11 Eylül 2012

Şehir

Beş gündür Bamberg'deyim. Burada zaman nasıl geçiyor bilmiyorum, bazen çok hızlı gibi geliyor bazen de inanılmaz yavaş. Şehre indiğimde ya tarih tünelinin içinde kaybolmuş bir bahtsız ya da geçmişe gitmeye karar vermiş tarihin ilk zaman yolcusu gibi şanslı hissediyorum kendimi. Şehrin tamamı ama tamamı eski binalardan oluşuyor, 500 yıldır var olan bira bahçeleri var burada ve 500 yıldır aynı birayı aynı yerde servis ediyorlar. Bir köşeyi dönünce Hegel'in evinin önünden geçiyorum ve sanki o hala pencerenin önünde oturuyormuş gibi geliyor.Modern giyimli insanlar ya da apple mağazaları falan olmasa kendimi 1700lü yıllarda yaşıyor gibi hissedebilirim, öyle hissetmem normal bile olur. Her şey öyle tarihi ki ben bile sanki tarihin bir parçası haline geldim burada. Beş gündür her gün sokaklarda yürüyorum, hiç sıkılmadım, sanıyorum ki önümüzdeki 6 ay içinde ayak basmadığım sokak kalmayacak.

Bugün kimsenin geçmediği çok dar ve yokuşlu sokaklardan yürürken aklıma eskiden o yollardan geçen at arabaları geldi, nedense at arabaları gözümün önüne geldiği an hayalimde hava da karardı ve kapandı. At arabalarının karanlıkla bir alakası olmalı. Aslında geldiğimden beri güneş var ama hava puslu olduğunda ya da yağmur yağdığında Bamberg nasıl görünecek çok merak ediyorum. Belki de ortaçağ'a karanlık çağ dedikleri için sanki bu tarihe karanlık hava daha da yakışırmış gibi bir şeyler düşündüm bugün, ha güneşten hiç şikayetçi değilim yanlış anlaşılmasın ama etraf daha karanlık olduğunda buradaki gotik havayı daha iyi anlarım gibi geliyor sadece. Bunalır mıyım? Sanmıyorum. Bu şehirle münasebetimiz ilk görüşte aşk ile başladığından, kolay kolay bıkmayız birbirimizden.

Anlatılacak bir sürü şey var hem şehirle hem de Almanya'ya özgü garipliklerle ilgili. Onları bi ara teker teker anlatırım, büyük kültür şoku yaşadığımı söyleyemem ama gerçekten çok şaşırdığım bazı minik hadiseler olmadı değil, neyse ki uyum sağalamak da zor değil. Hatta bezen her türlü ortama bu kadar kolay uyum sağlayabiliyor oluşumuzu çok garipsiyorum. Buraya gelir gelmez kendime özgü bir rutin yarattım bile. Yattığım yatağa alıştım, hangi lambaları yakıp hangilerini yakmayacağıma hemen karar verdim. Dolapları benimsedim, nereye ne koyacağımı hemen belirledim. Bunların bu kadar kolay olması iyi bir şey mi yoksa kötü mü onu da bilmiyorum. Yaşadığım yeri kendi yerim haline getirmeye çalışmak, başka birinin yerini öylece benimsemekten daha mı iyi yoksa beyhude bir çaba mı onu da bilmiyorum. Gelişine yaşıyorum. Odamın penceresinden sabahları kilisenin yolunda bisiklet süren insanları izliyorum. Herkes her yere bisikletle gidiyor, bir bisikletim yok diye gizliden içleniyorum. Şehrin ruhuna hayat veriyor sanki bisiklet tekerlekleri, ben şehre hayat veren şeyin dışında kalmamalıyım diyorum. Belki önümüzdeki günlerde sepetli bir bisiklet alırım. Bir de at arabam olsaydı şehrin her zamanının ruhuna hayat verebilirdim. Neyse o da başka bir zamana, gerçek zaman yolculuklarına kalsın.


2 yorum:

Sam Scarlet dedi ki...

at arabası olayı olsaymış gerçekten mükemmel olacakmış :) ama en kısa zamanda senden bol bol fotoğraf bekliyoruz haberin ola :)

gokciii dedi ki...

en kısa zamanda bir sürü fotoğraf gelecektir efenim, takipte olunuz :p