikleri insanları kendi ölümüyle korkutup sonra da bak beni kaybedeceğine ne çok üzüldün de mi ayağı yapanları sopayla dövesim geliyor. Öyle evlenme teklifini de başına çalsın, beni dağıttı aklımı oynattım geri dönüşü olmayan yaralar açtı varlığımda sonra da evlenme teklif edecekmişmiş.

Romantik olacağım diye maymunlaşan erkeklere de çağrımdır yapmayın böyle yavan şeyleri, mesela havai fişek patlatmayın sevgiliniz için ya da bilboardalara reklam vermeyin, kalabalık yerlerde herkesin içinde mikrofonla evlenme teklif etmeyin. Yavan oluyor, gereksiz şeyler bunlar. Hiç romantik de değil üstelik gösteriş sadece. Hele kendiniz hiç sağdan soldan atmayın, ölüyorum ben diye kandırmayın insanları. Romantikseniz de başka yolar bulun hem çevreyi rahatsız etmeyin hem de orjinal olun azcık. Hadi bu kadar. sinirimi boşalttım bon jovi klibi vesilesiyle.

Güzel şarkı ama :) pazar günü şarkısı olsun bari.

18 Aralık 2009

Yeni Yıl Şarkısı

A Fine Frenzy Oh Blue Christmas adıyla bir ep çıkarmış christmas şarkılarını yorumlamış, pek tatlı pek güzel. Ben oturmuş bu şarkıları dinlerken çocukluğumun yılbaşı günlerine döndüm. Ne zaman dinlesem tatil şarkılarını çocukluğumu hatırlarım zaten. İşin garip tarafı çocukken bu şarkıların hiçbirini dinlememiş olmam. O dönemi hatırlatması için hiçbir neden yok, anıları yok ama ne var ki çocukluğumun yılbaşlarına yapılan seyahetlerde mutlaka fon müziği olmuştur bu şarkılar.

Bizim evde yılbaşı hep aynı ritüelle kutlanırdı. Plastikten kocaman eski bir ağacımız vardı, dalları eski püsküydü, insanda bir yaşanmışlık hissi bırakır her yılbaşında biraz daha eskir dalları kopar yaprakları yolunurdu. Biz inatla o ağacı salonun köşesine koyar ve süslerdik. Her yıl aynı süsleri aynı poşetin içinden çıkarır, o tüylü uzun süslerle ağacı baştan başa sarıp ışıklar koyardık. Aslında tüm bunlara kardeşim ve ben çok özendiğimiz için katlanıyorlardı anneme kalsa o eski püskü ağacı fırlatıp atacaktı, çok toz yapıyordu zaten bir süre sonra annem attı o ağacı. Ama yine de hatırladığım kadar uzun süre bizle kaldı. Sonra salonda iki avize arasına parlayan iplerden gerilir uçlarına parlak toplar takılırdı. Yılbaşı günü annem tüm maharetlerini göstererek her yıl aynı menüyü masaya koyardı. Hindi, pilav, zeytinyağlı yaprak sarması, rus salatası, marul salatası, biber patlıcan kızartması, kuruyemiş. Menü asla değişmedi, hala değişmez bu bizim yılbaşı adetimiz haline geldi. Yılda sadece bir kere yapıldığı için de hep özel hissettirdi, ailecek patlayana kadar yemek yiyip, televizyon izleyerek kutladık yeni yılları. Annemin cin tonikleri içerek kafayı bulduğuna sadece o geceler tanık olabildik. Belirli bi saatten sonra komşuların gelip, parasına heyecanla tombala oynadığımız ve gerçekten tombala oynarken heyecanlandığımız zamanlardı. Çok daha küçük olduğum yıllarda babaannem yaşarken, bize geldiklerini hatırlıyorum, o zaman yerde balonlar da olurdu ben hep balonların üstüne otururdum, her şey yerde dururdu. Yine ağacımız, süslerimiz olurdu ve sanki o zamanlar yeni bir yıla girmek daha bi anlamlı daha bi heyecanlıydı. İşin güzel yanı ne zaman çocukluğumun yılbaşlarını hatırlasam aklıma tek bir kötü anım bile gelmez. Hep mutlu ve güvende hissederim kendimi geçmişe baktıkça. Düşünüyorum sonra ve diyorum ki gerçekten mutlu bir çocuktum ben, süper olmasa da iyi bir ailemiz vardı, aile geleneklerimiz vardı ve insan kendini sarıp sarmalanmış hissediyordu. 90lardı, televizyon daha eğlenceli ve ilginç, hava daha soğuk ve daha karlıydı.

Çirkin eski püskü ağacımızı attıktan sonra da minaytür bi tane aldık ama artık eskisi gibi değil yılbaşı günü takıyoruz fişe, sarı ışıkları var sadece. Artık yılbaşlarında pek kar yağmıyor ankaraya, annem içki içmiyor o gece ve tombala oynamıyoruz oynasak da zevk almıyoruz. Bazen kardeşim olmuyor evde bazen de ben olmuyorum. Büyüdük işte bazı şeyler sadece anılarda kaldı hatırlandıkça iyi hissettiryor, zaten olması gereken de bu herhalde. Her şeyi aynı şekilde devam etse neyi özleyeceğim, kendimi yalnız hissettiğimde nasıl çocukluğumu geri çağıracağım.

Bu yıl nasıl geçer yılbaşı gecesi bilmiyorum belki evde olurum belki olmam ama annem her koşulda aynı menüyü koyacaktır sofraya, sonra akşamdan kalan etlerle sabah çorbasını da yapacaktır ve ben yemeği kaçırsam bile o çorbayı mutlaka içip yeni yılın benim için bir anlam ifade etmesini dileyeceğim içimden. Öyle yeni yıl kararlarıymış, beklentilermiş onlara hiç girmiyorum. Her yıl kendine sözler verip tutamayınca da hayal kırıklığına uğrayan insanlardan olmak istemiyorum zaten hayatta yeterince hayal kırıklığı var kendiliğinden bir de benim kendi ellerimle yenilerini eklememe gerek yok.

En bi sevdiğim yeni yıl şarkısını paylaşayım sizlerle, herkes söylemiş bu şarkıyı ama otis redding bi başka söylüyor:



ya şimdi 100 greatest Christmas Songs listesinde görünce çok sevdiğim ve filmlerde kullanılmasına bayıldığım bir diğer şarkıyı da eklemeden edemedim. Muhteşem ya çok tatlı.

14 Aralık 2009

Draw Morrissey




Morrissey'i seviyoruz, ona tapıyoruz o bizim kıymetlimiss. Böyle de güzel bir site var kendisinin pek hoş pek karizmatik suratını görmek için. http://drawmorrissey.blogspot.com/ İnsanlar çiziyor, boyuyor, yapıyor gönderiyor ve ben ne zaman bu sitedeki resimlere baksam koluma, bacağıma falan morrissey suratını dövme yaptırasım geliyor. Ya da ne bileyim o morrisseyli pastalardan benim de olsun istiyorum, benim de doğum günümde bir morrisey tişörtüm bir de pastam yanımda yakınımda olsun hatta moz gelsin benimle birlikte "never had no one ever" ı söylesin . Hadi tamam doğum günüme özel davetli olmasını geçtim, konsere gelsin yahu kalabalığa karışıp birlikte şarkı söyleyelim. Gel morrissey gel.

13 Aralık 2009

Ay

Yılın en sevdiğim 2 ayı başladı. Aralığın ortasından şubatın ortasına kadar devam eden iki ay. Kafamdan ay uydurduğumun farkındayım ama mesela aralığı seviyorum desem yalan olur ben aralığın belli bir gününden sonrasını seviyorum o yüzden benim aylarım böyle, zaten zamanla ilgili her türlü birim insan uydurması herkes kendi birimlerini uydurabilir, nasılsa gerçekte yok öyle bir şey. Evet işte güzel zamanlar soğuk zamanlar bolca kahve ve hırka barındıran zamanlar. Hırkaları o kadar çok seviyorum ki...

6 Aralık 2009

Taslaklar Bölüm 2

1- Kendime peynirli makarna yaptım, karanlıkta tek başıma oturup onu yiyorum. Bilgisayarım arkadaşım olmuş, Rachael şarkı söylüyor bir yandan ve ben düşünüyorum, çok düşünüyorum. Böyle bir akşam saati oturup geçmiş muhakemesi yapınca kendime haksızlık ettiğim tüm o anlar gözümün önünden geçiyor. Hala insanları anlayamıyorum, hala karışık sinyallerden kafam karışıyor ama artık tüm bunların benimle alakalı olmadığını biliyorum. Çok buruk bi tarafım olduğunu inkar edemem, o tarafım hep benimle olacak gibi ama alışkınım, onun varlığını yadırgamıyorum bir süredir. Zaman birçok şeye iyi geliyormuş gerçekten, iyileşmeyen yaralar hep olacaktır fakat belki ben o yaranın nerde olduğunu ne zaman açıldığını unutacağım zamanla, arada sırada o yarayla burun buruna geldiğim zamanlar dışında onun varlık bilgisini sileceğim beynimden. Dizilerim, filmlerim, kitaplarım, hikayelerim... hayatın anlamını onlar yoluyla çözeceğim. Aslında hayatı izleyenler olmaktansa yaşayanlar olmamızı öğütlerler, bunu anlayabiliyorum ama her an yaşamın tam içinde olmak çok yoruyor, zaman zaman durup biraz izlemek lazım, hikayeler okumak ve hikayenin baş kahramanı yerine koymak kendimizi.

2- Bir olay olmuştur, o olayı onlarca insana tekrar tekrar anlatmışsındır hatta öyle bi noktaya varmıştır ki hikayeden sıkılmış, bayılmışsınıdr. Mümkün olabilcek tüm bakış açılarıyla olaya yaklaştığını, duyulacak ne varsa hepsini duyduğunu zannedersin, artık o olayla ilgili söylenecek başka bir şey kalmamıştır, yeni fikir üretilemez bir boyuta ulaşmıştır, yani sen öyle sanarsın. Sonra birgün 1001. anlatışında adamın biri öyle bir şey söyler ki mal gibi kalırsın. Bunca zaman bunca anlatışta kimsenin göremediği bir ayrıntıyı dünyanın en doğal şeyiymiş gibi söyler sana, sözler havada asılı kalmışçasına o adama bakarsın, sonra kendi döner vay be dersin. Onca zaman senin ve geri kalan herkesin göremediği şey buymuş aslında dersin, kafanın içindeki sesle konuşmaya başlarsın. Merak edersin neden diye, neden göremedim ben oysa ki ne kadar mantıklıymış, hatta o kadar fazla mantıklıymış ki bunu görememek için çok mantıksız olmak gerekirmiş dersin. Peki sen dünyanın en gerzek insanıydın göremedin bunu da onlarca insanın hiçbiri mi fark edemedi? Belki de fark ettiler de söylemediler, belki de öyle bir anlattım ki ben onlar benim bakış açımın dışına çıkamadılar diye düşünmeye başlarsın. Sonra zaman geçip kendine üzülmeyi bıraktığında suçladığın insanlara hak verirsin.

3- Bazı anlar vardır ki biz başka bir insanın hayatına dokunuruz, onda ufacık ama anlamlı izler bırakırız ve onlar da bize dokunur, hikayelerini bırakırlar üzerimizde. Ufacık bir andır yaşanan ama o andan sonra hepimiz değişiriz, belki yeni bir parça ekleriz benliğimize. Şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda benimle hikayesini paylaşan teyzenin hikayesini anlatacağım ben bugün. Her zaman yabancıalrla konuşmaktan çekindiğim, kulaklıklarımı takıp yolu izlediğim şu uzun yolculuklar hani. Bu sefer bir insanı dinledim onun bana dokunmasına izin verdim

4- Hayatımda her şeyin üst üste gelme hızına hep şaşırmışımdır. Yani yorulacaksam tam yorulayım üzüleceksem dibine kadar, sevineceksem de güzel olaylar birbirini izlesin.Ama -evet bir ama vardır her zaman- ben çok yorulduğum için artık böyle olmuyor, yani öyle bir bezginlik düşünün ki olayların üst üste geldiğini idrak edemeyip buna tepki de veremeyen bir bünye. Ağlayacak hali bile kalmamış, öylesine yaşayıp giden bi insan. Üzülecek şeyler varken artık onların nasıl olduğunu anlayamayan.

2 Aralık 2009

John Mayer- Continuum

Yazmak için hiç motivasyonum yokken jazz hanım beni mimiyle hayata döndürdü. Aslında uzun zamandır bahsetmek isteyip de çeşitli üşengeçlikler sonucu bir türlü hakkında yazamadığım bir müzisyen ve onun pek süper bi albümünden bahsedeceğim mimin amacına uygun olarak. Zira mimimiz son zamanalrda dikkatimi çeken bir albüm üzerinde fikirlerimi çiziktirmemi salık veriyor. Seve seve diyor ve yazmaya koyuluyorum . Ancak öncelikle Jazz'ın karalama defterine uğrayıp Norah Jones'un yeni albümü The Fall ile ilgili yazdıklarını okumanızı tavsiye ediyorum, hislerime tercüman olmuş. Onu okuduktan sonra tekrar buraya uğrayın ve yazımın kahramını John Mayer ve müthiş albümü Continuum ile tanışın veya önceden tanıştıysanız da kaynaşın diyorum.


John Mayer şu sıralar yepyeni albümü Battle Studies'i yayınlarken ben bir önceki albümü Continuum'a götüreyim sizleri. Bu albümü benim keşfetmem çok eski bir geçmişe dayanmıyor aslında. Sanırım John Mayer'den ve Continuumdan ilk haberdar oluşum House md dizisinin beşinci sezonundaki bir bölümünde gravity şarkısını işittiğim ana denk düşüyor. O zamandan beri aklıma estikçe dinlerdim John Mayer'i ancak son günlerde kendimi continuum albümünü baştan sona sondan başa tekrar tekrar dinlerken buluyorum.

Aynen adı gibi bir devamlılığı var albümün. Bilmem size hiç olur mu ama bazı albümleri dinlerken sanki bir roman okuyormuş gibi hisseder her şarkıda başka bir bölümü okuyup bitirdiğimi düşünürüm. Böyle hissettiren albümler üzerimde bambaşka etkiler bırakır, mesela Van Morrison'un Astral Weeks albümü veya Jeff'in Grace'i. Aynı şekilde Continuum bende bu albümlerin bıraktığı tada benzer bir tat bırakıyor. Şarkı sözleriyle sounduyla, şarkı isimleriyle bile bir bütünlüğü var. Albümde bir tane bile boş şarkı yok, hepsi birbirinden güzel hepsi puzzleın parçaları.

Albüm içinde bazı şarkılara torpil yapabilirim tabi ki. Hepsi güzel bazıları daha bi güzel. Sözleriyle beni çok etkileyen iki tane şarkı var mesela, Dreaming With a Broken Heart ve Slow Dancing in a Burning Room, benim favorilerim. İnanılmaz etkileyici sözleri var ikisinin de.
"when you're dreaming with a broken heart the giving up is the hardest part" demiş mesela.
"i was the one you always dreamed of
you were the one i tried to draw". demiş sonra. Gel de sevme
Bir üçüncüyü de seçersem The Heart of Life olur sanırım. Sonra da I'm gonna find another you. (Seçmek zor anlayacağınız kendimi durdurmazsam hepsini seçebilirim)
"pain throws you heart to the ground love turns the whole thing around no, it won't all go the way, it should but i know the heart of life is good.." demiş bir kuru umudu çok görmemiş bize. "but when my loneliness is through, i'm gonna find another you "diyip en çok söyeldiğimiz yalanı da hatırlatmayı ihmal etmemiş.

Burada The Smiths'i aratmayacak uzunluktaki şarkı isimleriyle de kalbimi kazanıyor John Mayer, hoş belli ki John Mayer kadınların kalbini kazanmada pek başarılı bir insan, dedikodu boyutuna taşısaydım yazıyı bu beyefendinin çapkınlıklarından da bahsederdim mutlaka ama yazının seviyesini düşürmeyelim. Seviyoruz hep beraber John Mayer'i. Benim bu singer-songwriter sevdamın son öznesi oldu böylece kendisi. Continuum albümü de favorim. Yeni albümünü de baştan sona dinleyeceğim muhakkak ama continuum'un yeri hep ayrı olacak benim için, onu roman gibi albümler kategorime yerleştirdim bile.

Yazdık ettik bu yazının da sonuna geldik ve benim John Mayer'in ne kadar süper bi gitarist olduğunu anlatmaya mecalim kalmadı ama bilin ki bu insan hem muhteşem gitar çalıyor hem güzel sözler yazıyor hem de sesini müthiş kullanıyor. Ben burada her ne kadar sadece continuumdan söz etmiş olsam da kendisinin söylediği, çaldığı ne bulursanız arkanızı dönmeyin, dinleyin. Küçük bir başlangıç yapmak isteyenlere bir de şöyle bir liste hazırladım. Buyrun efendim sizi böyle alalım.

26 Kasım 2009

Market

Süpermarketlerde kasa sırasında beklerken önümdeki insanların aldıkları ürünlere bakarak onlarla ilgili tahminlerde bulunurum. Eve gidince ne yemek yapacaklarını, kimle birlikte yiyececeklerini, nasıl insanlar olduklarını düşünürüm. Bol alkol cips ve kuruyemiş alanları görünce eve gidip eğleneceklerini düşünür onlara özenirim. Lip stick, yoğurt ve domates alan adamı görünce karısının eline bir liste tutşturup alışverişe gönderdiğini düşünür, karısını kafamda resmetmeye çalışırım. Sırada elinde hiçbir şey tutmadan bekleyen insanların sigara almak için evden bi koşu çıkıp markete geldiklerini ve sigarayı alıp hemen eve döneceklerini bilirim. Kasanın önündeki raflardan sakız ve jelibon alan insanları da kendime benzetir, onlarla iyi arkadaş olabileceğimi hayal ederim. Marketlerin kendi kartlarına sahip olmayan insanların ya unutkan ya da umursamaz olduklarına emin olurum. En önemlisi o sırada beklerken benim yaptığım gibi, insanların aldıklarını inceleyen başka birini gördüğümde çocuk gibi sevinir, bir sırrı paylaşan iki insana özgü o garip yakınlığı duyar, azıcık gülümserim.

24 Kasım 2009

Taslaklar Bölüm 1

Bu bloğun bir de görünmeyen yüzü var, kayıtları düzenle kısmında durup duran taslaklar onlar. Arasıra aklıma esmiş, yazmışım ama yayınlamamışım, çoğunu neden yayınlamadığımı ya da neden yarım bıraktığımı bile hatırlayamıyorum ancak geçen gün bir temizlik yapayım dedim ve taslaklarımı okudum. İlginç şeyler yazmışım, hiç hatırlmadığım, ne zaman yazdığımın farkında olmadığım şeyler var. Bazıları kısa paragraflar bazıları uzun uzun yazılar. Neyse işte hazır yazacak hiçbir şey yokken taslaklardan bir seçki yapayım dedim. Alakasız yazıları birlikte ekliyorum, garip gelmesin işin güzel kısmı o. Bir de yazıları yarım bırakmak bazen güzel bir şey olabiliyormuş.

1-Ya harbiden bu saatleri ileri geri alma muhabbetinden ne zaman vazgeçecekler, meak ediyorum. Yetti artık nedir yani bu? Enerji tasarrufu olayı kış saatinde sıçıyor çünkü hava erken karardıkça daha çok nerji harcanıyor. annemin dediğine göre yaz saatinde tasarruf ediyorlarmış zaten, eee o zaman hep o saatte kalalım değil mi? Hem böyle alışma sürecinden kurtarmış olurlar biz ölümlüleri. Evet ben o salaklığı yaptım okula bir saat erken gittim sabahın köründe, sabah saatinde beytepe dolmuşunun boş oluşunu fark edince dank etti tabi kimse 7.50te okula gitmiyor.

2-Blog yazmanın kötü yanlarından biri; insanın kendisini çıplak kalmış gibi hissetmesi. Ben bilgisayarın başına oturup , sevdiğim, sevmediğim, hissettiğim, düşündüğüm birçok şeyi yazıyorum ve tamamen savunmasız kalıyorum. yani yaşanan bir olayı yazmak da belki çok sorun değil ancak insan kafasının karanlıklarındaki şeyleri dökünce ya da üzüntüsünü ne bileyim özlemini, sevincini yazınca ve bunu gündelik bir uğraş haline getirip insanlarla paylaşınca bir bakıma tüm gardını indirmiş oluyor. Evet şunu diyebilirsiniz "ama bunları okuyan insanlar seni tanımıyorlar, görmüyorlar, onlara karşı savunman gereken bir şey yok" çok da mantıklı bir sav ancak bazen insan tanıamdığı insanlarla, belki hiçbir zaman görüşmeyeceği bu kişilerle bile arasına bir duvar koymak istiyor. ayrıca hiç de bilemiyoruz kim okuyor, kim okumuyor. İnternet kocaman bir okyanus bir kere bir damlanı attın mı içine, artık takip etmek imkansız hale geliyor. Belki de çevremden hiç okuamasını istemediğim insanlar okuyor ve göstermek istemediğim yanlarımı görüyorlar. Tabi şunu da sormadan edemiyorum kendime; madem insanların seni görmesini istemiyorsun neden yazıyorsun? Buna verebileceğim güzel cevabım da hazır , hani artılar eksiler listesi yaparız, bir şeyi yapmanın olumlu ve olumsuz sonuçlarını yazar olumlar fazlaysa yapmaktan yana karar kılarız ya işte benim durumum buna iyi bir örnek. Blog yazmanın olumsuz tarafı bu duvarları alçatmak, açık olmak ve bu açıklıktan korkmak ama sanıyorum ki olumlu tarafları ağır basmış ki hala severek ve kendime kısmen sansür koymadan (bazen çok küfür edesim geliyor blog ama etmiyorum, saygılı yönümü gördün sen hep :)) yazıyorum. Evet seviyorum arık bir arkadaş gibi geliyor blog bana ve yakın bir arkadaşıma anlattığım gibi anlatıyorum ben de hatta bazen daha fazlasını, ne de olsa yazarken daha iyi anlatıyorum derdimi.

3-Bazen gereksiz duygusal hallerime gıcık oluyorum, kendimle dalga geçiyorum, sinir oluyorum ama her şeye rağmen ara sıra bir geliyorlar, gitmiyorlar. Sonra burada bir yavanlıkta sınır tanımayan şeyler yazıyorum, sonra zaman geçiyor okudukalrıma gıcık oluyorum. Böyle olmamayı d

4-Bir A kişisi var diyelim. Bu A kişisini size çekebilecek yegane özellik yakın olması olsun, yani bildiğin mesafe bağlamında yakınlık, sık görme etkisi, aşinalık diyelim hatta. sadece çok zaman geçiriyor olun başka da bir şey olmasın. Aklınızda fikrinzide kendisiyle ilgili bir plan vesaire olmasın. Sonra gel zaman git zaman böyle aklınıza bi kurt düşsün, içinize baktığınızda başka bi insan için hissettiğiniz ve hissetmekten çok hoşlandığız bir duyguyu keşfedin, sonra bu duyguyu alın bu A kişisi üzerine yapıştırın


Alakasız başlıklardan alakasız görsellere bir geçiş yaptım, çok güzeller ama hem de bu sayfa çok renksiz göründü gözüme biraz aydınlatayım dedim

21 Kasım 2009

Yok Bir Şahıs

Fena Halde Leman kitabından, aşkın ne olduğu ve ne olmadığı-olamayacağı hakkında. Çok aydınlatıcı buluyorum bu paragrafı tekrar tekrar okuyorum, zihnimin bir köşesinde yeri sabitlesin diye.

"… hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı; iki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı! muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: çift demek, yan yana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yasayacaksın, yani uzaktan. uzaktan, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşatmak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: sevdiğini, hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur. sevmek! sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..."

17 Kasım 2009

Bulutlu Şemsiye

Geçenlerde bir gün yağmurda yürüyordum, şemsiyeli insanlar gördüm. Renkli renkli şemsiyeler, üstelik neredeyse herkesin elinde vardı, benim yoktu. Oldum olası bir türlü sevemediğim bir aksesuar olduğu için şemsiye, benim yoktu. taşımayı sevmedim, elimde tutmayı sevmedim, yolda yürürken başka insanlara çarptıkları için, daha da kötüsü sivri uçları insanların gözüne geldiği için sevmedim ve bazen insanların yağmurdan neden bu kadar korunmaya ihtiyaç duyduklarını anlayamadığım için sevmedim. Ama işte bu yağmurlu günde yürürken bulut şeklinde bi şemsiye olsa onu severdim, taşırdım, onla yürürdüm diye düşündüm. Mavi ya da gri bir bulut olmalıydı, gözümün önündeki resim buydu. Niyeyse yağmurun atında bulutlu bir şemsiye taşımak hoş bir espri, bir ironi olabilirmiş gibi geldi. Ayrıca da kafalarının üzerinde bir anda bulut beliren her yer güneşliyken sadece onların üzerine yağmur yağan çizgi film kahramanlarına beslediğim sevgiden ötürü bu görüntü bende bir gülümseme isteği yaratıyordu. Tabi ki ben düşündüğüme göre başka insanlar da mutlaka bunu düşünmüştü hatta yapmışlardı bile. Aradım buldum ama ne yazık ki beyaz bir bulut olmuş. Yine de çok şirin görünüyor bunlardan bir tane bulabilsem keşke ankara sokaklarında bulutuyla yürüyen kız olarak anılsam.

Ve bu günün akşamı annem bana renkli, sivri uçlu, çirkin bir şemsiye almış. Sürekli çantamda durabilmesi için minik olanlardan. Aklımda bulutlu şemsiye varken kullanmam ki onu ben.

15 Kasım 2009

It's a song about a dream*

Bazen bazı rüyalar aklımı günlerce işgal ediyor. Öylesinden gördüm bir tane çok mutsuz çok bulutluydu. Bu şarkı da rüyamla bi yerden ilişkili, daha doğrusu uyandığım zamanki halimle ilgili. bilmiyorum işte bir şeylerle bağlantısı var. Açıklayamıyorum, açıklayamadığım için rüyalarımda görüyorum ya zaten. Kasvetli bir pazar öğleden sonrasına yakışan şarkı.

i really thought i was okay
i really thought i was just fine
but when i woke this time
there was nothing to take me back to sleep
to take you off my mind
this time


13 Kasım 2009

İstekler, kırıklar.

Bazen bir şeyi çok isterken durup 2 dakika düşünmüyoruz "neden ben bunu bu kadar istiyorum" diye sormuyoruz kendimize. İstemekle o kadar meşguluz ki bu istek gerçekleştikten sonra ne olacağını, aslında ihtiyacımız olan şeyin bu olup olmadığını veya hangi amaçla bu kadar istediğimizi göremiyoruz. Bir fark edebilsek belki bu kadar öz-yıkımcı ve bazen hınç dolu bir şekilde istemeye devam etmeyeceğiz. Yolunu şaşırmış füzeler gibi bir yere odaklanmışız gidiyoruz yakıp yıkacağız ama yok ettiğimiz yer asıl hedef bile olmayacak. Sonrasında enkaz, yıkıntı... toplayabilirsek toparlıyoruz. Bir kere yıkıldıktan sonra yapıştırılanlar parçalar da aynı olmuyor, uzaktan sapasağlam görünse de yeterince yakından bakınca çatlakları, kırıkları illa ki belli oluyor. Hoş çok yakından bakıldığında bile hiç kırığı gözükmeyen bir insan olmak da pek gerçekçi gelmiyor bana ya işte tüm olay sıklık ve yoğunlukta. Ama derseniz "hangimiz hangimize çok yakından bakmaya teşebbüs ediyoruz" ona da cevap veremem. Çoğu zaman korktuğumuz bir şey bu, ne kendimize yaklaştırıyor ne de yaklaşmaya cesaret ediyoruz. Ne kendimizi bütünüyle açmak istiyor ne de karşımızdakini gerçekten tanımaya, kırıklarıyla kabul etmeye çalışıyoruz.

Her nekadar bizli bir dil kullansam da bu tamamen bir yansıtmadır gayet kendim üzerimden yaptığım çıkarsamalardır. Ben dersem çok ağır gelecekmiş gibi hissettiğimden oluyor böyle, bu da ayrı bir savunma tabi, genelleştirerek kendimden uzak tutuyorum aklım sıra, ama sonunda böyle de bir not yazıyorum işte. Neyse her şeyi açıklama huyumdan vazgeçtiğim gün oldukça süper bi insan olabilirim. Şimdilik azıcık süper bi insanım

2 Kasım 2009

Başlamadan Biten Şeyler Diyarı

Geçenlerde uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım, çok eski bir meseleyi sordu bana. "Başlamadan bitti" dedim, sonra durdum düşündüm; hayatta aslında başlamadan biten ne çok şey var diye geçirdim içimden. Zaman geçip biraz daha düşününce, hayatlarında başlamadan biten şeyleri barındıran insanların, kafalarının içinde yaşayan insanlar olduklarına karar verdim. Çünkü kafalarının dışında yani gerçekte yaşayan insanlar başlatıyorlar, onlar birer başlatıcı. Hatta başlatmakla kalmıyor, sürdüyor zamanı gelince de bitiriyorlar. Ben ve benim gibi olanlarsa kafalarında başlatıp kafalarının içinde yaşayıp, olmayan bir gerçekliğin içinde kaybolurken son bitirme hamlesini bile yapamıyorlar. Olay kendiliğinden ve çoğunlukla başka insanların dokunuşlarıyla son buluyor. Sonra bir de bu başlatıcılar, "bitti artık" dediğinizde " hiç başlamış mıydı ki" bile diyorlar yüzünüze yüzünüze. Böyle kalıyorsunuz, gene durup düşünüyorsunuz. -bakınız: aşkın 500 günü tom'un arkadaşı, bakınız ondan bir 200 gün kadar önce yemekhanede bu sözüyle beni dumurlara sürükleyen şirin insan- . Hayal dünyasında yaşamanın acılarından biridir bu "başlamadan bitmek" durumu şüphesiz. (hayal dünyasında yaşamanın iyi yanları da var yani demek istiyorum, var tabi neden olmasın bu kadar insan bunu seçtiğine göre azıcık bir iyi tarafı da vardır elbet) Ancak ne var ki insan zamanla kendisini ciddiye almamaya kendisiyle dalga geçmeye falan başlıyor, daha az acıyor. Başlamadan biten olaylarına, sevdalarına, başarılarına bakıp bakıp gülüyor. Çünkü onlar yoklar, hiç olmamışlar. Olmayan şeylerin tüm hayatı, tüm zamanı işgal etmesine ve bu bitiş sonrası yaşanan bunalımlara, bir de bu bunalımların eklediği yepyeni zaman kayıplarına baktıkça geriye gülmekten başka yapacak bir şey kalmıyor zaten. Ve bir 250 gün sonra ne oldu diye soran arkadaşına, başlamadan bitti derken yanına bir de sırıtık smiley iliştirebiliyor bu insan(lar). İlerleyen zamanlarda başlatıcı olacağına dair sözler verip yoluna devam ediyor, ediyoruz hep beraber. Ama bir an geliyor "ya hayatım da başlamadan biterse" sorusunu soruyoruz, işte o anlarda iş biraz ciddileşiyor, artık gülmüyoruz. Biraz durgunlaşıp, yerlere bakıyoruz. Ne yaparsın ki hayat sen yaşasan da yaşamasan da akıp geçiyor. Belki de kendimize verdiğimiz sözleri tutmaya bi yerden başlamak gerekiyor, ne kadar zor gelse de ne kadar uzak olsa da, bunun doğru bir zamanı yok, olmayacak da. Başlamadan bitmesin artık hiçbir şey. Hayat da başlayacaksa başlasın, yani ben başlatayım, birgün, daha ne olduğunu bile anlamamışken göz açıp kapayana kadar geçen bi sürede pat diye bitmesin, bitirilmesin.

Bir de günün şarkısı olsun:
Ben bu şarkıyı çok seviyorum. Hem mutlu olduğum hem mutsuz olduğum böyle arada kaldığım bir zamanı hatırlatıyor. Birden fazla insanı, birden fazla mekanı anımsatıyor. Bu genelde çok az olan bir şeydir. Nedense bu yazıyı yazarken bi bu şarkıyı bir de jaymay'in diğer süper bi şarkısı snow white'ı dinliyordum. şöyle bir söz var o şarkıda : I love you but I'm gonna keep quiet about it. Yapmamak lazım birazcık ses vermekten zarar gelmez yazının ana fikrine sadık kalarak söylüyorum bunu :) Neyse ama günün şarkısı zaten Sea green, see blue. Dinleyin. Sevin.

1 Kasım 2009

Gölgeleri takip etmeyi bırak artık, sadece yolculuğun tadına var*

Beynimin yerinde kocaman bir boşluk var sanki, hayatımda ise bahsedilmeye değer hiçbir hareket yok. Ales denen sınavdan nefret ettiğime karar verdim geçen günlerde, o kadar. Bir de Murathan Mungan'ın Kadından Kentler'ini okumaya başladım. Alesin dandik matematik sorularından sıkıldıkça açıp okuyorum. Erkeklerin kadın dünyası hakkında bir şeyler söylemelerini ve bunu inanılmaz bir güzellikte yapmalarını seviyorum. Böyle erkekler olduğunu bilmek mutlu ediyor beni nedense. Bu sıralar her şeyle mutlu olabildiğim için olabilir. Hiçbir şey düşünmüyor oluşumumun da muhakkak bir etkisi vardır. Neyse ben hareketsiz hayatıma, "yağmurlu gri hava ve radyodan gelen bilmediğim müzik sesi" fonuyla devam edeyim. Kahve içebilirim belki, sabah kahveleri her zaman en güzelidir ne de olsa.


*radyoda bilmediğim şarkıdan sonra çalan morcheeba şarkısı enjoy the ride, ben bu şarkının bu kısmını çok severim zaten, böyle sanki biraz da sitemli bi hali vardır, bırak artık bu boş işleri yaşamaya bak der gibi, aslında vokalin sesinde bir sinir, sitem yok ama benim kafamda bu kesinlikle böyle. Başlıkları şarkı sözlerinden yazmayı sevdiğimi biliyorsunuz ama bu sefer türkçeye çevirdim, değişiklik olsun. Böyle uzun başlık açıklamaları yapıyorum, aslında ne gerek var, hiç bilmiyorum. Neyse umarım herkes mutlu bir pazar günü geçiriyordur.

26 Ekim 2009

Ankaralıya son kazık: Domuz Gribi

Malumunuz domuz gribi Ankara'da patladı, hepimiz manyak gibi dolaşıyoruz ortalıkta, nereden kapacağız acaba diye sağa sola bakıyoruz. Yıkamaktan harap oldu ellerimiz. Herkeste bir panik havası varken dedikodular alıp başını gidiyor, beytepede öğrenci evlerinde varmış, odtüde yurtlarda varmış, bilkenti zaten biliyoruz falan derken bir korku sardı bizleri. Her nekadar televizyonda olayı çok abarttıklarını düşünsem de korkmadan edemiyorum. Mesela insanlarda sevmediğim şeylerden biri tam karşımdaki insanı öpmek için harekette bulunduğumda hastayım diye kendisini geri çekmesidir, mal gibi kalırım napacağımı bilemem böyle bi bozulurum kendi çapımda, ancak bu domuz gribi beni bu gıcık olduğum davranışı yapmaya itti sonunda. Kapmayı geçtim, birilerine domuz gribi bulaştıran insan olmayı hiç istemiyorum. Arkamdan edecekleri küfürleri düşünsenize, tüm ailesi, arkadaşları baya bi kulaklarımı çınlatır, hiç istemem böyle bir şeyi. Başkaları da bana bulaştırsın istemem tabi ki. Neyseki insanlar bu konuda anlayışlı, benim gibi kendi çaplarında triplere girmiyorlar zira tavsiye edilen bir şey bu. Hoş yine illa ki öpüşülüyor, bazı insanlarda başlarım gribinden napıyım anasını satıyım halleri var, bende de vardı ondan ama galiba bugün itibariyle bitti. Uzun bir kış bizleri bekliyor. Ankara'daki her türlü zor yaşam şartlarına bir de domuz gribi korkusu eklendi, zaten toplumcak kalabalık bir yerde bomba patlayacak, çılgın bi şöför kaldırımda bizi ezecek, birazdan mendil satan çocuklardan biri üzerimize atlayacak, edebiyat fakültesinde soğuktan donarak öleceğiz, melih gökçek'in yaptığı alt geçitin çirkinliğine daldığımız bir anda gözlerimiz bu acıya daha fazla dayanamayıp kör olacak veyahut melih gökçek televizyona çıkıp sırıtacak cinnet geçirip üst geçitlerden birine molotof kokteyli atacağız, okulumuza çevik kuvvet girip nedensiz yere bizleri ve kedileri biber gazına boğup itip kakacak korkusuyla yaşıyorduk bir de bu eklendi çok şükür. Şimdi hep beraber karanlık tarafa geçmeye bir adım daha yakınız. Ankaralı geçmiş olsun. Bu da teğet geçerse zaten çok mübarek bir kavim olduğumuz yeni neslin din kitaplarında falan yazar artık.

23 Ekim 2009

Cevap

Görmek isteyen için cevaplar her zaman ortalıkta. Hayat da yaşamaya değer bu sıralar. Domuz gribi olup ölmenin hiç zamanı değil. Hem saçımı seviyorum, mutluyum, izlenecek daha çok film dinlenecek çok şarkı var. Daha yüksek lisans yapıp ortalığı kasıp kavuracağım, klinik psikolojinin gelecekteki yüzü olacağım. (çüş) neyse yani siz benim demek istediğimi anladınız. zaten küresel iklim değişikliği, savaşlar falan filan önümüzde yaşanacak bir on yıl var şöyle kaliteli bi hayat için, cevaplar dışarıda, insanlar dışarıda.bir sürü bir sürü insan yani, neden birkaç tanesini hayatın merkezine oturtup acı çekiyoruz ,anlamııyorum çok saçma , çok anlamsız. Devam etmek lazım, gidenlerin yenisi var, her yaz meyve veriyor ağaçlar şimdilik. Böyleyken yaşamakta fayda var derim ben. Hem saçımı seviyorum, pantolonlar yakışıyor, müzik dinliyorum ve yemek yaparken makarnalarla konuşabiliyorum. Tribe girmiyorum, acılı bir havam yok, hayatı olduğu gibi kabul ettim bazen çaresiz kalabileceğimi biliyorum, herkes hayat karşısında çaresiz sonuçta bu yükü tek başıma taşımadığımın farkındayım. Geri kalanları da şimdilik umursamıyorum hatta yeni mottom bir morrissey sözüdür ki şöyle diyor canım benim "i really don't know and i really don't care" .

21 Ekim 2009

Hafta dediğin yedi gündür.*

Bu hafta;

500 days of summer'ı 3 kere izledim. Param olsa 10 kere izlerdim.
Attila İlhan kitapları aldım. Okudum.
Gözüme ve burnuma aynı gün içinde sinek kaçtı.
Perşembe günlerinde bir gariplik olduğuna inandım.
Birkaç insana içimden sinirlendim.
Çok güldüm, eğlendim.
Supernatural'ın son bölümünü beğenmedim.
Üds'yi atlattım.
Ales'e çalışmaya başlayamadım.
Taç aldım, kaküllerime alıştım.
Tavuk sote ve makarna yaptım.
Pizza ve hamburger yemekten bıktım.
Pozitif yanımı ilk defa bu kadar kuvvetli gördüm.
Lethal Weapon 1-2 yi 3ün de yarısını izledim.
Mikrodalgada kendi buharıyla pişen dondurulmuş sebzelerden aldım.
Neşeli ve canlı hissettim.
Guitar hero'yu görüp yine almak istedim.
Çok para harcadım.
Annemi özledim.
İstanbul'a gitmek istedim.
Hayali mesleklerimin listesini yaptım.
Çok müzik dinledim.
Okey oynadım, kazandım.
Az uyudum ama çok yorulmadım.

*tespit yaptım. oh yeah!

12 Ekim 2009

Yalan Mı Gerçek Mi?

Bugün sabah erken okulda kütüphanenin duvarına oturmuş geleni geçeni izlerken aklımdan alakasız bir sürü düşünce geçti. Mutlu düşünceler değildi hiçbiri, durgun bir güne biraz üşüyerek, biraz da açlıkla başlamıştım, böyle olduğunda genelde mutlu olmazdım. Ben aynı şarkıyı 50. kere üst üste dinlerken , poğaçamı zorla boğazıma tıkıp, kahvenin tadından nefret ederken, insanlar yürüyordu. Kimisi koşuyor kimisi gülüyor kimisi afiş asmaya çalışıyordu. Bazıları afişte yazanı okumak için yavaşlıyor, kimisi benden tarafa doğru bakıyordu. Ben ise tam o sırada insanların her eyleminin ne kadar geçici olduğunu düşünüyordum. Derse 5 dakika geç kalacaklarını düşündükleri için yaşadıkları heyecan, afiş asılmaması gereken bir yere astıkları afişe bakıp duydukları gurur.gülümsemeler, yürüyüşler, bakışlar... bunların hepsi yok olacaktı. kimse üzerinde en ufak bir etki yaratmadan, biz önemli olduğunu düşünürken üstelik, -birgün ödevi yapmadığımız için çektiğimiz sıkıntının gerçek olduğunu zannederken- aslında hepsi yok olacaktı. Ve insanlar zayıf yaratıklardı. Üzüntüleri, intikamları, perişanlıkları, kıskançlıkları, şiddet eğilimleri, sevgileri, muhtaçlıkları.. her şeyleri zayıftı. Ben de o insanlardan biriyim evet sanki bambaşka insanlardan bahsediyormuş gibi yapmama rağmen ben de zayıfım. kendi zayıflıklarıma yenik düştüğümü gördüğüm hergün, biraz daha uzak hissediyorum kendimden. Başkasına bakıyormuş gibi bakıyorum yüzüme. Girmemem gereken yollara sapmaktan alıkoyamıyorum kendimi, ve evet bunların hepsi düşüncede gerçek tek bir eylem bile göremezsiniz dışarıdan bakarken, ama içeride hepsi gerçek.

Kendim dahil insanlar çok üzüyor beni, sevdiklerini iddia eden insanların zamanla birbirlerine ne kötü şeyler yapabileceklerini görmek bile kalbimi kırmaya yetiyor. Sevgi evet ne güzel kelime değil mi oysa artık sadece bi kelime çünkü o bile zayıflığımıza esir düşüyor. Neyi seviyor ki insanlar, tek bir nesneyi bile sevme yeteneğine sahipler mi yoksa sevdikleri kendi benlikleri mi sadece? Çünkü bana öyle geliyor ki sonunda her şey kendileriyle ilgili oluyor. Kocaman laflarımız var hepimizin; sevgi, aşk, nefret, kıskançlık üzerine ama acaba nedir ki bunlar? Bildik mi hiç, lafta hepimiz her şeyiz ama sonuçta hep kırılmışlık, hezimet, bir garip bunaltı. Ben yaşamadım bunları öyle sonuna kadar, tam ortasında olamadım bütünüyle ne var ki görmek bile parçalıyor beni, yoruldum çünkü insanların bunca türlü zayıflıklarından; lafta kral işte acınası olmalarından. Ben de dahilim bu insanlara, farkındayım hala kendim dışındaki bir kalabalık hakkında konuşuyormuşum gibi ama hiç öyle değil. Tam göbeğindeyim. Kendimden hiç mi hiç hoşlanmıyorum.

Bugün tüm bu düşünceler kafamda oradan oraya fink atarken, önemli hiçbir şey olmadığını bir kez daha fark ettim. İnsanların hayatındaki tek önemli şey yok olacakları bilgisi. Bu bilgiden kaçmak için her şey; saçma heyecanlar, uyduruk sevdalar, gülüşler, yürüyüşler... Bir anlam çıkarmaya çalışmalar, orada oturup benim bunları düşünmem bile... Ve bir sevgi yalanı dolaşıyor ortalıkta, insanlar ölüm kadar önemli olduğunu söylüyor sevginin, uğruna savaşlar yapılıyor ironik bi şekilde, sevgi sevgi diye dolaşıp birbirlerinin gözlerini oyuyorlar ya da kafalarının içinde olmayan bir sevgi yaratıyorlar. Muhtaçlıklarını gizlemek için sevgiye sığınıyor ve sonunda nasıl oluyorsa daha muhtaç hale geliyorlar. Ben de muhtacım, ne olduğunu bir türlü anlamasam da insanlar hergün ama hergün kalbimi kırsa da dünya da yapayalnız hissetsem de muhtacım. İhtiyacım var deli gibi, belki ihtiyacım olduğunu zannettiğim şeydir sevgi, belki çok başka bir şeyin boşluğu içimdeki, bilemiyorum. O kadar zayıf, o kadar perişan hissediyorum ki, yeniden bir parçamı kaybetmişim gibi. Ve hissedebileceğim- aslında- tek gerçek şeyin; sevgi, kısaknaçlık, nefret değil fiziksel acı olduğunu bildiğimden olacak ki hemen hasta oluyorum. Sistemimin beni gerçeğe döndürme yolu, belki de dikkati aynı anda iki şeye veremeyeceğimi ve fiziksel acıyı her zaman önde tutacağımı bildiğinden böyle oluyor. Fiziksel olarak acıyorum, başımı taşıyamıyorum artık.

* demek ki neymiş sabahın köründe insanları izlemek bünyeye iyi gelmiyormuş. ya bir de sabahtan beri aklıma takılan bir şarkı var ki orda aynen şöyle diyor : "love is natural and real but not for you my love". Belki sorun bu belki hepsi gerçek ben bu gerçeğe uygun ve hazır değilim. Neyse ne. Bir de bence ben ne zaman "neden" diye sorsam batırıyorum her şeyi. Ne gereksiz bir soru kelimesi neden? Ha evet yaşam enerjimi kendim sömürdüm, aşağıdaki neşeli halimden eser kalmadı. bu da gelir geçer vesselam.

* bir insan "belki" kelimesini bu kadar çok neden kullanır? aha bak gene yaptım neden diye sormadan duramıyorum.

6 Ekim 2009

Yeni Bir Keşif- She & Him

Son zamanlardaki Zooey Deschanel çılgınlığıma kendisinin M. Ward ile birlikte çıkardıkları volume one albümünü dinleyerek devam ediyorum. Şimdi ben bu kadını çok seviyorum ama kendisi için beslediğim garip boyutlardaki sevgim müziğini objektif değerlendirmeme hiç engel değil. Başkası olsaydı da buna benzer bir albümü bağrıma basar, sabah akşam dinlerdim. Çünkü güzel, fazla güzel. Son zamanlarda dinlediğim en iyi albüm diyebilirim hatta, baştan sona tutarlı soundu, çok süper sözleri ve canım zooey'nin şirin vokali her şey yerli yerinde, Folk esintileri, akustik gitar, sanki eski bir zamandan çok eski şarkıları dinliyormuşuz gibi hissetiren nostaljik bir hava... Tüm şarkılar on numara Daha da ne olsun bilemedim. Siz de şöyle bir bakalım neymiş ne değilmiş derseniz Myspace sayfalarına bir uğrayın derim. Her ne kadar süper zeka insanlar myspace'i yasaklayıp dünyadaki tüm müzisyenlerden bizi koparmaya çalışıp müziksiz yavan bir hayat sürmemiz için ellerinden geleni yapıyor olsalar da ulaşmanın yollarını herkes biliyor artık ki bu birçok yönden üzücü bir şey. Neyse bu da başka bir yazının konusu.
Ah bir de şu şarkıyı dinleyin, hepsini dinleyin de önce bi bunu dinleyin. change is hard

4 Ekim 2009

Neşeli

Mutluyum ben ya, çok ilginçtir çoşkuyla doldum. Sonbahar benim mevsimim olduğundan, belki de üzülecek bir şey olmadığından. Dikkati toplayabilmenin nasıl bir şey olduğunu uzun zaman sonra hatırladım. Film izleyebiliyorum artık mesela. Sbarro'dan mega dilim pizza yiyince çok fazla mutlu oluyorum, alışveriş yapıyorum, saçımı zooey deschanel gibi kestireceğim, çok heyecanlıyım. Sonra bugün ipodumdan sıkıldım, dedim "ne bu böyle bi tane mutlu şarkı olmaz mı, hepsi mi acılar içinde şarkılar" insan içinde böyle şarkılar dolu bir ipodla nasıl mutlu olsun zaten, neyse açtım AC/DC, bayık olmayan Bon Jovi falan. İçimdeki Rock n' Roll ruhunu öldürmemeliyim, asla. İç bayıcı şarkılarımdan vazgeçemesem de arada bir böylesi lazım. Guitar Hero almak istedim sonra, herkesi eve çağırıp guitar hero tunuvaları düzenleyesim geldi. Slash gibi dar kot da almışken guitar hero moduma girebilirdim. Ama ben karar verdim benim guitar herom Jimmy Page. Ama bir de mesela karaokeye gitsek bir Led Zeppelin, Gnr ya da ac/dc şarkısı da söyleyemem yani, içimde kalır, ve evet benim karaokeye gidesim var. Yarın okul başlıyor, tatil modundan da pek çıkasım yok. Üds pek iyi geçmedi de pek umursayamadım, yaklaşık 1 saat umursadım sonra geçti. Bu yeni halimi çok sevdim, Barney gibi kendime iki de bir I'm Awesome diyesim bile var. Yaşam enerjimi sömürecek tek bir gereksiz insan bile yok ve bu süfer bir şey gerçekten. Hayattan soğutan her şey ve herkesten uzak hissediyorum. 5 ay önceki halim için kendimden özür diliyorum valla.

1 Ekim 2009

Perşembe

Sabah uyanıp bilgisayarımı açtıktan sonra, kocaman fincanımda kahve veya yeşil çay içerken google reader'ı açıp bir şeyler okuduğum, okurken de müzik dinlediğim zaman dilimi günümün en mutlu zamanı. Son zamanlarda hep böyle oldu. Akşama doğru içim kararıyor. Yazdan kışa geçerken yaşadığım değişimlerden biri de bu; yazın akşamları severim, sonbaharla birlikte sabahlar daha güzel daha mutlu hissettirir. O yüzden yazları öğleden sonraya kadar uyuyan ben şimdi gece ne kadar geç yatarsam yatayım geç kalkamıyorum.

Pazartesiden itibaren okul başlayacağı için sabah eğlencem bölünecek ancak bölünecek dediğime bakmayın zaten toplamda 2.5 gün okula gideceğim. 4. sınıf olmak böyle bir şey işte, memnun muyum, değilim. Son senemde okulda mümkün olduğunca çok zaman geçirmek istiyorum. Mezun olmak da istemiyorum. O kadar çok şey var ki birsürü sınavlar, yüksek lisans mülakatları, belki iş arayışları... Her şey stres, okulun bitmesini istemiyorum ben hazır değilim hiç.

500 Days of Summer. Şu sıralar en çok merak ettiğim film, uzun zamandır bir film vizyona girecek diye bu kadar heyecanlanmamıştım. Fragmanını açıp açıp izliyorum, o kadar sevdim ki anlatamam. Zooey ablanın hastasıyım zaten kendisi dünyanın en güzel insanı olabilir bence. Ayrıca başka bir film daha var beklediğim o da The Imaginarium of Doctor Parnassus. Johnny Depp, Heath Ledger, Jude Law, Colin Farrel aynı filmde yani daha ne olsun, Tom Waits de oynuyormuş. Fragmanını izledim, çok güzel olacağa benzer ancak 500 days of summer'ın aksine bu filmi daha bekleyeceğiz, marta kadar sanırım.

Friends'i, Seinfeld'i ve How I Met'i tekrar tekrar izlemekten hiç sıkılmıyorum hatta tam tersine ne zaman sıkılsam üçünden birinden herhangi bir bölüm açıp izliyorum, sıkıntım uçup gidiyor.

Kürk Mantolu Madonna hayatım boyunca okuduğum en güzel kitaplar top 10una üst sıralardan giriş yapabilir. Çok süper bi kitaptı, altını çizmekten eskidi kitap. Benim için zaten bir kitabın ne kadar güzel olduğu altı çizilmiş cümle sayısıyla doğru orantılıdır.

Çıkarken acayip ağrıtan sivilcelerden nefret ediyorum. Yani ufacık şey nasıl bu kadar acı verebilir bir türlü anlayamıyorum. 2 gün ağrıyor, bir gün yetmiyor bile.

Son olarak şöyle bir şarkı var himym 502 de çalan, çok çok güzel: Goldspot- Rewind

28 Eylül 2009

Hesapsız

Hayatımda öyle bir noktaya geldim ki artık insanların beni üzebilme kapasitelerini kontrol edebiliyorum. Bazı şeylerin varolan duygudurumum üzerinde bir etki yapmasını istemiyorsam şayet, bs playerda dizi izler gibi sahneyi durdurabiliyorum, ileri alıyorum, kapatıyorum, sesini kısıyorum. Kontrolü bu şekilde elimde tutmanın -biraz klişe olacak ama- özgürleştirici bir şey olduğunu fark ediyorum. Küçük hesaplar peşinde koşan insanlara gülüyorum içimden ve hatta dışımdan. Bu kadar saçma bir hayatta takılı kaldıklarını görüp, onları küçümsüyorum, evet küçümsüyorum. Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum; onların varlıklarını sorguluyor, anlam bulamadıklarıma şöyle yandan bakıyor dudak altından gülümsüyorum. Küstah bir hal var üzerimde. Nanik yapan küçük bir çocuk haleti ruhiyesi, oynadığım topu kesmeye çalışan amcaya küfür edip kaçmışım gibi bi rahatlama... Evet ben bulutlu ve karanlık** bir insanım ama bu onların düşündüğü gibi kötü bir şey olmak zorunda değil, mutlu bile ediyor insanı ve zaten onlar kim ki neyin doğru olduğuna karar verecekler. Acıyanlar, üzülenler, kendilerini bizden üstün sayıp bize zavallı gözüyle bakanlar, yargılayanlar, merhamet etme hakkını kendinde bulup saçmalayanlar, tanımadan eleştirenler... Onların yaptığı gibi etiketler buldum işte ben de. Umursamama özgürlüğüne sahibim herkese de tavisye ederim.


** bir grey's anatomy göndermesi.. meredith kendisine dark and cloudy der, hatta bi yerde twisted da der ve evet twisted kısmına da katılırım kendim için kısmen. şunca yıl sonunda aslında en özdeşim kurduğum insanın meredith grey olması da ilginç bi ayrıntıdır.

26 Eylül 2009

Kibrit

Mumları üflemek için yakıyorum. Hiçbir zaman sevmedim mumları, renkleri, şekilleri, kokuları ilgilendirmedi beni, sevmedim. Yanan bir mumun sönüşünü izlemek veya kendim söndürmek istedim hep. Kibritleri sevdiğim kadar sevmem çakmakları da mesela. Hiç tütsüm de olmadı, umrumda değil çünkü güzel kokular. Yanan bir şeyden çıkan güzel kokular etkilemiyor beni. Kibrit kokusu hariç. Kibritleri severim. Kibrit kutularına uzun uzun bakarım her zaman, nedeni hakkında bi fikrim yok.

22 Eylül 2009

Don't Hate The Player, Hate The Game*

Özledim seni be blog. Valla hayatımın önemli bi parçası olmuşsun sen, yokluğunu hissediyorum, sürekli aklımdasın :)

4 gün internetten ayrı kaldım 3 dizi birden aynı günde başladı şimdi heyecanla beklemeye çalışıyorum. Sıralama yaptım tabi ki önce How I met'i indiriyorum. Onu izledikten sonra da çok merak ettiğim çatlak doktorum House'u izliyceğim. Aman da aman.

Hava değişimi iyi geldi gibi. Gündüz ara sıra sıcaktan bunaldım gece de tirtir titredim. Değişik bir havaydı ama sevdim. Böyle serin havalarda denize girmek de ayrı bi güzel oluyormuş. 4 günde 2 kilo almayı başaran bünyemi de canı gönülden kutluyorum. Yemek yerken çatlamaya en yaklaştığım günleri yaşadım, pişman değilim gene olsa gene yerim. Hayattaki yegane mutluluğum yemek yemek oldu artık. Onu da bırakamam.

Gülşen Bubikoğlu gençken çok güzelmiş ya, bir de ah nerede filminde kendisine göz makyajı yapan insan kimse çok tebrik ettim. Nasıl bir makyajdı o.

Emmyleri izleyemedim, Neil Patrick Harris'i çok merak ettim. Böyle özetlerde Jon Stewart süpersin falan dedi, iyice merak ettim. Ne zaman olur ki tekrarı?

Her yerde, her koşulda oynayabilen, en ufak müzikte göbek atmaya başlayan insanları ömrüm oldukça anlayamayacğım, empati kurmaya bile çalışmayacağım. Namümkün, sistem hata veriyor. Uzun otobüs yolculuklarında göbek atmaya çalışan insanlar beni sinir krizine sokma yeteneğine sahiplermiş, bugün de bunu öğrendim.

6 kelime 2 nokta. ahahah bu bayramda buna güldüm ben. önce üzüldüm tabi, birazcık sinirlenmiş de olabilirim ama sonra güldüm, vallahi. Hayat böyle şeylere üzülmek için fazla kısa. Benim zaten sabrım kalmamış. En azından aynı hatayı yapmayacağımı biliyorum, kendimle çok pis gurur duyuyorum.

İki şarkı söylüyorum
1- AC/DC -Back in Black
2-Regina Spektor- One More Time With Feeling.

* çok seviyorum bu sözü, oraya buraya yazasım var. Hatta böyle konuşmların arasında "Amerikalıların bi sözü var "diye başlayan afili cümleler kurasım var.

11 Eylül 2009

Cumartesi

Ben yeniden fotoğraf çekmeye başlayacağım, kararlıyım. Tozlanan makinamı elime alıp sokaklara çıkacağım. Hatta bir tane daha ikinci el analog makina alacağım.

Kilo almam dolayısıyla kendime yeni yeni pantalonlar almak zorundayım. Bir insan kilo alınca direk çanak bölgesine alırsa böyle masraflı olur işte. Napalım ben halimden memnunum aşırı zayıf bir insan olmayı sevmiyordum zaten. Koca götlü bir insan olmayı da çok sevmiyorum ama diğerine göre daha iyi.

Biraz okuyup, araştırıp, birazcık kafa yorup bir şeyler karalayacak konuma gelip, önümüzdeki kongrede bir sunum hazırlayayım diyorum. Çalışayım artık, kütüphanelerde yaşamaya başlıyım. Üniversitenin son yılı gelmiş ben daha milli kütüphaneye üye bile değilim, ayıp vallahi ayıp.

Supernatural Spoiler Alert : Supernatural süper başladı. Yerimde duramadım bölümü izlerken. Ayrıca siz ne düşünürsünüz bilmem ama bence dizi iyice "süper erkekleri bir araya toplama olayı"na döndü. Castiel, Sam, Lucifer ve tabi ki hayatımı aydınlatan insan, doğumgünüdaşım Dean'ciğimi tüm sezon aynı karede görücek olmanın heyecanı var üzerimde, Luciferlı sahneler pek janjanlı olacak gibi, böyle bi testosteron patlaması yaşanacak ortamda. Ben mark pellegrino'nun da hastasıyım zaten. Jacob karizması üzerine bir de lucifer karizmasını göreceğiz kendisinde.. Bir dizi ancak bu kadar süper olabilir, son nokta. Castiel ile ilgili güzel gelişmeler olacakmış bu sezon, bazı melek özelliklerini kaybedecekmiş, insanı bazı özellikleri deneyimleyecekmiş. Bir de tanrıyı görecekmişiz, öyle diyorlar. Her hafta tek bölümle idare etmeyi öğrenecek deli gönül. Bir de ben Sam'e üzüldüm, mala döndü çocukcağız, hak etmedi mi, etti ama dayanamadım. Dean'inde son 3-4 bölümdür yüzünde bi allah kahretsin bakışı, hayattan bezmiş, yorgun hali var. Jensen Ackles'ı ayrıca tebrik ettim, inanılmaz güzel oynamış, Dean'deki o hayalkırıklığını, üzüntüyü iyi vermiş. Ah bir Michael'ın kılıcı olmadığı kaldıydı yavrucağın, ne adammışın be. Neyse bu gidişle ben blogta daha çok supernatural yazısı yazarım, spoiler veririm. Çok seviyorum lost başlayana kadar da favorim olarak kalacak.

Bence ben Üds'den çok kötü bir puan alacağım. Hiç çalışasım da yok, ezbeleyemiyorum kelimeleri, test çözmek de istemiyorum. Kursta da uyuyorum zaten. Bıktım.

Zuhal Topal'la izdivaç izliyorum, annem sağolsun. Kadını seviyorum öbür kadından daha iyi olduğu kesin de programın formatında bi değişiklik yapmaları lazım, daha çok entrika falan olsun, aldatmalar, koca adaylarını birbirlerinden çalmalar olsun. Kuru kuru yok ev istiyorum, asker olsun, statüsü yüksek olsun, kocası ölmüş dul olsun ama boşanmışı kabul etmem zırvaları reytingler için yeterli değil. Sonra ben izlerken sıkılıyorum şekerim, tüm kadınlar aynı şeyi istiyor, bir de beğenmeyince beğenmediklerini söylemeyip yalanlar uyduruyorlar ama herkes yalan olduğunu biliyor. Yaratıcı yalan bile söyleyemiyorlar. Ayıp.

En sinirlendiğim şeylerden biri, herhangi bir dizinin bir sezonunu aldığımda ya son bölümün ya da son 3-4 bölümün eksik çıkması. O kadar sinirleniyorum ki yani o cdyi ortadan ikiye kırıp kafasına isabet edebilecek insanları düşünmeden pencerden dışarı fırlatasım geliyor. Yapmayın bunu, ayıp, yazık bana.

10 Eylül 2009

Los Amantes Del Circulo Polar

Şans eseri izledim ben bu filmi.
Baktığım her yerde ismini görüyordum.
Tesadüf işte, aklıma esti bugün oturdum başına
Kadere inanan biri değilim, tesadüflerin altında
büyük anlamlar da aramam.
Eskiden işaretlere ve olayların oluş sırasındaki
anlamalra takıktım.
Hayatta karşımıza çıkan her insanın
Bir nedenden hayatımıza dokunduğunu düşünürdüm.
Hala bazen bir şeyler olduğunda
3 saniye geç kalsaydım nesıl değişirdi diye düşünürüm
Bazen yeni bir insanla tanıştığımda
Onun hayatıma nasıl dokunacağını tahmin etmeye çalışırım
Bazen çok kalabalık bi yerde aklımdan geçirdiğim insanla
karşılaşmamın altında başka bir şeyler yattığını da düşünürüm
Ama eskisi gibi değil
Uzun zamandır böyle şeylere fazlaca anlam yüklemiyorum
Raslantı diyip geçiyorum
Düzenden çok kaosa inanıyorum
Ama bu film
Bu film, düşündürdü yeniden
Böyle bir aşka inanmak istiyorum
Ama cesaretin kaderi yenemeyeceğine inanmak istemiyorum
Bazı şeyler bizim elimiizde olmalı mutlaka
O'na doğru koşarken, çabalarken
Bir dizi tesadüflerin
Ya da işte bu kader denen şeyin
Benim çabalarımı sıfırlamasını istemiyorum.
Bazı döngülerin dışına çıkılabilsin
Hayat sürekli tekrarlayan ve dışarıdan bir dokunuşla
değiştirilemeyen bir döngüler bütünü olmasın
Kaderin sadece iki insanı buluşturma görevi olsun
Varsa eğer
Böyle buluşturacaksa kadere sözüm yok
Sonra ayırmasın ama (kaderle pazarlık)
Neyse işte ben sevdim bu filmi
Son zamanlarda ihtiyacım vardı böylesine
Başı, sonu, müziği, sözleri, cümleleri içime kazındı.
Birkaç damla gözyaşı akıttım
Sonra filmi baştan açtım biraz daha izledim.
Bırakamadım.
Birgün hepimizin benzini bitecek ne de olsa
Bitmeyen bir şey yok.
Aşk da bitiyor.
Film de bitiyor.
"Hayatımın en büyük tesadüfünü bekliyorum şimdi"
"Geriye koşmak mümkün müdür? birkaç saat ya da hayatım kadar"
"Hava soğuk olduğunda her şey daha hızlı ve erken olur, tesadüfler mesela"
Benim de böyle bir hikayem olsun, neden yok???

Kum Taneleri

Benim anlayamadığım çok şey var, ama artık niye anlayamıyorum diye saçımı başımı yolmuyorum. İnsanların bazı davranışlarının altındaki niyeti bilmek imkansıza yakın yani. Herkes kendi dünyasında bi senaryo yazmış oynuyor, onun senaryosuyla seninkinin çakışma ihtimali nedir ki? O yüzden kendimden yola çıkarak başkalarının laflarını, davranışlarını yorumlamıyorum. Daha yüzeyden yüzeyden yaşıyorum. Bazen biraz üzülüyorum, böyle hafif bi rüzgar kumları yüzüne üflemiş kadar üzüntü, sonra kumları elimle siliyor devam ediyorum. Kum fırtınları çıkmıyor çok zamandır. Yine de bir insana bakınca onun içini görme isteğimi koruyorum, birinin önünde saydamlaşma isteğim de var, evet yalan değil. Çok ütopik biliyorum, bana bakınca anlasın, ve beni her türlü eksiğimle, salaklığımla, dramalarımla sevsin, konuşabilsin her şeyi, bazen de susarak anlatsın derdini istiyorum. Bir insan düşünüyorum ki susması huzur versin aynı zamanda rahatsız etsin. Çok fazla anlam yüklemediğim halde çok fazla anlamı olsun, kendiliğinden... İstemenin sınırı yok da gerçeklğinden de kaçamıyor insan. Bir şeyi istemek başka şey ona inanmak başka. Hiç olmadığım kadar inançsızım son zamanlarda ve ilginçtir çok doğru hissediyorum. Yüzüme üflenen kum tanelerden bi farkım olmadığı gerçekliği ile yüzleşmiş ve bu gerçeği severek kabul etmiş olduğumdan iyiyimdir belki de. Büyütmeye gerek yok hiçbir şeyi. Küçüğüz ne de olsa.

7 Eylül 2009

Belki de yanlış bir leyla.

Belki de hiçbir şey yazmamalıyım şu saatte, sadece supernatural izleyip susmalıyım. ve evet castiel'in hastasıyım. Mavi gözlü erkekleri hep bi ayrı tutuyorum, zayıf yanımdır, dayanamam. ay yazmadan duramıyorum, şu saatte aklıma hep garip şeyler geliyor, sonra gülesim geliyor blog, vallahi. Bence insanlar kendilerini iyi hissederken the smiths dinlememeli ama travis dinleyebilirler.

Geçenlerde Itunes kendi kendine tüm şarkıları sildi, sonra ben yendien ekledim ama bu sefer ipoda atmak için yeni playlistler oluşturmam gerekiyor, çok üşeniyorum, ipoduma yeni şarkı atamıyorum. Hotmail gelen kutumda an itibariyle 1954 okunmamış mail var silmiyorum, üşeniyorum üşendikçe sayı artıyor.

Bugün kendime beyaz ve morumsu far aldım, oje de aldım. ben artık kocaman kadın oluyorum bir de topuklu ayakkabı alırsam kimse beni tutamaz :)

Öylesine bi şarkı açıyım diyorum, Radiohead'den street spirit çıkıyor, şimdi ben daha ne yapabilirim, benim yolum bu valla arkadaşım. Ayrıca bişey diyim mi bence insanlar çok garip, ikili ilişkilerde bilmek gereken çok fazla ayrıntı var, karşıdaki insan bi haraket yaptığında bunun en az 5 tane anlamı olabilir ve biz içinden hangisi olduğunu bulmak zorundayız. Ben buna sinirleniyorum, anlayamıyorum çünkü.

Bence doğumgünleri önemlidir, burçlar da önemlidir. Bir insan benim doğumgünümü hatırladığında mutlu oluyorum, ben başkalarının doğumgünlerini hatırladığımda kendim de mutlu oluyorum. Eskiden olsa yok ya çok da önemli değil derdim ama aslında önemli.

Led Zeppelin'in bateristi John Bonham nasıl bateri çalıyorsa ben de o şekilde yaşamak istiyorum, böyle tutkuyla, davula vururken elleri kanasa bile dakikalarca buna devam edebiliyor oluşu acayip bir şey, insan bir şeyi böyle sevebilmeli, hastalıklı gelebilir belki ama bence süper.

Ben o kadar çok dizi izliyorum ki sezon başldığında her hafta indirmem gereken 7 dizi olacak. neyse ki kota sınırsız da problem olmuyor. Bu kadar diziyi izleyip hepsini nasıl hatırlıycam her hafta merak ediyorum.

Bazen susmam gerekirken konuşuyor, konuşmam gerekirken susuyorum. Kendimeden en çok bu anlarda nefret ediyorum.

5 Eylül 2009

Gerçeksiz

Ben çok iyiyim dersin , süperim, üzülmüyorum, ağlamıyorum artık,
Sonra bir akşam, 11 gibi
Aklın herzamanki uğraşlarındayken, -müzik dinliyorsundur mesela-
-Ya da blogunda bir yazıyı bir milyonuncu kere okuyorsundur-
Birden gözlerin senden bağımsız bir şekilde
Islanmaya başlar.
Ağlamak bile denmez ya buna
Bomboşsundur çünkü, ne üzgün ne sinirli
Artık hiçbir şey hissedemezken
Bir tarafın sen istemeden isyan eder bir şeylere
Gören, duyan, fark eden biri olmak mıdır güzel olan
Yoksa hissedemeyen bu yüzden mutlu olduğunu sanan
Bir insana dönüşmek midir gerekli olan
Belli ki senden bi parça, farkında olamdığın bir şeyleri göstermeye çalışıyordur
Ya da her şey gibi, herzamanki gibi bu da aklının oyunlarından biridir.
Sonra bir başka akşam için kasvetle dolar
Bir sağa bir sola yürürsün başka birinin evinde
Zayıf yanlarını görmesinler diye bir köşede ağlarsın tek başına
Kimse gelmeden silersin gözyaşlarını
Hem kimse görmezse gerçek olmaz ki dersin.
Bu sefer kararlısındır gerçeğe dönüşmeyecektir hiçbir şey
Vazgeçersin o karanlık odada
Bir süre istemişsindir, dilmeişsindir ama artık önemi kalmamıştır
Ona ihtiyacın yoktur ve belki hiçbir zaman da olmayacaktır
-belki zaten hiç olmamıştır-
Aynı kabusu tekrar tekrar görmek istediğin dönem kapanmıştır.
Kaybetmekten hala zevk alıyor olabilirsin
Hala "hüzne benzer mutluluklar" arıyor olabilirsin
Ama bir yerde durman gerektiğini de bilirsin.
Seni iyi edecek şeyi başkalarında arama isteğini bir kenara bırakırsın o akşam
hala aklında "i was hoping we could heal each other" sözleri vardır ama
Çoktan geçmiş zamanda yaşlanmaya başlayan bir umuttur bu.
Yeni hayatın için yapman gerekeni çok uzun zamandır bilip
Hayata geçirmek için adımlar atmışsındır zaten.
Böyle akşamlar her zanan olacaktır, bunun farkındasındır şimdi
Gözlerin senden bağımsız içini dökecektir ara sıra
Ama sen artık muhtaç değilsindir.
Kimseye, hiçbir şeye.
Tek başına, düşe kalka varolacak ve yaşayacaksındır.
Sonlara alışacak, kabul etmeyi öğreneceksindir.

2 Eylül 2009

Çabasız

Herhangi bir şeye tutkuyla bağlanmak istiyorum, bir işe, bir insana, bir hobiye... bunu yapamıyorum, hayatta benim için önemli olan şeyleri kendime hatırlatıp durmama rağmen, bunlara erişmek için gerekli olan tutkulu çabayı gösteremiyorum. tamamen sevemiyorum, tamamen çalışamıyorum, bazen dünyanın en kolay işlerini yapacak gücü bile bulamıyorum kendimde. halbuki teoride aslanım, kaplanım, zekiyim, istesem yaparım. sürekli bunları söylüyorum kendime, "nasılsa bunları yapabilecek kapasitede olduğunu biliyorsun değil mi " diyorum, bunu bildiğimi biliyorum ama nedense iş faaliyete geçmek olduğunda yerime çakılıp kalıyorum. önümde görünmez duvarlar var, dışardan bakanlar göremiyor tabi ki, ben bile göremiyorum ama diğerlerinin aksine ben duvarları hissediyorum. başarılı olmak, bir işte tamamen kendimi adamak, yararlı olmak istiyorum, yaratıcı bir yönüm var mı yok mu bunu keşfetmek istiyorum, hayatımın bir anlamı olsun istiyorum, daha çok insan tanımak, daha çok yer görmek, her şeyi denemek istiyorum.
Bir şeylerin sadece teoride değil pratikte de önemli hissettireceği günleri görürüm umarım. Ve içimde bir yerlerde birazcık bile potansiyelim varsa bunu ortaya çıkarabilcek gücü kendimde bulabilirim umarım.

29 Ağustos 2009

Hayal Bile Edemezdim Ben Bunu*

Ders çalışmıyorum, önümde kocaman üds ve ales var. Napcam ben?
Durmaksızın dizi izliyorum. Supernatural ile neşeme neşe katıyorum.
Ingrid Michaelson'ın yeni albümünü dinliyorum, çok şeker olmuş.
Dean'i mi yoksa Sam'i mi daha çok sevdiğime karar veremiyorum.
Okumam asla dediğim bestseller kitapları okuyorum, hem de seviyorum.
Galiba ben Sam ve Dean'i birliktelerken seviyorum.
Tüm yaz Ankaradaydım neredeyse ve tatil süperdi. Çok eğlendim.
Rakı da süper bi içkiymiş, bunca yılı heba ettik onsuz.
Sam bazen çok tripcan oluyor o zamanlar Dean'i daha çok seviyorum.
Yaz okuluna kaldım da pek bi işe yaramadı. Deneyim oldu, yazın kampüs nasıl oluyormuş görmüş oldum.
Jeffrey Dean Morgan'ı her bölüm görsek ne süper olur diye düşünüyorum.
Adı Jeffrey olan herkesi adeta bir refleksmişcesine seviyorum.
"The whole reason you watch a tv show is because it ends. if i wanted a long boring story with no point to it, i have my life" sözüne gülüyorum şu anda. Jerry Seinfeld süper zeki bi adam.
Bu yaz yepyeni yönlerimi keşfettim.
Çok ağladım bi süre, sonra geçti.
Artık bir şeyleri deniyorum, korkmuyorum.
Büyüdüm.
-Can I shoot her, -Not in the public.
-I'm Batman -Yeah You're Batman.
Komik.
Supernatural'ın soundtrackine sahip olmalıyım. Benim olmalı.
Şampanya gibi patlayan kırmızı şarabı sonunda içtik.
O kadar muhteşemdi ki, ne yazık ki burda onun aynısından bulmak imkansız.
Herhangi bir şey yapmak için özel bi an beklemek saçma çünkü bekledikçe gelmez, önemli olan o özel anı yaratmak. Sen o şeyi yaptığında o an otomatikman özel oluyor zaten.
Kurtuluş sandığımız şey duvarlarımız olmaya başladığında onu uzaklaştırmayı bilmek lazım. Bunu öğrendim.
Sam'in gömleklerini kim seçiyorsa kendisine burdan bir alkış.
Ingrid'den Maybe Ağustosun şarkısı olsun bence.
Geniş Aile acayip komik bi diziymiş, 2 bölüm izledim sadece o bile yetti.
Amerika Açık başlayacak diye seviniyorum.
Supernatural sevin, izleyin.
Quentin Tarantino'yu hala sevmiyorum.
Maybe in the future you're gonna come back.
Neyse yoruldum, bir bölüm daha Supernatural sonra bi bölüm daha.
Gece.

*daha mutlu olamam.

26 Ağustos 2009

Kahve ve Yemek

Sabah sabah beynim bloke olmuşken şöyle sert bir kahvenin hayaliyle yaşıyorum ama o kahveyi yapmaya üşeniyorum. Bana o kahveyi yapacak biri olsa evde, sonra yapsa kahveyi getirse, afiyet olsun dese ve ben içsem. Bunu istiyorum, hatta bunla yetinmiyorum kahveden sonra o biri bana yemek hazırlasın, bardağa şeftalili ice tea koysun bir de içinde domates olan kocaman bir salata yapsın, sonra beni çağırsın "yemek hazır" desin istiyorum.


*bir de kahveyi düzgün yazabilseymişim, açlıktan oluyor bunlar hep.

21 Ağustos 2009

Hiçbir Zaman

BİR HATA
Bir insan aynı hatayı kaç kez yapabilir? Limiti merak ediyorum gerçekten. Ben kendimi devamlı aynı döngünün içinde bulacağım gibi geliyor, limitim sonsuzmuş gibi.Birileri hayatımı loopa almış sanki sürekli aynı şeyler tekrar edecek ve sonunda yaptığım her şeyin, hissettiğim her şeyin aslında tek bir şey olduğunu fark edeceğim son nefesimi verirken. Bir hayat, bir insan ve aynı şekilde yaşanmış yüzlerce olay, anı... Günün sonunda yine yorgun, yine kırgın hisseden tüm hayatı kaybederek geçmiş bir zavallı. Ya da belki de limite çok az kalmıştır ve o yeter anı gelmek üzeredir. Ondan sonra aynı hataları yapmayan, pişmanlık duymayan kesinlikle zavallı olmayan, günün sonunda huzurlu, sakin, hayatı kavramış, olana bitene hakim, yaşadığı hayatın hakkını vermiş, dünyadaki günlerini istediği gibi geçirmiş, en nihayetinde öğrenmiş bir insan olurum. Belki ile başlayan her şey gibi, belirsizliğin olduğu her durum gibi her zaman biraz umut vardır ve hayalkırıklığı.

BİR ŞİİR
Demiş ki Cemal Süreya:
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Hep sorarlar bir şeyleri, merak ederler ve bazen soru sorulan kişi için cevap çok doğaldır, olağandır. Yalnızlığı bilmeyen biri anlayamaz, senin için bir ovanın düz oluşu gibi ya da denizin tuzlu oluşu kadar normal bir şeydir oysa yalnızlık, anlatamazsın. ve bunun doğallığının yanı sıra yalnızlığı düz bir ovaya benzetmek ayrı bir güzelliktir. "Keşke yalnız bunun için sevseydim seni" içinde her zaman "keşke sen de sadece bunun için sevseydin beni'"yi barındırır. Akıp giden sokaktan bşaka bir şeyim yok, ben bir hiçim belki ama yine de sev beni. Hüzünlü değil de nedir bu.

İKİ KELİME
Nakka : Duyar duymaz aşık olunan bir kelime. Anlamını sorduğum arkadaşım "aslanın karesi" dedi. Asla ve asla, hiçbir zaman, yok işte ölsem de gebersem de yani bir daha asla anlamındaymış. Bir de Yeni Türkü şarkısı varmış bu isimde. Dinleyemedim.
Katre: Gözyaşı demek, birkız çocuğuna isim olarak yakışır ama adı gözyaşı olan bir çocuğun hayatı nasıl geçer hiç bilmiyorum.

BİR ŞARKI
Van Morrison-Astral Weeks. Hayatımda dinlediğim en güzel şarkılardan biri, asla bıkamam, tüm Astral Weeks albümü gibi, doyamam. Bir de şunları söylüyor ya Van amcam, ölüyorum yavaştan;
if i ventured in the slipstream
between the viaducts of your dream
where immobile steel rims crackand the ditch in the back roads stop
could you find me?
would you kiss-a my eyes?
to lay me down in silence easy
to be born again, to be born again,to be born again...
in another world, in another world,in another time...
i got a home on highain't nothing but a stranger in this world...
i'm nothing but a stranger in this world!
i got a home on highin another land
so far away, so far away...
way up in the heaven, way up in the heaven,
way up in the heaven, way up in the heaven...
in another time, in another place,in another time, in another place...
way up in the heaven, way up in the heaven,
we are goin' up to heaven, we are goin' to heaven...
in another time, in another place,in another time,
in another place,in another face...

BİR KİTAP
Şeytan ve Genç Kadın: Dünyada iyi ve kötünün bir bütünlüğü varsa -ki var- ve herkesin içinde az da olsa kötülük varsa -ki var- ahlaki ikilemler içinde sürüklenirken çok sıradan insanların bile büyük kötülükler yapabilcekleri koşullar oluştuğunda tüm dini, toplumsal vesaire nedenin dışında bireysel bir irade ve ahlakla insanların nasıl davranabilceğini merak edenler için, bazen etrafta düşündüğümüzden daha çok iyilik olduğunu, bazen de hiç kötülük görmeyeceğimizi düşündüğümüz insanların aslında kötülükle dolu olabilceğini fark edebilmek için. Ben olsam okurdum ki ben okudum :)

BİR SÖZ-SON SÖZ
"I wanna love you but my hands are tied i wanna stay here but i've been denied"

15 Ağustos 2009

Uyum

Hayat karışık, her zaman öyleydi ama bu sıralar ben acayip uyum sağlıyorum. Hayat üzerine düşünmek yerine onu yaşama kararı aldığım andan beri şu isyan eden tarafımı her geçen gün biraz daha törpülüyorum. İnsan süper mutlu olmasa da nötr bir duygu durumla hatta bazen mutlu da olarak hayatına devam edebiliyormuş. Hızlı yaşayınca durup düşünmeye de zaman kalmıyormuş. Valla yahu ben bunca yıl bunu keşfedememişim bazen cevap ne kadar basit oluyormuş. Girişimci bir ruh oldum, sosyal yönümü patlattım, evet hala nevrotiğim ama mühim olan kötü yanlarımıza alışmak- kabullenmek. Gerisi de geliyor, hayat zaten kısa, birkaç önemli an, birkaç önemliye yakın an, bomboş anlar bazen ne olduğu anlaşılamayan anlardan ibaret. Böyle akıp giderken ben de aynı hıza ulaşmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar başarılıyım, zaten ben yaparım ya :) (aradığımız motivasyon işte bu )

9 Ağustos 2009

Eşik

"Hepimiz bir şekilde yaralıyız sadece bazılarının acı eşiği çok düşük." yazmıştım geçen gün kitabımın en arka sayfasına, iyi ile kötünün aynı yüzde varolduğunu söyleyen kitabımın arkasına. Yaralar, iyi yanlar ve karanlık taraflar hepimizde olan şeyler, inkar etmek boşuna. Karanlık yönümüzle barışıp, yaralarımızı sarıp yola devam etmek lazım. Bu sırada acı eşiği düşük olanlar daha fazla acı çekecek karanlık tarafları iyi yönlerine ağır basanlar daha çok kötülük yapacak belki. Ama hepimiz aynı yolun yolcusuyuz, o kadar da farklı değiliz birbirimizden. Öyle olduğumuzu sandığımız anlarda yalnızlaşıyor ve yabancılaşıyoruz. İnsan olmanın acıları, yalnızlığı, varoluş yükü, iyilik, kötülük hepimiz için.

5 Ağustos 2009

My Life According To "Jeff Buckley"

Kültür Sepeti dolaylarından gelen mim pasını değerlendirme sırası bana geldi. Efendim mim müzikle ilgili olunca akan sular duruyor benim için, üstelik bir de böyle eğlenceli olunca daha bi severek yazıyorum. Yapmamız gereken oldukça basit aşağıdaki sorulara uygun şarkı isimleri seçeceğiz bir grup veya sanatçının şarkılarını baz alarak. Ben şaşırtıcı olmayacak şekilde Jeff Buckley'i seçtim ayrıca Jeff Buckley'in kendisinin olmayan ama onun yorumladığı şarkılardan da seçimler yaptım. Sonra bana gelip ama bu aşrkı Bob Dylan'ın Nina Simone'un falan demeyin, Jeff ne söylediyse ben onlardan seçtim . Başlayalım

Male or Female?
Just Like a Woman


Describe Yourself:
Morning Theft


How Do You Feel?
So Real


Describe Where You Currently Live:
Strawberry Street


If You Could Go Anywhere, Where Would You Go?
Eternal Life


Favorite Form of Transportation:
Kanga-Roo :)


Your Best Friend Is:
Demon John


What's The Weather Like:
Sweet Thing


Favorite Time of Day:
When My Love Comes Down


If Your Life Was A TV Show, What Would It Be Called?
If You See Her, Say Hello


What Is Life To You?
Lost Highway


Your Fear:
Last Goodbye


What Is The Best Advise You Have To Give:
Forget Her /Lover You Should've Come Over


Thought For The Day:
We All Fall In Love Sometimes


How I Would Like To Die:
Drown in My Own Tears


My Soul's Present Condition:
Alive


My Motto:
3 Is A Magic Number (şaka şaka)/ The Sky Is A Landfill

Evet işte bu kadar, bazılarını seçerken çok zorlandım, bazıları da çok anlamlı olmadı ama idare edin artık:) Ben de Jazz'ı mimliyorum, hangi şarkıları seçeceğini merakla bekliyorum

4 Ağustos 2009

Akış

Olayları akışına bırakmayı öğrenmek istiyorum. Bazen bazı şeyler yaşanması gerektiği için yaşanır, bazen de kendi ellerimizle yaratırız yaşanmışlıkları, biliyorum ve bazen olan olmuştur geriye dönülmez. Hayat üzerine düşünmek yerine onu yaşamaya karar verdiğim bu zaman diliminde bir yanım halen tetikte ve ben o yanımı ikna edemedim görünen o ki. Lütfen şu hayatta yaşadığım veya yaşamadığım hiçbir şey için suçluluk duymayayım artık, suçluluk kadar insanı yoran-hasta eden bir şey yok. Sevmek istediğimde seveyim, unutmak istediğimde bırakayım, yorulduğumda durulayım ve benim dışımdaki insanların kararları, fikirleri, yaptıkları veya yapmadıkları için kendimi üzmeyeyim.


Fonda Çalan: Radiohead- Nice Dream

31 Temmuz 2009

Biraz Gerçek Biraz Rüya

Bugün Bradley Cooper'ın fotoğraflarına bakarken gözlerim doldu, neler oluyor bana yahu. Tamam adam bir adonis, başlı başına bi dünya, karizma kelimesinin görsel karşılığı ama bu kadar da olmaz, bunun için ağlamaya gerek yok ki :) Benim ağlama düğmemin ayarları bozuldu resmen, yalama oldu. Mutlu, mutsuz, güzel, kötü, garip her şeye ağlar oldum :) Ha bi de The Hangover eğlenceli bi film olmuş, sadece Bradley Cooper oynuyor diye değil vallahi eğlenceli.

How I Met Your Mother'ı bilmem kaçıncı kere yeni baştan izliyorum. Açık ara "en çok izlediğim şey" oldu artık. Ama o kadar güzel ki replikleri ezberledim, hatta evde onlar gibi konuşmaya başladım, hayatımın her olayında himym'dan verecek bir örnek buldum, izlemeyenlere izlettim sonra onlarla bir how i met jargonu oluşturdum. hem o kadar izlememe rağmen bazı esprileri daha öncesinden fark etmediğimi fark ettim. Her izleyişimde yeni bir şey, so awesome.

Ben geçen gün blink-182'yu özledim. Two guys and a girl'in bi bölümde çıplak şarkı söylüyorlardı. Ana dedim bunları görmeyeli yıllar oldu, sonra gittim birkaç tane eğlenceli şarkı dinledim. Bunların boybandlerle dalga geçtikleri bi klipleri vardı onu hatırladım güldüm :)

Two guys and a girl demişken bir himym kadar olmasa da süper bi dizi. Çok komik ayrıca Michael Bergen gibi bir karakteri barındıryor içinde. Ben cnbc-e de izlerdim ordan aklımda çok komik olduğu kalmıştı sadece, linkleri buldum indirdim, hafızam beni yanıltamdı süper süper. Bundan sonra aklımda çok komik diye yer eden diğer bi dizi That's 70s Show'u izleyeceğim. Önce Supernatural ama. Israrlara dayanamadım daha fazla.

Greenday'in Time of your life şarkısı beni çok hüzünlendiriyor. How I Met'in 2. sezon son bölümünde barney ve tedin konuştuğu son sahnede çalan şarkının adı "sea green, see blue" jaymay adında bi abla söylüyor ve inanılmaz güzel. Travis'in my eyes şarkısı her durumda neşeli geliyor, elliott smith'in XO albümü o kadar güzel ki bir de jason mraz I'm yours'u söylerken huzur buluyorum. Daha çok var...

Maddeli yazı yazma işini yeniden sevmeye başlıyorum galiba. Bir de başlık bulabilsem.

Hayatımın en filmsel rüyasını da gördüm. Resmen romantik komedi çektim rüyamda, çok eğlenceli ya :)

28 Temmuz 2009

It's like forgetting the words to your favorite song.**

Better


Yine kocaman bir boşlukta kaldım, söyleyecek sözüm kalmadı ama müzik hep yanımda. Konuşmasam da dinlerim, dinlemeyi severim. Ne olduğu çok önemli değil de bu sıralar birileri bana güzel bir hikaye anlatsa da onu dinlesem istiyorum. Kendimi hikayesiz hissediyorum. Son günlerde en çok dinlediğim şarkı "Better" olduğundan blogumda dursun diye böyle bir video koyuyorum, sayfayı her açtığımda dinlerim, belki siz de dinlersiniz. Kelimesiz kalınca müziğe koşmak iyidir ama dilerim ki kimse kelimesiz kalmasın. Müziksiz de kalmasın. Temmuz da bitiyor sessiz sedasız.

**Her nekadar burada better'ı dinliyor olsam da başlık bir başka Regina Spektor harikası
"Eet" den alıntıdır. Oluyor öyle bazen, insan ismini bile unutur :)

19 Temmuz 2009

Belki Ben Büyüdüm, Belki Zaman Küçüldü.

Yalnızlıkla tek başınalığın farklı şeyler olduğunu biliyorum, ona göre davranıyorum.

Bugün kameradan kendimi izledim, düşündüğümden daha fazla hüzünlü bakıyorum ama düşündüğümden daha az itici görünüyorum.

Bir insanı tamamen anlayabilmenin imkansız olduğunu biliyorum, ona göre davranıyorum.

Hayattan tek istediğim iyi bir terapist olabilmek, bunun için çok çalışmam gerekiyor,ona göre davranmaya çalışıyorum.

"Because you leave me here on the other side", görünce söyleceğim. "I won't live for or die for you won't do anything any more for you, i'm not gonna shed one more tear for you" da diyeceğim. İçimden.

İnsanları dengesizleştiren motivasyonu merak ediyorum.

İstanbul'da nemden ve sıcaktan bayılmamayı umut ediyorum. Bir de yolumu bulabilmeyi. Literally.

Michael Bergen benim sevgilim olsa, hayattan elimi ayağımı çekerim. Yeminlen.

Ölmeden önce bir tane şarkı yazacağım.

Madrid'de ve Manhattan'da yaşamadan ölürsem de gözüm çok pis arkada kalacak.

Belki Almanca öğrenirsem süper bi kariyer adımı atabilirim ama sevmiyorum bu dili.

Bazen diyorum ki Jeff Buckley neden öldü, bazen bana hala yaşıyormuş gibi geliyor hatta arkadaşımmış, birazdan beni arayacakmış, çıkıp kahve içelim diycekmiş gibi. Özlüyorum.

Bir yıl sonra çantadan çıkan hatırlar gibi ilginç bir şey var mıdır?. Bir yıl kapalı kalmış orda.

Gitmek bir seçimse, kalmak da öyledir. Hayat seçimlerden ibarettir. Bazen bir seçeneği kaybetmekten korktuğum için karar vermeyi ertelemem bir şeyi çözmez. İşkenceyi uzatır. Yara bandını çekmek gibi, seç gitsin bir anda.

Yetenek önemlidir ama yeneteği yaratmak daha önemlidir. Bunu biliyorum, ona göre davranıyorum.

Hayat kısa evet bunu bilmeyenimiz var mı. Our endless numbered days demiş güzel bi adam. Sonsuz gibi geliyor de mi? Sadece ölme deneyiminin sistemde varolmayışındandır bu. O yüzden insanlar günü yaşama kararlarını 2 saat içinde unuturlar. Ben de.

Bir terapistle hangi terapi sisteminin daha iyi olduğunu tartışma. O senden daha çok biliyor çünkü ukala olma. Ukalalık kötüdür, ona göre davran.

Yeşil babetler güzeldir, güzel olduğu kadar da dardır. Ama bir gün giymekten kimse ölmez. Hem değişiklik iyi de olabilir. Kim bilir.

Ben bilmem.