ne demek istemiş ki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ne demek istemiş ki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2012

Gerçeklik vs. Rüya

son zamanlarda sadece rüya görme ihtimalim olduğu için uyuduğum zamanlar var. gördüğüm rüyalarınsa iyi veya mutlu olacağının garantisi yok tabii ama rüyaların gerçeklik olmaması benim için yeterli zaten. gerçek olan şeylerden ölesiye tiksindiğim bir dönem yaşıyorum. bir tek rüyaların yarattığı o garip ruh halini seviyorum. gerçek ruh halim çöp kutusundan hallice olduğu için, her rüya çöp kamyonundan bir adım daha uzaklaşmak gibi geliyor bana. tırnaklarımı ellerime geçirdiğim veya avazım çıktığı kadar bağırıp gecenin bir yarısı annemi korkuttuğum rüyalar da bunlara dahil. geçen gece kendi sesim yüzünden uykumdan uyandım. gözümü açıp kapıya doğru baktığımda annemi gördüm. gelmiş, kapımın önünde kendi kendine gülüyor. ne dediğini duydun mu? diye sordu. ben hala yarı uyur şekilde ne dedim? dedim. buyrun demişim birkaç kez, bağırmışım BUYRUN BUYRUN diye. ne tarz bir rüya görüyordum bilmiyorum, kendi sesime uyandığım halde ne söylediğimin farkında da değildim ama bu kadar kibar ve ısrarcı bir şekilde kimi buyur ediyordum çok merak ettim. merak ettim etmesine ama bu uykuda konuşma ve rüyalarımı seslendirme olayımdan da yavaştan nefret etmeye başladım. illa ki gerçek hayata bir köprü kuruyorum. sanki zorundayım. uykumdaki şeyi neden inatla gerçeklik boyutuna iletmeye çalışıyorum bilmiyorum. manasız bir davranış. rüyayı bile rüyada yaşayamayacak mıyım ben? gerçi bu rüyalar bile gerçekten çok daha fazlası benim için. yine de mesela rüya dediğim yer su altı gibi ya da gökyüzü gibi bir şey olsaydı. sadece rüyadayken oralarda yaşama becerisine sahip olsaydım, yeryüzüyle iletişimim tamamen kopuk olsaydı. yeryüzü aşağıda ya da yukarıda var olmaya devam ederken ben sessiz bir gökyüzünde yaşasaydım. ya da sponge bob'un kasabası gibi bir su altı rüya kasabası da fena olmazdı. hem zaten suyun altında bağırsam bile annem duyamazdı. çocukken suyun altında bağırmayı deneyip birbirimizi duyabiliyor muyuz deneyleri yapardık arkadaşlarımla. kim nefesini daha fazla tutacak gibi salakça denemeler yaptığımızı da düşününce o zamanları hayatta kalarak geride bıraktıysam, bu zaman suyun altından bağırsam, hatta genzime inanılmaz ölçüde tuzlu su bile kaçsa ölmem gibi geliyor. zaten rüya dediğimiz şey saniyelerle ölçülen bir olgu. TARDIS'in bigger on the inside olması gibi rüyalar da içindeyken çok uzun, dışardan bakınca ise birkaç saniye süren kapalı göz hareketleri. o yüzden orada saatlerce nefessiz dolaşsam gerçek dünyada hepi topu 5 saniye olacak. 5 saniye ile öleceksem de ölürüm. gerçeklikten tiksindiği için ölen insan olurum. mezar taşımda yazan şey çok havalı olur en azından. bu zamana kadar mezar taşımda ne yazsa diye hiç düşünmedim. bizim kültürde öyle şeyler pek yok biliyorum ama öldüğümde başka bir kültürün parçası olursam diye bunu bir düşünmem lazım. tek bir cümleyle bir hayat özetlenebilir mi acaba? mezar taşına kompozisyon yazmak isteyen bir kimseydi diye yazdırırız hiç olmadı. kısa kesmeyi hiç bilmezdi. hikayeleri doğrusal zaman akışıyla anlatamazdı, önce hep sonu söylemek isterdi. zamanın akış şekline sinirliydi. bir sürü seçeneğim varmış meğer. düşününce bulunacak bir şey demek ki, o zaman çok dert etmeyeyim şimdi bunu. nereden nereye. rüya diyordum evet, gerçeklikten bıkmak diyordum. ölüm dedim sonra, neden bilmiyorum. öldüğümüzde sonsuza kadar rüya görseydik, hiç bitmeyen bir rüyanın içindeki hologramlar olsaydık güzel olurdu sanki. ölümün kendisi var olan son gerçekken ve insanı gerçekliğin diğer tüm boyutlarından koparırken tüm bunların yanında bir de rüya evrenine açılan bir kapı olsaydı bunu hiç garipsemezdim, çok mantıklı olurdu zira. (mantık???) sanırım bu sıralar çok fazla sci-fi dizi-film falan izliyorum. aşırı maruziyetten beynim yandı. mantık anlayışımın tipi kaydı. her neyse rüyalar iyidir. aslında hiçbir şeye zamanım yokken 14 saat uyumak da iyidir. bireysel bir başkaldırı. neye olduğunu henüz bilmiyorum. ayrıca dünyanın en zararsız başkaldırışı da olabilir. uyuyarak isyan ettim, neye? spesifik bir cevabı yok ama çok geniş bir cevap verebilirim; gerçekliğe.

12 Mart 2012

Kötü

bundan daha kötüsü olmaz dediğim her şeyin daha kötüsünü istikrarlı bir şekilde görmeye devam ediyorum. sanırım daha kötüsü olamaz demeyi bırakmalıyım. her şeyin bir fazlası mümkün görünüyor gözüme artık, "sonsuzluk ve bir gün" diyorum mesela. sonra o filmin de shakspeare'in de anlatmak istediğine geliyorum sanki dönüp dolaşıp. sonsuzluk bile yetmez onun bile bir fazlası vardır. öyle bir bitmemek... belki sonsuzluk ve bir gün'de asla bitmemesi istenen şeylere bir atıf var; sevgi gibi, mutluluk gibi ama bitmesini istediğimiz şeylerin de öyle birer birer artmayacağını ya da şak biteceğini kim söylemiş. hiç bitmiyorlar. bitmeyecekler. en kötü noktada geriye bakıp; "artık dağın zirvesindeyim, galiba sonunda bitirdim" dediğimde önümdeki dağa benden habersiz kaçak kat çıkıyorlar sanki. yine de inatla tırmanıyorum belki biter diye ama bitmiyor işte. daha fazla yalnız hissetmek mümkün değildir gibi gelmişti oysa bana, ama onun da artı biri varmış. yalnızlıktan ölmek istemek mi yoksa tam da bu kadar yalnız hissediyorken çevremdeki insanlardan tamamen uzaklaşıp izole olmayı istemek mi daha kötü, bilmiyorum. -belki ikisi de aynı şeydir.- insanların varlığının bizi daha az yalnız hissettirmesi gerekmez miydi? çok garip, bende tam tersi oluyor. aile denen şey öyle bir yalan ki bunca yıldır bizi nasıl inandırmışlar, nasıl kandırmışlar bilmiyorum. sevginin en katışıksız halini bile karanlık zihinleriyle kirletmeyi başaran insanlığa tiksintiyle karışık bir hayranlık duymaktan da kendimi alamıyorum. tüm medeniyeti bize yapıcı bir şeymiş gibi kakalamaya çalışan insanlara bakıp gülüyorum çünkü insan sadece yıkıcı, insanın kurduğu şey yıktıklarından arta kalanlar. eski yıkıntılarını yeni bir şeymiş gibi ekledikleri kaçak çıkılmış dağ katları. en basit insani ilişkilerden en karmaşık ilişkilere kadar işleyen yegane kural bu. buna uymayanlar elenip gidiyor belli ki. yıkım kazanıyor, bana da birer birer daha kötüsünü görmek kalıyor.

zamana da bir şeyler oldu, geçmiyor bir türlü. beni geleceğe götürecek şey eğer "zaman" olmasaydı onun hakkında ileri geri konuşurdum ama şimdilik susuyorum.

30 Mart 2011

Yaş, Yalnızlık, Yağmur ve Y ile başlayan diğer güzel kelimeler.

Bir gün biz de yaşlandığımızda, amerikayla ilgili komplo teorileri, hükümetin dandiklikleri ve gençliğimizde öğrendiğimiz hayat dersleri konuşulacak yegane konularımız haline geldiğinde yanımızda bunları konuşurken bile sıkılmayacağımız veya belki de konu değiştirme becerisine sahip biri olsa diye geçirdim içimden bugün. Beraber yaşlanmak dedikleri şeyi düşününce aklıma bu geliyor bir şekilde. Yaşlı insanlar hep aynı şeylerden bahsediyor ve işin garip tarafı hepsi aynı şeyden bahsettiği halde karşı tarafı hep aynı şeyden bahsetmekle suçluyorlar. Dinlemiyorlar kimseyi. O yüzden ben biriyle yaşlanacaksam o insan aynı hikayeyi 1500. kere anlatıyor bile olsa onu dinleyebiliyor olmayı hatta anlattığı şeyi hala ilginç buluyor olmayı isterim. böyle bir şey mümkün müdür ondan da emin değilim ama olsa mükemmel olmaz mıydı? Gençken bir insanda aradığımız özellikler hiç bunlar olmaz biliyorum ama 20li yaşlarının başında bir insanı bir sürü yaşlı insanla aynı ortamda bırakınca onun düşündüğü şey genelde yaşlanmak oluyor. Ve yaşlılar çok yalnız, yaşlılık çok yalnız bir şey o yüzden birlikte yaşlanmak bir ayrıcalıktır sözünün edildiği p.s i love you filminde bunu yazan kişinin ne demek istediğini anlıyorum artık. Yalnız ölmek diye bir şey de var, evet biliyorum ki herkes yalnız ölür aslında ama kimse tek başına yaşlı olmasın.

Kendi içini karartma konusunda dünyanın en başarılı üçüncü veya dördüncü kişisi olmam da keşke bir ödülle taçlandırılsaydı. Bana evde oturmak yaramıyor ne zaman bir şeyler düşünecek olursam kendimi sokağa atmalı ve ordan oraya yürümeliyim. Hayır şimdi çıkıp yürüsem amaçsızca diyorum ama dışarıda fırtına var ve biliyorum ki evde oturup fırtınayı izlemek en güzel şeydir ama bi yandan şunu da biliyorum ki ne zaman evde oturup yağmurları izlesem kendimi sorgularım ve mutsuz olurum. Eskiden mutsuz olmak beni rahatsız etmiyordu, seviyordum hatta ama artık çok sıkıldım be hocam.

Trilyon tane benim var, her gün çoğalıyorlar hatta. zaten hayatta işe yaramayan şeylerin çoğalması gibi bir fenomen var. Hiçbir işlevi olmayan ve bence çirkin görünen bu benler çoğalmayı durdursa onun yerine saçlarım daha çok uzasa mesela. Keşke bu tarz anlaşmalar yapabiliyor olsak hayatla. Bir şeyi başka bir şeyle değiştirebilsek. Tamam belki kötü bir şeyi iyi bir şeyle değiştirmek adaletsiz olabilir ama çok gıcık olduğumuz kötü bir şeyi az gıcık olduğumuz kötü bir şeyle değiştirme hakkı verilmeli bence. En azından tüm hayat boyunca 3 kere falan. Güzel olurdu yani.

Çok seviyoruz, deli seviyoruz. Jimi Hndrix'i de seviyoruz ama John Mayer bu şarkıyı çok güzel yardırıyor. Nedense son günlerde hep kafamda çalan şarkı olduğundan burada da dursun hem de pek güzel bi canlı versiyonu konuşmalı falan love diyor kendisi. öyle şeyler.

15 Aralık 2010

Yolda Yürürken

Durup durup isyan edesim var. Nedennnnn diye bağırmak isteği geliyor bazen bana. Şu kalabalık sokaklarda insanlar büyük bir kaos halinde yürüken yolun ortasında durup bağırsam mesela, herkes bana baksa hatta içlerinden biri neden soruma cevap verse. Dese ki "ne bileyim hocam, manyak mısın nesin?" Hocam desin ama mutlaka, de get falan da diyebilir ardından. Sonra ben "ey Ankara halkı neden sağdan yürümeyi bir türlü öğrenemediniz" diye bir daha isyan etsem asıl isyanımdan bağımsız olarak, sanki gerçek problemim buymuş gibi olsa. O anda yanlış şeritten yürüyen bir adam bana çarpsa ,yüzüme mal mal bakıp yürüse hiçbir şey olmamış gibi. "Aman be hocam" desem, "özür dilemeyi neden öğrenemediniz. Neden yani, bunca zaman kutuda mı saklamışlar sizi, özür dilemek kavramından bihaber misiniz?" Sinirlensem biraz daha, asıl problemimi unutup kara kara düşünsem insanların kabalıkları üzerine, "aman ne bileyim bana mı kaldı derdi ne bunları düşünüyosun" diye kendimi azarlasam hala sokağın ortasında duruyorken. Yürüyüp gitsem sonra evime. "Bana neyse insanlardan, ben insanları sevmiyorum bile, ne yapıyorlarsa yapsınlar" diyip uyusam.

4 Kasım 2010

Hello Darkness, My Old Friend*

Yalnızlıkla ilgili hiçbir problemim yok, gerçekten. Hatta seneye bu zamanlar bilmediğim bir ülkede bilmediğim bir şehirde kimseyi tanımıyorken yaşayacağımı ve tam manasıyla yalnız kalacağımı düşündüğümde de kaygılanmıyorum. Bir şekilde hallolur zira ben tek başınayken sıkılan biri olmadım hiç. Bana çekici gelen bir tarafı bile var yalnızlık kavramının. Şunu da düşündüm mesela; burada mutsuzum zaten, oraya gittiğimde de belki mutsuz olurum ama en azından farklı bir yerde mutsuz olurum, farklı bir şeyler yapıyor oluşumla avunurum. Gideceğim konserleri düşünsenize, İngiltere yani müziğin kalbi. Sırf bunun için bile gidilir. Şu an için sadece bir ihtimal de olsa düşünmesi güzel, yalnızlık mesele değil. Son zamanlarda oldukça çok yalnız zaman gerçirdim zaten. Kitapçılara, okul kütüphanelerine, sinemalara gittim yalnız başıma, sokaklarda dolaştım her zamanki gibi, insanlara baktım uzun süreler boyunca. Hala bir şey anladığım yok, onu söyleyeyim; insanları izleyerek geçirdiğim saatlerin çokluğu pek bir şey katmıyor bana. Muamma devam ediyor.

Mesela bugün, insanların kendileri ile ilgili anlattıkları hikayelerde ne kadar farklı ve eşssiz olduklarına dair paylaşma gereği duydukları ayrıntıları düşündüm. Herkes o özelliğin kendine ait olduğunu ve bunun çok değişik bir şey olduğunu zannediyor ya sonra başka başka kişiler bana aynı şeyi anlatıp ne kadar eşsiz olduklarına dair geribildirim istiyorlar ya bir de, işte o zaman içimden alaycı alaycı gülüyorum. Şu kar taneleri muhabbetine girmeye gerek yok bence. Evet evet hepimiz birbirimziden farklı kar taneleriyiz ama sonuçta kar taneleriyiz, özümüz bu. Neden bizde olan bir şeyin başka bir insanda asla bulunamayacağı gibi bir kendini önemse içindeyiz onu merak ediyorum. Sanırım bu da insan olmakla alakalı bir şey, ben yine de söz konusu insanlar olduğunda onların farklılıklarından çok benzerliklerini düşünüyorum. Dünyayı bu hale getiren, eminim ki insanların o eşssiz kar tanesi özellikleri değil de sadece kar taneleri olmaları. Bu kadar sıradan bir düzen öyle çok farklılıkla olacak şey değil. Kendimizi kandırmayalım. Birbirimize bu kadar benzemesek medeniyet diye bir şey de olmazdı herhalde. Belki ben psikoloji ile fazla haşır neşir bir insan olduğumdan , insanların benzer olaylara verdikleri benzer tepkiler hakkında bir sürü şey okuduğumdandır, bilemiyorum. Hatta bazen bana o kadar aynı geliyor ki tüm insanlık canım sıkılıyor. Ve ayrıca bu demek olmasın ki farklılıklara inamıyorum ya da onları önemsemiyorum. Tabi ki her insan kendine özel, sadece kendinin anlayabileceği ve hissedebileceği bir şeyler taşır içinde ama bu, insanların her gün anlattığı ben sabah kalktığımda kafamı bir kere dolabın içine sokar, dişlerimi sadece sol elimle fırçalarım gibi bir şey değil. Veya içimde öyle bir acı ve boşluk hissediyorum ki kimse anlayamaz gibi bir şey de değil. Böyle yani, bilemeiyorum belki bunlar da çok ilginç şeylerdir ama bana hiç mi hiç ilginç ve farklı gelmiyor doğrusu. Anlatılan hikayelerdeki diğer bir sürü davranış diğer bir sürü özellik gibi. Belki de benim içim öldü her şey sıradan geliyor, bak o da olabilir.

Sonra bir de Adnan'ın hikayesi var. Belki birgün anlatırım onun hikayesini, beni çok üzüyor çocukluğumdan beri annemden dinlediğim bu hikaye. Bilirsiniz anneler aynı hikayeleri tekrar tekrar anlatmaya bayılır. Çocukken işkence gibi gelen bu hikaye seansları büyüdükçe daha manalı gelmeye başladı bana. Eskiden annem 105. kere anlattığı için yarım yamalak dinlerken şimdi 156. kez anlattığında sanki ilk defa duyuyormuş gibi can kulağı ile dinliyorum. Neden bilinmez; belki annelerin bir hikayeyi anlatabileceği sayının limitinin dolmasına az kaldığı ve bunu artık fark etmeye başladığım için, belki de sadece hikaye çocukken anlayamadığım kadar güzel olduğu için. Birçokları var böyle ama Adnan en üzgünü. Artık onu düşündüğümde gözyaşlarımı tutamıyorum, çocukken böyle değildi. Ve zaten çocukken her şey daha az üzgündü.

*Bence en azından haftada bir Simon & Garfunkel dinlemek lazım. Hayat kısa, bu kadar güzel müzik varken elimizin altında heba etmeyelim. The sound of silence gibi bir şarkıyı yapmış olmaları bizim için bir lütuf değil de nedir. Bir de Bob Dylan evet Bob Dylan ve mızıka. Yaşarken gerekli. Onu da haftada bir iki doz alıp uyumak lazım.

14 Ekim 2010

Uçurum

Bana öyle geliyor ki insanın istedikleriyle elde ettikleri arasında mutlaka bir açıklık olacak hatta bazı durumlarda bu açıklık uçuruma dönüşecek -veya bazı insanlar için mi demeliydim? - Hayalci arkadaşlarım gelin beraber atlayalım uçurumlardan. Bir şey" elde etme" fikri de garip tabi, ne manyak canlılarız ki her şeye sahip olmak istiyoruz. Belki bazı şeylere sahip olunamıyordur, onlar böyle yanımızdan geçip gidiyor hatta belki biraz da casper gibi içimizden geçiyorlardır. Azıcık ürperip yolumuza devam ediyoruzdur. Neden olmasın? Aslında şu var ki, ben bir şeyleri elde edememekten yoruldum; bazı şeylerin o -elde edilebilir- kategoriye asla giremeyeceğini düşünmek içimi de rahatlıyor olabilir. Buna da neden olmasın diyebilirim. Kimi zaman da her şeyi birkaç yönden düşünmekten yoruluyorum. Öyle değilse böyledir veya böyle olduğu için aslında bu şöyledir gibi yorumlar yaptığım her an, gerçekten çok istediğim bir şeyi yapma girişiminde bulunsaydım belki uçurumlarım bu kadar büyük olmazdı diye de geçiyor içimden. Ve bunu aklımdan geçirirken de gene aynı şeyi yaptığımı söylememe gerek yok sanırım. Bitmeyecek bu döngü. Sadece zaman geçecek. Ama olsun, atlayalım uçurumlardan.

13 Ağustos 2010

Bir şey olmayacak gibi görünüyorsa büyük ihtimalle olmaz.

Ben çok mal bir insanım konulu yazıya hoşgeldiniz. Öncelikle belirteyim ben çok malım ama neden çok malım o konuda kesin bilgilerim yok. Bir yanlışlık var bende bunu hep biliyordum zaten ama neremde bu yanlış, nasıl düzeltebilirim, ne yapmazsam düzelir gibi bilgilere sahip değilim. Bu bilgilere sahip olamadığım için de her zaman garip durumların içinde buluyorum kendimi.
Bir şey olmayacak gibi görünüyorsa büyük ihtimalle olmaz. Bunu biliyorum ama neden bile bile olmayacak şeyler için kendimi harap ediyorum onu hiç bilmiyorum. Neden üzülüyorum, kıskanıyorum falan, o kadar anlamsız ki. Ama yine de yaşadıklarımdan bir şeyler öğrenmişim ; çok ağlamadım mesela, azıcık ağladım ve bunun için de morrissey'i suçluyorum. Gece gece i know it's over dinleyince ağlamak çok doğal sanki, hem o şarkıyı normalde dinlediğimde bile gözlerim doluyor o yüzden bence ağlamış bile sayılmam. Evet evet. Ağlamış bile sayılmadığıma göre bu konu üzerinde çok durmamalıyım. -içimdeki mallığa söz geçirebilirsem.- Ya ama morrissey bu şarkıları böylesine acıklı söylemeye devam ederse ağlayadabilirim ve bunu gene morrissey'e bağlayabilirim. Yapabilirim bunu.

Aman neyse ne, sıtkım sıyrıldı her şeyden, kendimden de çok sıkıldım. Hadi gidip the smithsle havamızı bulalım.

not: hayatımın sonuna kadar bu şarkı için morrissey'i suçlayacağım. neden neden neden diyeceğim? insan insana böyle şey yapar mı, bize de yazık.

17 Şubat 2010

500 Days of Summer Üzerinden Serbest Saçmalamalar

500 Days of Summer'ı bilmem kaçıncı kere seyrediyordum da aklıma geldi yeniden. Bence bu filmde geçen en süper, en bilgelik dolu söz küçük kızın Tom'a söylediği "Just because she likes the same bizzaro crap you do, doesn't mean she's your soul mate." cümlesidir. Yani Summer'ın dediği gibi fantezi olan aşk değil de -tabi o da mümkün- insanların birazcık kendilerine benzeyen ne bileyim iki gıdım benzer fikirlere, zevklere sahip olan kişiyle birlikte olurlarsa çok mutlu olacaklarını, hiç sıkılmayacaklarını falan düşünmeleridir. Böyle bir düşüncenin nedeni de tabi ki insanların kendilerini herkesten iyi tanıma potansiyellerinin olması, kendilerini sevmeleri ve biraz olsun kendilerini andıran biriyle karşılaştıklarında işlerin daha kolay olacağını, o kişinin daha sevilebilir olduğunu düşünmeleridir. Aslında içten içte ben sevilebilir bir insanım o da benimle aynı filmleri seviyorsa o da sevilebilir bir insandır gibi basit bir önermeyle başlıyor her şey. Sonra da anında bir çarpılma veya aşk yanılsaması izliyor bunu. -tom summer görür görmez çekici bulmuş ancak i love the smiths cümlesini takiben ona vurulmuştur hatta holly shit bile der yani- Ancak bu gerçekten bir fantezi, zaten ruh eşi diye bir şey yok yani oturup bunu tartışmam bile ama iki insanın the smiths'i seviyor olmaları ne bileyim kara şimşek'i izlemiş olmaları aynı yazarları okuyor olmaları onları bir araya getirmeye ve dahası bir arada tutmaya yetmez.

Ha şimdi ben burada kendime laf sokmak istiyorum müsadenizle zira hayatım boyunca -ki çok uzun sayılmaz- böyle bir insan düşledim. Yani gerçekten benim sevdiğim saçma sapan şeylere ilgi duyabilecek, benim gereksiz bilgiler ansiklopedisi gibi çalışan zihnime tahammül edebilecek hatta ne tahammül etmesi o da böyle uyduruk şeyler hakkında uyduruk ayrıntıları hatırlamaktan ve bunları dinlemekten zevk alacak biri olmalıydı . Aynı müzikleri,filmleri,kitapları aynı yemekleri, aynı şehirleri, aynı mekanları sevecek falan filan... Liste uzar tahmin edebileceğiniz gibi ve belki bir tarafımla hala bu insanı arıyorum. Hatta geçen gün çoğu insanı yavan bulduğum ve bir türlü tolere edemeyeceğim özelliklere sahip oldukları için umutsuz hissettiğim, bana göre yavan olmayan yani kısacası bana benzyen -allam ne narsisistik bir şeydir bu- bir insanı gerçekten sevebileceğim gibi laflar gevelemişliğim de var. Sadece düşünce bulutları haline kafamın içinde durup duran sesleri dışarıdan duyunca garip gelmedi değil, kendime gıcık da oldum. Çünkü gerçekten tam bir malın edebileceği laflar bunlar ancak son zamanlarda böyle hisler kaplamıştı her yanımı. Ama asıl değinmek istediğim şey ; bir tarafımla bunu çok isterken bir tarafımla böyle bir şeyin asla mümkün olmadığını fark etmiş olmamdır. İyi güzel kafamda bana benzediğini düşündüğüm bir insan da var diyelim -ya da olması ile ilgili bir hayalim var- ancak sonunda aslında o insanın bana benzemediğini, bunun sadece benim kafamın içinde yarattığım ve kendi kendime yazıp oynadığım bir fantezi olduğunu fark ediyorum. Bir kısmıyla çok ortak özellikler bilmem neler barındırsak da aslında o bambaşka bir insan, asla ben olamaz, olamayacak. Üstelik sadece benim için geçerli bir durum değil başka insanlarda da gördüm bunu. Aslında o hiç de öyle biri değilmiş lafları, aslında o the one değilmiş falan filan. -the one diye bir şey olamaz zaten bunca insan içinde tek bi kişi varsa yandık gittik-Tom'a olduğu gibi aynen; onun kafasındaki Summerla gerçek summer örtüşmediği için olanlar oldu zaten ya kağıt üstünde mükemmel çift, zevkleri aynı, tarzları aynı, aynı şeyleri seviyorlar ama değil işte, asla da olmayacak. İnsanoğlu kendine benzer, kendi varoluşsal yalnızlığını belki azıcık azaltacağı umuduyla, anlaşılacağı ve koşulsuz bir önkabulle sevileceği, tek bir insanın onun anlamsız hayatını birden bire çok anlamlı hale getireceği gibi içi tamamen boş umutlarla debeleniyor, başka bir açıklamam da yok. Çok ütopik bir arzu bu. Hani biz hepimiz kendimize mahkumuz ya aslında içeride olan biteni hiçbir zaman tam olarak anlatamıyor, tam olarak anlaşılamıyoruz ya belki bize benzer bir insan bulduğumuzda ufacık bir ihtimal de olsa bu bedenin içinde olan biteni birazcık paylaşabilir birazcık daha az yalnız hissederiz diye düşünüyoruz galiba. Yani tabi ki bunu bilinç seviyesinde yapmıyoruz, motivasyonumuz bilinçdışı ancak hedef aynı. Sonunda da hep hayalkırıklığı, ne kadar inkar etsek de kaçsak da durum bu. Yalnızız.

Biri gelip bana sevdiğim bir şarkının yapılış hikayesinin en garip detayını anlattığında, tarihte birinin göbek adını söylediğinde, bunu söylemekten keyif aldığında, sevdiğim bir filmden alıntı yaparak konuştuğunda, hayatla ilgili bir olaya tam benim baktığım noktadan baktığında bu ufacık şeyleri büyütü büyütüp onun tam kafamdaki kişi, beni anlayabilecek kişi olduğunu bir saniye bile aklımdan geçirsem, işte bu insan süper biri olmalı benim gibi olmalı diye düşünsem işim bitmiş demektir. Ve işin garibi bunu hala yapıyorum, hala ilginç bir umudum var ama bir tarafım da salak mısın diyor her zamanki gibi. Küçük kızın lafı şöyle bir geçiyor kulaklarımdan. Ama doğamız öyle ki bir şeyleri arzulamayı asla bırakamıycağız, belki sadece zamanla bunların olmayışına ve hatta olma ihtimalinin olmayışına alışacağız.

Bir anda böyle düşüncelerimin akışına kapılıp yazdım bunları fazla saçmalamış olabilirim, ne demek istediğimi tam anlatamamış olabilirim ama bu da normal herhalde ne düşündüğümü de pek bilmiyorum. Gelip gidiyor.

Not: Filmin en güzel ikinci cümlesi : Robin is better than the girl of my dreams, she's real.

1 Aralık 2008

Yankı'nın Maymununa Benzedi Bu***

Ben seviyorum Daffy'i. Zaten ksıa bir süre önce blog aracılığı ile o zavallı gagası kopmasın diye hakkını arama girişiminde bulunmuştum. Gerçekte bu karakterde bi insanla arkadaş olamam ama daffy bir insan olmadığına göre çok büyük bir problem yok ortada. Esmer güzelim benim Daffy, kafasındaki üç tele aşığım, yirim. Ayrıca kendisi insan olsaydı bir ikizler burcu erkeği olup adamı deli edebilirdi ama illa ki vazgeçilmezdi, çilesi çekilirdi. Yine de insan olmasın o ördek güzeli olarak kalsın :D
Sponge Bob, gerçek olamayacak kadar süper bir yaratık. Mutlu, saf, garip, en yakın arkadaşı patrick yani daha ne olsun. Benim sarı şekerim olur kendisi, pek çapkınım her çiçeğe konarım:) Sarı şekerimi daha bi çok seviyorum, eğer insan olsaydı sponge bob onunla gerçek hayatta arkadaş olabilirdik mesela Daffy'nin aksine. Zaten kendisinin üzerimdeki etkisi o kadar büyükki gittim gerçekten Sponge Bob'a benzeyen bir adama aşık oldum. Ama gerçekten benziyor :P Mavi-sarı böyle bi şirin bi şirin:) Bence balık burcu olma olasılığı yüksek Süngerciğin ama bilemiyorum yükselene de bakabilir bu iş:D Bunun gerçek versiyonu akrep burcu mesela, ama yine de inanması zor. Utanınca tatlı olmak gibi özellikleri var bu süngerlerin, aman da pek sarı pek güzel.
Tazcığa geldi sıra. İlk aşkım olur kendisi. Kumralların en güzeli, çapkın bakışlı asabi sevgilim:) Gerçek hayatta tanışsak kesin ilk görüşte aşık olurdum o derece bir çekiciliği var bu arkadaşımızın da. Kendisi bir insan olsaydı akrep ya da koç burcu olurdu nitekim, çok üzerdi kızları, öyle peşine takar dolaştırırdı. Maymun iştahlı olup, ordan oraya atlardı. Buzdolabını tamamen yeme huyu biraz bezdirebilirdi bizleri ama buzdolapları kurban olsun ona, nedir ki yani bu karizmanın karşısında bir buzdolabı.
Evet geldik romantiklerin şahı, gerçek aşık sevdiği kadını dünyanın en mutlu insanı yapacak bir diğer esmer güzelimiz kokarcaya. Ben bu arkadaşı tamamen unutmuştum halbuki böyle bir romantik unutulur mu ayıp bana. Zaten adını da bilmiyorum, adı var mıydı hatırlamıyorum bile o yüzden sadece kokarca olarak anmak istiyorum kendisini. Tutkulu bir insan, şair ve şarkıcı, her şey. Gerçek hayatta benim böyle bir insana aşık olma durumum söz konusu olamaz çünkü bu kadar romantikliği bünyem kaldırmaz, yine de teorik olarak kendisini tebrik ediyor ve çevresindeki bağyanlara kolaylıklar diliyorum. Burcu hakkında ne desem yalan olur o sebeple yorum yapmak istemiyorum.


Herkese mutlu günler ve geceler diliyorum, istek şarkılarınız için benburalardangidicem@saçmaladım.com adresine maillerinizi bekliyorum, bütün güzel şarkılar tüm sevenlere gidecektir. Aşklar, aşklarımız ve sevgi pıtırcıklarımız, tazlarımız ve süngerlerimiz için. Bu gece isteyin şarkıları ama özellikle bu gece. Çalmayan terbiyesiz olsun, hem de böyle romantik sözler söyliycem önce, sonra çalıcam valla billa.

Fonda çok alakasız olarak sürekli "Durma Öyle ve Kış Geliyor" çalıyor.


** *Bana aklına gelen ilk cümleyi söyle başlık yapıcam, seni meşhur edicem dedim, bu cümleyi söyledi. Ben de bunu başlık yaptım. Yankı'nın maymununu anlatayım madem. Önümüzdeki 30 saniye içinde maymunu düşünmeyin denilen insanların ilk düşündüğü şey maymun oluyormuş haliyle,böyle bir deney yapmışlar yani bu da öyle bir şey oldu işte, bir de başlık oldu onun dışında.

7 Haziran 2008

TV'deki Kız*

Herhangi bir şey yazmaya başlarken giriş cümlesi bulma konusunda çok yetersizim. Bunu biliyorum, gerçekten en zor şey bir şeye başlamak, başaldıktan sonra illa ki devamı geliyor ama, o giriş sanki geri kalanın tamamından daha bir eksik oluyor. Sanırım benim hayatımın özeti bu, bir şeylere başlama konusunda hep başarısız, hep üşengeç, hep geç kalmış oldum ben.Ama bir sefer başladım mı da o işi bitirene kadar, hedefime ulaşana kadar uğraşırım, en iyisi de olsun isterim. Sonuçta çoğu zaman bir şeye kalkışmıyorum, kalkışmak yerine oturup geçip gitmesini bekliyorum ama başladıysam da en iyisi olsun istiyorum. Yani zaten kaç kere yapacağım ki aynı işi diyorum, ve gerçekten de genelde yapmamayı tercih ediyorum. Bu bir tercih midir yoksa yetersizlik midir? Bunu da bilmiyorum henüz, bu saatte aklıma bunlar nerden geldi de yazdım, ondan da emin değilim. Aklım yine benden bağımsız çalışıyor, benim beynimin bir doğrulama sistemi var ondan hiç bahsettim mi ben acaba hatırlamıyorum. Şöyle ki eğer ben bir şey üzerine çok düşünürsem ve bazen gerçeklik algısını kaybedecek gibi olursam beynimin bir tarafı "hayır bak bu böyle değil" diye beni uyarabiliyor. Ben her zaman gereksiz düşüncelere boğulsam da bazen hayal kurmanın dozunu kaçırıp zaman duygumu kaybeder gibi olsam da beynim buna izin vermiyor bir tarafım hep biliyor, -bu saçma, bu gerçek değil, ne kadar salaksın, hadi artık uyuma vakti ya da bunları asla elde edemeyeceksin- şeklinde mesajlarıyla beni dürtüyor. Sinir bozucu değil mi? Ama lazım bir şey bu, yoksa aklımı kaybedebilirdim, ya da gerçekten zaman duygumu kaybedip saçma şeyler yapabilirdim, ama çok gerçekçi bu tarafım var, hem de acayip gerçekçi, karşıdakini hiç umursamadan sadece gerçekleri söyleyebilecek bir yan, hayallere ya da ideallere inanmayan bir yan, o derece katı ve korkunç, elinde cetvelle bekleyen takım giyinmiş gözlüklü bir öğretmen ciddiyetinde, parmaklarımı bir araya toplamamı istiyor benden ve cetvele bir temiz geçiriyor. Başka insanlara göstermem pek bu gerçekçi yönümü, sonuçta herkesin umutlarıyla ve hayalleriyle mutlu olmaya hakkı var, ben şimdi neden çıkıp da insanlara sen bunu istiyorsun ama bu gerçek olmaycak ahahah diyeyim ki, benim demem gereken "evet ya neden olmasın, mutlaka başarırsın, hem zaten senin bunu başarmanı isteyecek ve seni destekleyecek çok insan var, mutlu olacağız, aman da aman" işte demem gereken bu, bazen kendime de söylemem gerekenler bunlar, biliyorum hem ben eskiden daha umut dolu bir insandım, o gerçekçi tarafım bu kadar yüzeye çıkmamıştı. İşte böyle bir girişten buralara kadar gelmişim, ne yazdığımdan haberim var mı acaba, onu bile bilmiyorum. Baştan okumam lazım ya da boşver ya ne okuycan yayınla gitsin, bir şeyler yazmışımdır herhalde, ne demek istediğim anlaşılır herhalde, anlaşılmazsa da problem değil ben de anlamıyorum bazen zaten:)

*Bırak zaman aksın en güzel Mor ve Ötesi albümüdür, her şarkısı tekrar tekrar dinlenesidir. Özledim

6 Mayıs 2008

Fil gibi harflere dönüş:)

Son 1 yılda güzel yazı yazma yeteneğimi kaybettim.Ben eskiden güzel yazımla ünlüydüm,böyle herkes "aaa gökçenin yazısı çok güzeldir,o yazsın" derdi,herkes zamanında benden not isterdi,böyle kağıtlarım hep rahatlıkla kopya çekilebiliecek anlaşılırlıkta ve düzende olurdu.Ben lisedeyken çizgisiz kağıdın altına çizgili kağıt koymadan düzgün düzgün kompozisyon bile yazardım.O derece bir süperkahramandım.Ama gel gör ki bu yıl bu yeteneğimi tamamen kaybettim.Artık ne yazsam bir şeye benzemiyor,özenme denen şey de yok oldu,her şeyden o kadar çabuk bıkıyorum ki,genelde off aman yaz gitsin işte diyorum.Bir de derslerde canım çok fazla sıkıldığı için değişik yazı stillerini aynı cümlede kullanmak suretiyle kağıdımda istikrarsız bir görüntü oluştururyorum.Bazen hiç yazmıyorum,elllerim ağrıyor,işaret parmağım yamulmuş zaten yılların verdiği o yazı yazma şeyinden,ben direkt resim yapıyorum ya da dersi dinlemeyi bırakıp hayal kuruyorum.Böyle durumlarda zaten yazılmıyor.Geçen sene böyle değildi mesela,yine daha iyiydi,insannlar gene benden not falan isterdi ama bu yıl henüz kimse not istemedi,hatta öyle bi noktaya geldim ki kendi yazımı bile okuyamıyorum bazen,oha diyorum vay be yılların gökçesinin düştüğü duruma bak diyorum.Aslında bunun bir kaç nedeni olabileceğini fark ettim bu akşam, düşündüm ve bazı çıkarsamalar yaptım.
Öncelikle daha az yazıyorum kesnlikle ve demek ki insan yazmadıkça yazmayı unutuyor şeklinde bir önerme oluştırabiliriz.Sonra sınavlarımız filan da hep test olduğu için, sınavlarda yazı yazma dönemi sona erdi.Ayrıca kurşun kalem kullandığım tek zamanın sınavlar olduğunu fark ettim.Kalemlerimle arama bir mesefe girmiş bu da önemli bir etken gibi görünüyor.

Bugün uzun zaman sonra bir sınavda 2 sayfadan fazla yazı yazdım ve şöyle bir kağıdıma baktım.Aynı ilkokuldaki yazı stilime geri dönmüşüm.Eve geldim ta 2.sınıftan kalma defterime baktım, bir de ne göreyim aynen o zamanki gibi yazmaya başlamışım.Yani tersinin olması beklenmez mi ? İnsan büyüdükçe daha süper ve okunaklı filan yazmalı.Ama benim grafiğim biraz farklı.
Ahan da böyle.En yüksek değerlerime lisede ulaşmışım,şimdi önlenemez bir düşüş yaşıyorum.
Bir de hiç unutmam,ilkokulda hocam defterime bakıp "fil gibi senin harflerin" demişti bana.Sonra bu benim içime bir dert olsun mu,1 yılda filan minnacık ve okunaklı bir yazım olmuştu,hırs yapmıştım.Ama boşa gitmiş hepsi çünkü yeniden ilkokul 2 yazı tarzıma yani fil gibi yazılarıma dönüş yaptım.Öğretmenimin kulakları çınlasın ne diyim,ben şimdilik halimden memnunum,herhangi bir şeye odaklanacak,öyle güzel güzel yazacak halim yok.Bendeki dikkat dağınınklığının nasıl arttığının da bir çizelgesi bu aslında.Sanki büyüdükçe tersi olması beklenmez mi?Ben de anlayamdım,hayata karşı ters bir duruş sergiliyorum,doğduğum ilk günden beri,sonuçta doğmak için bile dönmemişim ters ters durmuşum,ondan sonra sezeryanla doğmuşum o yüzden de kafam kocaman.İşte hayat böyle enteresan ve süprizlerle dolu:)