10 Kasım 2011

"Zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz" *

bazı şeyler
ne yaparsak yapalım kafamızdan asla silinmeyecek bazı görüntülerin esiri oluruz ara sıra. günün herhangi bir saatinde bir taksinin arka koltuğunda oturup camdan dışarı bakarken ya da evin bir odasında manasızca televizyon izlerken bir anda canlanıverirler zihninizde. unutulacak şeyler değillerdir onlar, zaten bir şey de değillerdir. ne olduklarını anlayamazsınız. bir görüntü müdür yoksa bir his mi. belki de bir düşünce. belki hepsi birden. sonra o her neyse tüm sisteminizi ele geçirir, başka bir şey yapamazsınız. ya hisseder ya düşünür ya da gözünüzü kapadığınızda onu görürsünüz. bir gün bir alışveriş merkezinin ortasında ağlamaya başlarsınız sonra. babam. o yüksek kulenin üzerinde oturuyormuş, cahit sıtkı tarancı'yla rakı içiyorlarmış. oldu mu böyle bir şey. bir rüya ya da bir hayal. ne olduğunu bilmeniz imkansız. babam o kulenin tepesine oturmuş gülümsüyormuş, rakının yanında meyve tabağı da varmış, kendi hazırlamış. yüksekten hiç korkmuyormuş. ölüler hiçbir şeyden korkmazlar ki, bendeki de laf. mutluymuş, artık hızlı giden arabalara binebiliyor, maçları izleyebiliyormuş. cahit sıtkı'yla arkadaşmış. ne güzel değil mi? üstelik o kuleden bakınca evi de görebiliyormuş. ölülerin evi var mıdır?

kirpi
buralarda yaşayan bir kirpi var, adı fikri. geceleri karşıdan karşıya geçmeyi seviyor. çocukları da varmış diyorlar. fikri anne galiba.

kitap
bazı kitaplar gerçekten de hayat kurtarıyor. inanıyorum buna. bizi mahvediyorlar orası bir gerçek ama zaten bizi kurtaran şey mahvolmak. diğer türlü yaşadığımızı nereden anlayabiliriz ki? yaşadığımızı anlamıyorsak da yaşamıyoruzdur. algılardan bağımsız canlılar değiliz. o yüzden bazı kitaplar öyle sert vuruyorlar ki yüzüme "galiba ben yaşıyorum" diyorum kendi kendime. yaşamasam bu kadar hissetmezdim. bu kadar hissetmeyeyim dediğim zamanlar da oluyor tabi. insanoğlu tam olarak ne istediğine ne zaman karar verebilmiş zaten? ama varolmak büyük bir yük, bazen hissetmek bazen de tamamen unutmak istediğimiz. kitaplar iyidir, sertçe kafama vururlar sonra yerden yere vururlar. sonra belki de yaraları sararlar.

insan
bob dylan'ın şarkısında "i gave her my heart but she wanted my soul" diyerek ne demek istediğini anladım galiba. sizin verebileceğinizin ve karşı tarafın talep ettiklerinin miktarı uyuşmayabiliyormuş. yani belki başka bir insan olsa ruhunuzu söküp verirsiniz hatta belki şeytanla anlaşma yapar ruhunuzu satarsınız ama bir başkası için, "kalbimi verdim ya daha ne istiyor" diyebilirsiniz. belki bir başkasına sunabileceğiniz sadece bedeninizdir. bu durum öyle kötü bir şey de değil aslında, işin içinde karşı tarafın beklentileri olmasa tabi. herkese ruhumuzu versek o zaman bizden geriye ne kalırdı? ya da herkesten bize ruhunu vermesini isteme hakkını kendimizde bulabilir miyiz? neyse don't think twice, it's alright.

bisiklet
bisikletin sadece çocukluğuma ait bir şeymiş gibi gelmesi ne garip. 7 yaşımda yine 7 yaşında olan bir arkadaşım öğretmişti bana bisiklet sürmeyi. bir kere karşıdan gelen başka bir bisikletle çarpışıp yere düşmüştüm. canım hiç acımamıştı, gülmüştüm hatta. komik gelmişti karşıdan gelen bir bisiklete çarpmak. pedalları tersine çevirince fren yapan bisikletlerdendi. parlak lacivertti. tüm parçaları dağılana kadar kullanmıştım onu. birkaç kez daha düştüm sonra bisikletten ama nedense hiç umrumda değildi. o kadar çok seviyordum ki herhalde, bisikleti fiziksel acıyla eşleştirmek istememiştim. sabahtan öğlene kadar bisiklete biner sonra bana bisiklet sürmeyi öğreten arkadaşımın evine gider mısır gevreği yerdik. neden mısır gevreği bilmiyorum. aynı sınıftaydık. patates gününde onun beslenme çantasından patateslerini çalardım. her seferinde, kavga ederdik şakacıktan. çok eğlenirdim onun patateslerini yerken. ama onun ödevlerini hep ben yapardım, belki kendimi kötü hissediyordum patateslerini yediğim için. ödeşelim istiyordum belki de. çocukça bir adalet sistemi yaratmıştım herhalde kendime. yine de ne yapmış olursam olayım onun bana bisiklete binmeyi öğretmesini ödememin imkanı yoktu. hala da yok. bisiklet çocukluğumun bir simgesi ve çocukluğuma dair çoğu şeyi mutlulukla hatırlıyorum. parlak lacivert küçük bisikleti ve her hafta patateslerini çaldığım arkadaşımı da.

*diyor barış bıçakçı. hatta tamamı şöyle ki; " bu hatıra da başka pek çok hatıra gibi gerçeğin bir hayli çarpıtılmış bir biçimiydi, zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz. gerçekler av hayvanları içindir. balıklar örneğin, hayatta kalabilmek için neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmek zorundadır, geyikler de öyle. her neyse gerçek ya da değil, hatıra büyülüydü. büyü sürsün istedim çünkü büyü sürsün isteriz."

2 yorum:

Sam Scarlet dedi ki...

bu adam... neyse. bugün kitabı alıp okuyorum.

gokciii dedi ki...

cidden çok güzel bi kitap olmuş. sanırım her sayfasında altını çizmek istediğim bir cümle vardı. ama çizmedim nasılsa bir kez daha okuyacağım, o zaman çizerim belki.