mutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2016

I like the way this is going



ne zamandır burada çok sevdiğim şarkıları paylaşmıyorum. halbuki müzik paylaşmak bir ara en sevdiğim şeydi. sanırım son zamanlarda şarkıları hep kendime saklıyorum, ben zaten son zamanlarda çok izole bir hayat yaşıyorum; herhalde biraz da ondan. ama sanırım artık izole hayatımdan hoşlanmadığım noktaya geldim ve bu noktaya gelişimi de bu sıralar en sevdiğim şarkıyı paylaşarak kutlayayım dedim. bence siz de seversiniz. böyle aranızda yeni aşık olan,  mıçmıç duygular içinde boğulan birileri varsa eğer, bu şarkı tam sizlik. tabii benim gibi bu şarkıyı dinlerken sevdicek falan düşünmeyip sadece şarkının mutlu mesut haline odaklanıp mutlu olacak da çok insan vardır. ne bileyim içinizden en azından bir kişiyi bile bu şarkıyla mutlu etsem kardır.

14 Kasım 2013

Güzel Havalar*



sanırım ben yine blogu bir şarkı paylaşma platformuna çevirdim. yazmak istemediğimden değil de sanki söyleyecek çok sözüm yokmuş gibi geliyor bu sıralar bana. normal normal yaşıyorum, tez yazıyorum, az da olsa kitap okuyorum, sevdiceğimi özlüyorum, hayaller kuruyorum, bir de geçen seneyi deli gibi özlüyorum haliyle de sürekli fotoğraflara bakıyorum.
geçen günlerde otuzuncu doğum günümü güney amerika'da kutlamaya karar verdim. daha beş yıl var, ve bu beş yılda sadece güney amerika'ya değil yıllardır hayalini kurduğum bir yıllık dünya turuna yetecek parayı biriktirmek istiyorum. yani bu da demek oluyor ki iş bulmam lazım, -çok yakında bulacağım.- ama önce şu tez bi bitsin. bu tarz hayallerimi paylaştığımda insanların beni çok ciddiye almadıklarını da fark ediyorum ama benim için sorun değil, ciddiye alınmak için yaşamıyorum neticede hayatımı. hayallerimi gerçekleştirmek için yaşıyorum. her zaman dediğim ve de hep hissettiğim gibi kariyer benim için bir şey ifade etmiyor, para kazandığım sürece yaptığım işin bir önemi de yok. çalışmak benim için bir araç, hayatta gerçekten yapmak istediğim şeylere beni ulaştırsın diye kullanacağım bir şey. ha tabii ki beni mutlu edecek birkaç meslek var ama eğer şartlar beni o mesleklerden uzak tutuyorsa da oturup ağlamam, başka bir iş yapar, bir süre ruhumu sıkar sonra da gerçekten istediğim işleri yapabilmenin yollarını ararım, kendime fırsatlar yaratmaya çalışırım. umarım gerçek hayat beni bu konuda çok fazla zorlamaz ve hayal kırıklığına uğratmaz ama şimdilik hayaller güzel, hayat güzel. ankara'da olmak yerine bambaşka yerlerde olmayı isterdim tabii ama olsun o kadarına da ses etmeyeyim şimdilik.

bir de gezi bloglarını çok seviyorum, internetle oyalandığım zamanın çoğunu gezi blogları okuyarak ve yenilerini keşfederek geçiriyorum. bu sıralar kafamda gezi blogu açmak gibi de deli fikirler var, altından kalkabilir miyim bilmiyorum ama işte deli gönül istiyor. geçen yıl gezdiğim yerler ve genel olarak seyahat hakkında yazma fikri aklıma geldikçe beni mutlu ediyor. sanki o konuda söyleyecek bir şeylerim varmış gibi geliyor. başka konularda beni terk eden cümleler belki oradan tekrar hayatıma girmeyi bekliyorlardır. işte böyle blog, şimdilik benden bu kadar. şarkı çok güzel ama şarkıyı unutmamak lazım. the head and the heart'ın yeni albümünü de yakın zamanlarda dinledim o da pek tabii ki çok şükela bir albüm olmuş. önümüz kış, dinleyecek böyle yeni ve güzel albümlerin olması da en büyük temennimiz. müzik çok güzel şey.

22 Mayıs 2013

Zaten Her Şey Biraz Dondurma Değil Midir?

üç makine çamaşır yıkamakta hiçbir sorun yok zira çamaşırı makine yıkıyor ama sonrasında o dağ gibi çamaşırı ayırmak, katlamak özellikle de çorapları eşleştirmek işkencelerin en büyüğü. henüz bunları yapacak bir şeyin icat edilmemiş olması da insanlığın en büyük ayıplarından biri benim nazarımda. bu teknoloji eksikliği yüzünden şu an içinde bulunduğum durum dağ gibi çamaşır yığınıyla bakışarak iç geçirmekten hallice. birazdan  muhtaç olduğum kudreti damarlarımdaki asil kanda arayıp bulacağıma inanıyorum ama o zamana kadar size güzel şeylerden bahsedeyim.

bu hafta sonu hayatımın neşesiyle birlikte (bir insana böyle hitap etmek yavan mı bilmiyorum ama hissettiğim şey tam manasıyla bu olduğu için böyle şeyler söylemekten çekinmiyorum bu sıralar) Milano'ya gideceğiz. Como Gölü'nü ve Torino'yu da göreceğiz. Sınırsız sayıda kahve içmek ve gelato yemek en birinci planım, sonrasında pizza ve makarna geliyor tabii ki. İtalya'yı yemek ve kahveye indirgediğim için kusuruma bakmayın ama benim dünyamda İtalya haritasının üzerinde kocaman bir domates var, ne yapayım. koskoca ülke adeta dev bir domates, bir şişe zeytinyağı, külahlarca dondurma ve litrelerce kahveden oluşuyor, sırf bu yüzden İtalya'da yaşamayı ciddi ciddi düşünebilirim, her gün domatesleri zeytinyağına banıp yer, aşırı kahve tüketiminden hiç uyumayan ve uyumadığı zamanları da pizza yiyerek değerlendiren bir insana dönüşebilirim. herkesin hayalidir sonuçta böyle bir insan olmak. bir de kendime dondurma ile ilgili bir iş bulursam değmeyin keyfime. sanırım tüm kariyer planımı şu anda değiştirdim. neyse ki değiştirmesi çok kolay bir kariyer planım vardı, bu genişliğim, bu açık fikirliliğim, bu anında yaratıcı çözümler üretebilme becerilerimle zaten istediğim her dondurmacıda rahatlıkla iş bulabileceğime inanıyorum. neyse şimdilik dört günlük yeme, içme, gezme ve mutluluk bana yeter, kariyer planlarını yine belirsiz bir geleceğe erteleyebilirim. sahi ya ben o kadar mutluyum ki gelecek kaygıları falan canımı hiç sıkmıyor bu aralar. nasılsa bir şey oluruz diyip geçiyorum, ve de hatta şöyle ki; bir şey olmasam ne olur. herkes de illa bir şey olmak zorunda mı yani? tamam, evet dondurma sektöründe bir işim olsa belki çok mutlu olabilirim ama olmazsa da gene mutlu olacak bir şeyler illa ki bulurum, dondurma yemek gibi mesela. nasıl da derin çıkarımlar yapıyorum bugün yine, hayatla ilgili duymak istediğiniz her şey bende.

kariyeri geçtim, sırada ilişkilerle ilgili çok acayip laflar etmek var. bu sıralar her şeyi aforizmalarla anlatmaya çalışan gençlik için de okuması kolay bir şeyler olsun değil mi ama. bu aşk dediğimiz olayı da dondurma üzerinden anlatacağım birazdan, nefeslerinizi tutun  ve aforizmaya hazırlanın: aşk da dondurma gibi bir şey, çok seviyorsun. ama mesela yazın daha çok seviyorsun, kışın da gene seviyorsun. hasta edecek bile olsa yemeden duramıyorsun fakat diğer yiyecekler gibi höt zöt de yapamıyorsun, narin olmak şart, akıp ziyan olmasın diye de dikkatli oluyorsun. dikkatli olmaynca eline yüzüne bulaşıyor çirkin oluyorsun, çikolatadan bıyığın oluyor mesela, bir de peçete bulacağım diye dönüp duruyorsun sonra. işte size kitaplar dolusu cümlenin anlattığı şeyi üç cümlede özetledim, aforizma edebiyatına da böylece yavaştan bir giriş yaptığıma inanıyorum. "aşk dondurma gibidir, düzgün yemezsen çikolatadan bıyığın olur." bu cümlemi de italyancaya çevirip, iş yerimin duvarına asacağım kısmetse.

edebiyat tarihine geçecek bir performansım var bugün, okurlar elbette bu yazıdan kendilerine ait çıkarımlarda bulunacaklardır, bu kadar derin yazıların özelliği bu değil midir zaten,herkes kendine göre bir şeyler bulur, özdeşim kurar, eleştirir vesaire ama ben bu yazıyla ilgili kendi çıkarımlarımı paylaşmak isterim, bir son söz gibi düşünebiliriz bunu.
 -gökçe dondurmayı çok seviyor. - gökçe mutluluktan şımarıyor. - gökçe'nin canı çamaşır katlamak istemediği için kendine eğlenceler yaratmaya çalışıyor. -gökçe'nin karnı açıkmış. -gökçe dondurmayı gerçekten çok seviyor. -gökçe çok aşık.

" l'amore è come il gelato"

20 Mayıs 2013

En Güzel Şey



hayatta şundan daha güzel görebileceğimiz çok az şey var. hazır ayağımıza gelmişken ezberleyene kadar izleyelim. sevgiyle dolup taşalım, çayırlarda koşalım, tavşanları kovalayalım. yapalım böyle şeyler, sevgimiz içimizde patlamasın.

16 Şubat 2013

Universal Love



söylemek istediğim her şeyi çok güzel özetlediği için bu şarkının en büyük hayranıyım.
aşk dediğimiz şey tam da buymuş meğer.

"as long as you love me I can be from Mars, I can be from Texas" oluruz yani, nedir ki yani.
tüm dünya bizim.

20 Aralık 2012

adım

bitmesini hiç istemediğim bir seyahat döneminin ortasındayım. 9 günlük mükemmel ispanya-portekiz gezisinden sonra yarın viyana'ya gitmek üzere tekrar yola çıkıyorum. sonra prag sonra da amsterdam. yeni yılın ilk günlerine kadar her gün yollardayım. sayısız tren, otobüs, uçak yolculuğu... beni bıraksanız tüm hayatımı bu şekilde geçirebilirim. her gün başka bir şehir, her sabah çanta toplayıp her akşam yeni bir yere yerleşmek. kilometrelerce yol, onlarca otobüs, tren koltuğu, pencereden dışarı bakarak geçirdiğim saatler, her yerde görülecek binlerce şey, tadılmayı bekleyen binlerce yeni yemek. saatlerce yürüdüğüm sokaklar...beni bırakın böyle yaşayayım, neden bir evim yok diye düşünmem bile.

yaşamımın 20 yılında gördüğüm, yaşadığım deneyimlediğim her şeyden daha fazlasını bu üç ayda yaşadım. hayatımda aldığım en güzel kararın kalmak değil de gitmek olması şu an çok mantıklı geliyor. zaten her zaman istediğim şeyin bu olduğunu anlıyorum. keşke bunu önceden yapacak cesaretim olsaymış, hayatımı bekleyerek,bir yerde uzun süre kalarak geçirdiğim onca zaman için üzülüyorum ama bundan sonrası için eminim ki benim hayatım bir yerde kalmak zorunda olduğum bir hayat olmayacak. çünkü gerçekten gidilecek çok yer, yapılacak çok şey, tanışılacak bir sürü insan var. eğer cesaret edip bu adımı atmasaydım dünyayı hala kendi perişan zihnimin sınırlarından görüp kendime acıyor olacaktım. ve şimdi belki de hayatımda ilk defa yaptığım bir şey için kendimle gurur duyuyorum. başka hiçbir başarının erişemeyeceği bir yerde duruyor zincirlerimden kurtulup, güvenli zannettiğim alanımdan kendimi koparıp hayatı görmek üzere yollara düşme kararım. sonunda mutluyum, sonunda olmak istediğim yerdeyim. sonunda gerçekten yaşıyorum.

28 Kasım 2012

"Benimle kalmak zorunda değilsin ama gitmesen iyi olurdu."



13 Ekim 2012

Ev

dünyanın hali bir garip. bundan bir ay önce hiç bilmediğim, görmediğim bir şehrin tüm sokaklarını evim gibi biliyorum şimdi, evim gibi seviyorum. ev denilen şeyin aslında bize anlatılandan bambaşka bir şey olduğunu da burada öğrendim. bir sokağı, bir yatağı, bir insanı, bir pizzayı bile evim yapabilirim. bir çanta mesela tamamen ev olabilir. yollar da evdir tabii ki, pazarlar, bir üniversite binası, bir kahveci... çünkü bunların hepsi sadece benim ev fikrimin içinde var olabilirler. aslında insanın sahip olduğu tek ev kendisidir, o yüzden insan kendisini götürdüğü her yere evini de götürebilir. yani öyleymiş. öyle olmasına ne kadar sevindiğimi birkaç yavan cümleyle burada anlatmam çok mümkün değil ama belki hayatım boyunca hissetmediğim kadar mutlu olmamın sebeplerinden biridir bu aydınlanma. özlem, yalnızlık, aile,aşk, başarı, arkadaşlık gibi kavramların üzerimde yarattığı yükü bir süreliğine kendimin yani evimin dışında bırakmış olmak belki de beni böylesine hafifletiyor. ben hala aynı insanım, bambaşka biri olmam mümkün değil elbette ama içimde olabileceğim insana dair barındırdığım potansiyeli görmeye başladım sanki. belki bunca zaman taşıdığım yükün altında kaldıkları için göremediğim yanlarım su yüzüne çıkıyor yavaş yavaş. çok garip. dediğim gibi dünyanın hali bir garip. insanın hali de bir garip.

son zamanlarda delice sevdiğim bir şarkı var, şarkının son cümlesi şu; "when this world becomes too much to hold, let it go." belki sonunda bunu başarabildiğim için, artık dünyanın yükünü sırtımda taşımaktan vazgeçtiğim için daha güzel günler göreceğim. belki gerçekten herkesin hayatında dünyanın yükünü bir kenara bırakıp, kendini alıp gitmesi gereken bir zaman vardır. diğer türlüsü çok zordu çünkü. bırakmak güzelmiş. size her zaman bırakmanın zayıflık olduğunu söyleyen insanlar olacaktır çevrenizde ama bence bir gün, en azından bir süreliğine ne varsa sırtınızda bırakın gitsin. bir de böylesini görün, beğenmezseniz zaten dünyanın yükü sizi her zaman bekliyor olacak, geri dönersiniz olur biter.

son olarak;
"But this world spins on without our permission, we can hold our breath and keep on wishing or we can take it for a ride."

18 Eylül 2012

Bamberg Böyle Bir Yer İşte





Bunlar sadece ön gösterimdi. Fotoğrafların ve Bamberg'in devamını merak edenleri şöyle alalım.http://www.flickr.com/photos/gokcii/


Şehri şimdiden o kadar benimsedim ki 6 ay sonra ben buradan nasıl gideceğim diye düşünmeye başladım bile. Ama aslında sorun değil, nasılsa Bamberg beni başka yollara başka şehirlere ulaştıracak aracı görevini görmüş olacak. Dünyada Bamberg gibi keşfedilmeyi bekleyen çok yer var benim için. Eminim ki Bamberg de Ankara da bu konuda anlayışlı olacaklardır. Bana öyle geliyor ki artık her yerde kendime bir ev edinebilirim, her yeri bir şeyi için sevebilirim. Dünya'yı kafamın içinde küçültebilirim. Yapılacak çok şey var. Bamberg'de bile keşfedilecek hala bir sürü şey var. Hayat uzun zaman sonra gerçekten akıyor. Beynim her şeyin yeniliğinden dolayı yanmak üzere ama bu iyi bir şey. Yeni şeyler insana yaşadığını hissettiriyor. Neyse ben susayım siz de fotoğraflara bakın. Sonra bir ara devamını da eklerim. To be continued, kalın sağlıcakla.



19 Haziran 2012

Yaşasak ya!

bir akşamüstü nedensiz yere gelen "yaşasak ya" isteği gibisi var mı? yapılacak bir sürü şey benden habersiz, bir köşede birikmiş ve sonsuza kadar yorulmayacakmışım gibi hissettiğim o kısa anlar. gerçekten kısa ve nadir anlar. bıraksalar dünyanın dönme hızına yetişeceğim neredeyse. kafamın içi öylesine dolu ve planlı ki o kısa anlarda. o birkaç saniyede beni yakalasanız mutluluğun formülünü verebilirim size. ama tam o anlarda yakalayın beni çünkü sonra kendim de unutuyorum her türlü formülü. ya da sadece o anlarda herhangi bir şeyi formüllere indirgeyebileceğime inanıyorum. bazen müzik bazen biraz alkol bazen fazla miktarda kahve öyle hissetmeme vesile oluyor gibi gelse de asıl yaşasak ya anları hiçbir şeyin etkisinde olmadığım sessiz akşamüstleri geliyor bana. yaşamayı istiyorum bilinçli olarak, sanki bunu düşünüyorum birkaç saniyeliğine. hayatımın geri kalanında yaşamak üzerine hiç düşünmemişim ve sanki tam o an anlamışım gibi. diğer zamanlar ne olduğunu bilmediğim bir yükü taşımanın yaşamak olduğunu kabul etmişim gibi. hep taşıdığım için bir parçam olduğunu zannettiğim bir yük yaşamak. ama o yaşasak ya anları, öylesine bir akşam üzeri bir anda kafamın içinde yanan kibrit gibi. güzel kokan ve hemen sönen bir kibrit.

24 Ocak 2012

I'm so much older than I can take

Bu blogu ilk açtığımda 20 yaşımı bitiriyor olmamla ilgili bir yazı yazmışım, bugün açıp onu okudum da hiç şaşırmadım yazdıklarıma. 4 yıl önce de büyümeye aynı tepkiyi veriyormuşum şimdi de aynı tepkiyi veriyorum. Ben büyümek istemiyorum ama o yazıyı yazdığım günün üzerinden bile 4 yıl geçmiş. 4 yıl... Az gibi geliyor sayı olarak düşününce belki gerçekten de az ama bu 4 yılı sanki on gün içinde yaşamışım gibi hissettiğimden, bazı şeylerin hızına bir türlü yetişemediğimi düşündüğümden bu durumdan çok korkuyorum. Yıllar basit sayılar gibi gelmiyor bana hiçbir zaman. 24 yaşımda bu düşünce tarzından kurtulmayı planlıyorum; biliyorum, ben bile inanmadım yazarken bunu yapabileceğime ama biz umudu elden bırakmayalım. Bu yıl tam bir kutlu doğum haftası gibi geçti doğum günü olayı, Begümle birlikte bu hafta doğum günü haftamızı kutluyoruz; o da 22 ocak'ta doğan ve kutlu doğum haftası uygulamasını başlatan biricik arkadaşım. Kutlamalar 27'sine kadar da devam edecek. Kutlama dediysem öyle havai fişekler patlatmıyoruz tabi ki, kendi çapımızda sevdiğimiz mekanlara gidiyor, yiyoruz, içiyoruz. Hayatta en çok başarılı olduğumuz şeyleri yapıyoruz yani. Hayattan başka şeyler beklemiyoruz zaten, bundan öte ne olacak yani. Sevdiğin insanlarla birliktesin kebap yiyip tekila içiyorsun. Tabi bunları aynı anda yapmıyoruz, gerçi elbet bir gün onu da yaparız bu performansla. En çok doğum günlerimde yalnız olmadığımı hissediyorum, çevremdeki insanları ne kadar sevdiğimi bir kez daha anlıyorum. Onlar da sağolsunlar beni hediye manyağı yapıp çok güzel cümleler kuruyorlar. Hayatta çok bir şeyim yok ama çok güzel insanlar biriktirmişim kendime, bu da bana yeter zaten.

Hediyelerimi burada anlatıp görgüsüzlük yapmayacağım, sadece bir tanesini söyleyeceğim ona aşırı heyecanlandım zira son zamanlarda aklım fikrim hep orada. Sherlock! Bir sürü Sherlock Holmes kitabım oldu. Tüm romanlar ve hikayeler. İki ciltte toplamışlar ve ben bu doğum günümde o mükemmelliğe sahip oldum. Nasıl mutluyum belli değil. Diğer tüm hediyelerimi de deli gibi sevdim deli gibi. Çok mutluyum yani, son zamanlarda hissetmediğim kadar iyi hissediyorum. Doğum günü hediyeleri diyince geçen yıl aldığım mükemmel br hediyeden de bahsetmeden geçemeyeceğim.O hediyenin yeri çok ayrı, bir yıldır ne zaman kendimi kötü hissetsem onu açıp okuyorum. Geçen yıl Bengisu'nun benim için blogunda yazdığı yazı. Cümleler her zaman en güzel hediyeler oluyorlar zaten. Hayat bana hala istediğim gibi davranmıyor, kırıp dökmeye devam ediyor ama bu kırılıp dökülmeleri tek başıma atlatmak zorunda kalmadığım için çok şanslıyım. Zaten hangimiz kırılıp dökülmüyoruz ki. Mühim olan dökülürken birkaç parçanı kurtarabilecek insanlar, gerçekten öyle. Bir de 6 yıl önce, hayatımın tek sürpriz doğum günü partisini ayarlayan dershane arkadaşlarıma da burdan selam ederim. 2006 çok unutulmaz bir yıldı birçok açıdan. En güzel hediyeler listesi gibi oldu böyle ama tüm hediyeler birbirinden güzel, ne diyim iyi ki var bu insanlar. Benim insanlarım.

28 Aralık 2011

Hiç bıkmadığım mutlu şarkı



mutlu şarkıları seviyorum ama bir süre sonra onlardan mutlaka sıkılıyorum. genelde mutlu şarkılar benim için bir süre boyunca sürekli ama sürekli dinlediğim sonra da çok fazla dinlemekten sıkıldığım için tekrar dinleyemediğim şarkılar oluyorlar. bunun tek istisnası da flowers in the window. 10 yıldır bu şarkıyı dinlemekten hiç sıkılmadım. bir kere bile shuffleda çıktığında ee geçeyim ben bunu demedim. her dinlediğimde de gerçekten 4 dakikalığına çok mutlu, çok huzurlu hissettim. sadece travis konserinde bu şarkıyı dinlerken gözlerim azıcık doldu o da mutluluktan, sahnenin önüne gelip şarkıyı hep beraber söylemelerindeki şirinlikten. konserden sonra da artık flowers in the window'u ne zaman dinlesem o görüntü gelip beni ziyaret ettiğinden sırıtmamı engelleyemiyorum, mutluluğumu içimde tutamaz oldum. gidip bu güzel insanların yanaklarını mıncırmak istiyorum.

bir de ben bu şarkının içinde yaşamak istiyorum. bunca zaman sıkılmadıysam bundan sonra da sıkılmam. ne mutlu, ne korunaklı bir dünya olur bana flowers in the window. neden böyle imkanlarımız yok ki, bir şarkının içinde yaşamanın mümkün olacağı günlerin özlemindeyim.

there is no reason to feel bad
but there are many seasons to feel glad, sad, mad

15 Mart 2011

now the sky could be blue...



bu şarkıyı dinleyecek kadar mutlu olduğum ender günlerden birindeyim. çok garip ama hayatımda ilk defa yaz gelsin istiyorum. sıkıldım çünkü karanlıktan valla ya, şöyle etektir uçuşan elbisedir, babettir neyse onlardan giymek istiyorum. bu video da insanda çayırlarda koşma efenime söyleyim paptaya tarlaları arasında yakalamaç oynama isteği falan uyandırıyor zaten. Yine de biz içimizde sevgi kelebeğine çüş diyelim ama yaz gelsin strawberry swinglerde sallanalım yellowları söyleyelim. öyle şeyler işte.

11 Şubat 2011

Espriler Şakalar




































Son bir saattir, durmadan buna gülüyorum. Red on numara adam yahu. O değil de komedi dizisine ihtiyacım var, şöyle çok sezonlu diyen varsa hiç durmasın that 70's show'u izlesin. Cidden günüm aydınlanıyor bu diziyle. Diziler çok güzel şeyler ya, valla bugün bi sevgi doluyum, tüm dizileri takdir edesim var. veya yine gerçek hayattan çok sıkıldım.

3 Şubat 2011

Rivers and Roads

böyle ara sıra blogta kendi hayat olaylarımdan bahsetmek istiyorum hatta bazen bunu yapıyorum da ama sonra çok garibime gidiyor ne yapsın insanlar ben ne yapmışım ne yemişim falan değil mi diye düşünüyorum. sonra da diyorum ki mal mısın gökçe blog öyle bir şey zaten, fazlasıyla kişisel ,her zaman duygu düşünce de yazılacak diye bir şey yok. ayrıca ileride kendim okuduğumda da ha lan ben şunları yapmışım, şunları söylemişim, buralara gitmişim diyeceğim yazıları görmek hoş olabilir, oluyor. o yüzden yine biraz hayatımdaki nadir ama önemli atraksiyonlardan bahsetmek isterim. bu cümleyi de sırıtmadan kurabilmeyi de dilerdim zira atraksiyon diyince böyle şekilli şeyler yazacakmışım ne çılgın ve inanılmaz bir hayatım olduğunu anlatacakmışım gibi geliyor olabilir ama değil. başkalarıyla değil de kendimle karşılaştırdığım zaman atraksiyonlu gelen şeysiler.

**paris'e gittim ya ben blog. 4 gün kaldım. soğuktan götüm dondu ama pek hoştu; hoş ne kelime süperdi ya süper ötesiydi. 5 kız çıktık yola , kafamıza esti bir anda aldık biletleri, ayarladık hosteli düştük yollara. yolda olmayı ne seviyorum anlatamam blog, öyle bir değişik ruh hali, mutluyum, özgürüm falan gibi geliyor tüm bavul taşıma, ordan oraya sürünme eziyetlerine rağmen. bu gezide o eziyetleri de bi yönden sevdiğimi keşfettim blog, garip bir zevk alıyorum sefillikten. paris'ten döndükten sonra yarım saat kala ankara'ya uçakla gelmeye karar verdiğimiz ve bileti alıp kapıya doğru koştuğumuz o an mesela bldiğin işkenceydi çünkü 2 çantam bi bavulum iki de torbam vardı -evet torba- koştuğumu zannediyordum ama yürüyordum mesela, öyle bir kafa yani ama uçağa binip çantalarımı insanlara kendimi koltuklara poşetlerimi de yerlere çarparken çok sapıkça bir zevk aldım bundan blog, yargılama beni olur mu?? paris'e gelince; paris yardırıyor . pek güzel pek stil sahibi bir şehrimizmiş. erkeklerin muhteşem giyindiği , bana bile tatlıyı sevdirebilecek potansiyelde tatlıcılara sahip ve ankara'dan daha soğuk olabilen bir yer görmüş olmak pek ufuk açıcıydı. soğuktan kafa olduğumuz zamanlar oldu, öyle bir uyuşma. ben bir ara kalp atışlarımın yavaşladığını hissettim, dedim ölüyorum kaderde pariste donarak ölmek de varmış. kısmet tabi dedim bu işler. bari bir fransız erkeğinin tarz dolu düğmeli mantolarıyla bezenmiş kollarna düşüp ölsem. o taktıkları atkıların , kaldırılmış mont yakalarının yanında ölüversem dedim. ölmedim. fransız erkeklerinin hiçbir yerine düşemedim blog, yakınlarında bile duramadım, hep geçip giderken maşallah falan dedim anca. o da kımset tabi ne yazıldıysa o derler. fransız yokmuş kaderde napcen. ama allam ne güzel giyiniyor orda erkekler, bi ara ağlamak istedim güzellikleri karşısında. ağlamadım. sonra konuşuyoruz arkadaşlarla lan yarın ankara'ya gidicez mal mal tipler görücez bi de kendilerini bir şey sanacaklar -artık nelerine güveniyorlarsa- sinir olucaz. sonra paris'te her şey böyle mükemmelken eve dönüp gene aynı yavan hayatı yaşamya devam edicez sanki hiç burada bulunmamışız gibi falan dedik. ve harbiden paris'ten döndüm ertesi gün işe gidiyorum, etimesgut dolmuşuna bindim, allam nasıl bir hayattan soğuma, daha dün paris'te dolaşıyordun bugün geldin gene etimesgut dolmuşundasın. ben diyordum zaten paris çok sürreal diye. gerçekten öyle çünkü gerçek, sabahın köründe etimesgut'a gitmek lan. sıçıyım böyle hayata. bir gün paris'te gece 1'de ıssız bir sokakta yürüyorsun 5 kız ve hiiç kormuyorsun ertesi gün geliyorsun etimesgut dolmuşunda sabahın köründe pis pis bakan adamlar. neyse durumu daha fazla ajite etmiycem ama siz anladınız meramımı zaten.

**fiziksel çekim cidden farklı bir şeymiş. hiç alakamız olmayan bir adamdan baya baya etkileniyorum bu sıralar da bu durum beni düşüncelere sevk ediyor. hani bazı insanlar olur ya biz bu insanla otursak iki satır konuşamayız, ortak hiçbir özelliğimiz, ilgi alanımız yok falan deriz ya işte bu adam da aynen öyle. gel gelelim kendisini ne zaman görsem böyle bir şeyler oluyo bana, sırıtmak ve anlamsızca kendisine doğru yönelmek isteği falan geliyor içimden. bakalım bunun sonu neye varacak, merakla izliyorum kendimi.

**işime baya baya alıştım, benimsedima artık. sevdiğim ve sevmediğim yönleri var tabi muhakkak ama dün 82 yaşında olan ve benim acayip sevdiğim bir teyze "don't war make love" yazan tişört giymek istediğini söyledi. oha dedim. sırf bunları duyabilmek için hergün koşarak giderim işe. hem galiba bir tiyatro oyunu hazırlıycaz yaşlılarımızla, acayip eğlenceli olacak. dün ortaya atılan fikirler bile beni eğlendirmeye yetti de oyunun kendisini hazırlarken ben koparım, kopmaktan hiçbir şey yapamam gibi geliyor. bizim iş çok garip. çok sosyal. mutlaka insanlarla bir etkileşim gerektiriyor bazen bundan çok bıkıyorum ama o etkileşim bağları kuvvetlendiriyor ve başka bir insanla iletişim kurabildiğini, derin bir bağ yakalayabildiğini hissettiğinde de o etkileşim sonsuza kadar devam etsin istiyorsun. ne bileyim alışıyorsun. hoşuna gidiyor. aman ne bileyim. psikologluk mesleğine sevgi-nefret hisleri besliyorum. öyle bi ambivalans. aynı gün içinde önce allah belasını versin diyorum sonra da iyi ki bu işi yapıyorum diyorum. ben bi bok bilmiyorum valla.

**the head and the heart'ı ne çok sevdiğimi söyleyip duruyorum bu blogta, biliyorsunuz. süper bi grup canlarım benim. onların bir şarkısı var başlıkta yazdığım rivers and roads. şarkının sevdiğim yanı sonunda rivers and roads diye bağırıyorlar onlarca kere. o kadar seviyorum ki. ben de bağırıyorum. çünkü hem yollara hem de nehirlere bayılıyorum. süper bi şarkı ya, şurdan bi bakın derim.



rivers and roads till i reach you.

15 Kasım 2010

Tek Bir Ayakkabı

Bugün kızılayda insanların yürüdüğü bir yolun orta yerinde tek bir ayakkabı gördüm. görülecek en ilginç şeylerden biridir benim için "tek ayakkabı". Bir insanın ayakkabısının tekini kaybedeceği veya bir tane ayakkabıyı canı sıkıldığı için yolda bırakacağı gibi düşünceler beni çok mutlu ediyor. Böyle bir insanla tanışmayı arkadaş olmayı falan isterim ben. (Bkz: Joey). Kalan tek ayakkabısıyla yürüdüğü yolları düşünüyorum da, acaba ayakkabısının tekinin olmadığını fark etmemiş olabilir mi? Tüm bulvarı yürümüş, metro çıkışına geldiğinde kendinde bir gariplik olduğunu sezmesinin akabinde tek ayakkabı ile yüzleşmiş ve onca yolu geri dönüp diğer ayakkabısını almaya üşendiği için vazgeçip evine öylece gitmiş midir? Ya da hikaye aslında hiç böyle gelişmemiş yolun kenarındaki binalardan birinde bulunan bir insan arkadaşına şaka olsun diye ayakkabısının tekini camdan aşağı atmış ve tüm gün bu yaptığıyla gurur duyup içten içten sırıtmış mıdır? Sonra ayakkabısı atılan kişi kaybolan tek ayakkabısının gizemini düşünüp düşünüp karalar bağlamış mıdır?. Yolun ortasında tek bir ayakkabı! Hikaye hangisi olursa olsun tüm eve dönüş yolu boyunca beni mutlu ettiği kesin. Bir gün olur da ayakkabınızın tekini kaybederseniz bana haber verin, en azından bu hikayeye sahip gerçek bir tanıdığım olsun, sağda solda anlatayım sırıtarak.

3 Haziran 2010

Okul Bitiyor, Dünya Dönmeye Devam Ediyor. Böyle Bir Şey İşte.

"it was the best of times, it was the worst of times"

Bu yazıma okumadığım bir kitabın ilk cümlesiyle başlamak istedim çünkü hayatımın son dört yılını daha iyi daha kısa anlatabilecek başka bir cümle yoktu. Gerçekten yaşamımın en güzel ve en kötü zamanlarını geçirdiğim üniversiteye veda ettim. İçime bir öküz oturdu yalan değil; aslında o kadar üzgünüm ki ancak bu kadar üzgün olduğum zamanlarda hissettiğim hiçbir şey hissedememe durumuyla cebelleşiyorum. İnsan geçen zamanın, anıların, kısacık anların ve kocaman duyguların arkada kalışını buruk bi şekilde izlemek zorunda bırakılıyor ne yazık ki, zamanın bizlere en büyük kazığı galiba bu. Son günlerde düşünüyordum da dört yıl insan hayatında aslında ne kadar kısa bir zaman dilimi ve bir insanı tanımak için ne kadar uzun. Bugün üniversiteye veda ederken okulun ilk gününden beri yanımda olan, birlikte büyüdüğüm bir arkadaşımı da yolcu etmek zorunda kaldım. Onun gidişi büyüdüğümü yüzüme yüzüme çarpan en önemli işaretlerden biriydi. Zaman geçtikçe hayatımıza ne çok insan giriyor ve ne çok insanı yolcu etmek zorunda kalıyoruz değil mi? Ve bu akşamın cevabı belki de en tartışmalı sorusuyla yani "Gitmek mi zor kalmak mı?" ile yüzleştiğimde aklıma ilk gelenin "kalmak" olması da tamamen bu yüzden. Gitmek ekstra bir çaba gerektirken ve dikkatini ayrılışın acıtan doğasından başka şeylere çekerken kalmak tüm gücünle ayrılmaya odaklanmana neden oluyor. Sevmiyorum geride kalmayı ama niyeyse hep kalıyorum belki hayatımda artık giden olmam gereken bir zamana geldim. Neyse.

Bazen bazı insanlar sonsuza kadar dibimizde dursunlar, hiçbir yere ayrılmasınlar isteriz ama bu çoğu zaman gerçekleşmez. Ve biz çoğu zaman sevdiklerimizi uğurlarız, göndeririz, onlara veda ederiz. Fiziksel olarak ayrılmak zorunda kalırız bunu istediğimiz için değil hayat zorladığı için. Sonra bir an gelir bazı bağların fiziksel yakınlıktan daha derin, daha kopmaz olduğunu fark ederiz. İşte ben bunu fark ettiğimde, hayatımda böyle insanların var olduğunu bildiğimde kendimi daha az yalnız hissederim. İsterse arada binlerce kilometre olsun sen o kişiyi yakında hissediyorsan o yakındır. Düşüncelerinde ona ulaşabileceğini hissettiren, komik bir şey olduğunda ona söyleyemeyecek olsan da aklında biriktirip hepsini aradan bir gün bile geçmemiş gibi anlatabildiğin insanlardır hayatı yaşanılır kılan. Takılıp düşerken, hayatta kalmaya çalışırken okullar okuyup işler ararken, severken, kalbin kırılırken ve bunların hepsini tek başına yaşaman gerekirken arada aldığın molalarda sadece varlıklarıyla yüzünü güldüren insanlardır onlar. Zaten gerisi oldukça boş. Özellikle bugünlerde gittiğimiz yollar üstüne çok düşünüyorum, başarı başarısızlık, iş, kariyer, evlilik, emeklilik vesaire. Herkesin olması gerekenlerle ilgili acayip düşünceleri var ama özellikle son zamanlarda yaşadığım şeyleri de göz önüne alarak diyorum ki; iyi bir hayat için "yapılması gerekenlerin" hiçbirini yapmaya gerek yok. Öldüğümüzde kimse bizim not çizelgemizi ya da çeyizin için mutlaka alman gereken yemek takımını hatırlamayacak. Dilerim hatırlamasınlar. Yaşamak başka bir şey ve bunun başka bir şey olduğunu anlayan insanlara sahip olduğum için de şanslıyım. O kadar küçük ayrıntılarda gizli ki bu samimiyet; belki hayatın tüm amacı, ulaşmamız gereken hedef birileriyle bu samimiyeti kurabilmektir, bilemiyorum. Çok saçmaladım farkındayım, kafam kazan gibi. Sadece kendimi körebe oynuyormuşum gibi hissediyorum, gözlerim kapalı; beni bir yere bırakmışlar, yolumu bulup bulamayacağım belli değil. Bundan sonrası kocaman bir muamma. Büyümek bana iyi gelmiyor, çok karışıyor aklım ama kesin olarak bildiğim şeyler de var, o konularda şüphem yok. Bundan sonrasının kolay olmayacağını biliyoruom mesela, önümde başka bir hayat olduğunun da farkındayım ve bir arkadaşımı bir süre için çok özleyeceğimi biliyorum ama onun bir parçasını benliğime eklediğimin de tamamen ayrımındayım. Dileyelim ki güzel olsun her şey, doğru seçimler yapalım hayatta. en öenlisi de o.


4 Ocak 2010

Ne Desem Yalan Olur O Yüzden Ne Demesem?

Beni çok mutlu eden bir insan var, öyle aşk meşk mevzuları da değil. Sadece varlığıyla mutlu oluyorum, ne zaman görsem ne zaman konuşsam dünyada böyle insanlar yaşadığı için şükrediyorum. Herkesin, hakkında böyle hissedebileceği biri olsaydı dünya çok daha iyi bir yer olurdu kesinlikle. Sadece bir yerlerde yaşıyor oluşu, insanlara yardım ediyor oluşu, bir sürü insana bir sürü şeyler öğretiyor oluşu bu dünyayı daha yaşanılır bir yer yapıyor.

Çok eskiden bir blog adresi almıştım. Konseptli bir şeyler yazmak vardı aklımda. Sürekli kendi kendine konuşan, bazen kafasında karakterler yaratıp onları konuşturan biri olarak bu konuşmaları diyalog halinde yazabilceğim bir alan olsun istemiştim. O yüzden Tek Kişilik Konuşmalar adında bir blog aldım ancak bunca zaman tek bir şey bile yazmamıştım. Sanırım artık zamanı geldi o bloğu canlandırmaya karar verdim. Bir insanın kafasının içindeki konuşmaları görmek isteyenler şöyle bi uğrayabilrler : http://tekkisilikkonusmalar.blogspot.com/

Otobüste insanlar görüyorum müzik dinliyorlar, sonra inecekleri durağa geldiklerinde kulaklıkarı çıkarıp mp3 çalarları çantalarına koyuyorlar. Neden bunu yapıyorlar? Hem yürüyüp hem de müzik dinlemek dünyanın en güzel şeylerinden birirdir neden kendilerini bundan mahrum ediyorlar. Çok merak ediyorum bunu, bana garip geliyor, otobüsten iniyorsun diye müziğin bitmesine ne gerek var ki?

Yılbaşı dileklerime guitar hero isteddiğimi yazmayı unutmuşum. Bu yılda mı guitar herosuz geçecek, geçmesin.

Kurban'ın yeni albümü çok yakında çıkacak herhalde, sitelerinden ilk singlelarını dinledim, sert yapmışlar sevdim. Kurban'ı çok özledim.

Bazı sabahalr okula giderken önce AC/DC sonra da Michael Jackson dinliyorum. Ne stres kalıyor ne bunaltı. Kafam çok acayip rahatlıyor o gün kaygılı bir şeyler olsa bile daha rahat atlatıyorum. Tavsiye ederim zaten yakında burdan kendi get psyched mix'imi duyururum. Bazen insanın çok ihtiyacı oluyor.

Ben önce bunu istiyorum sonra da şunu istiyorum.

Fran Healy solo albüm yapıyormuş, şurdan takip ediyoruz kendisini. demolar falan da güzel. güzel olur zaten bu amcam ne yapsa.

Soul Kitchen çok süper film ya. Fatih Akın beni hiç hayal kırıklığına uğratmaz zaten, çok seviyorum ben bu insanı kendisi de aynen sadece varlığıyla beni mutlu eden insanlardan.

23 Ekim 2009

Cevap

Görmek isteyen için cevaplar her zaman ortalıkta. Hayat da yaşamaya değer bu sıralar. Domuz gribi olup ölmenin hiç zamanı değil. Hem saçımı seviyorum, mutluyum, izlenecek daha çok film dinlenecek çok şarkı var. Daha yüksek lisans yapıp ortalığı kasıp kavuracağım, klinik psikolojinin gelecekteki yüzü olacağım. (çüş) neyse yani siz benim demek istediğimi anladınız. zaten küresel iklim değişikliği, savaşlar falan filan önümüzde yaşanacak bir on yıl var şöyle kaliteli bi hayat için, cevaplar dışarıda, insanlar dışarıda.bir sürü bir sürü insan yani, neden birkaç tanesini hayatın merkezine oturtup acı çekiyoruz ,anlamııyorum çok saçma , çok anlamsız. Devam etmek lazım, gidenlerin yenisi var, her yaz meyve veriyor ağaçlar şimdilik. Böyleyken yaşamakta fayda var derim ben. Hem saçımı seviyorum, pantolonlar yakışıyor, müzik dinliyorum ve yemek yaparken makarnalarla konuşabiliyorum. Tribe girmiyorum, acılı bir havam yok, hayatı olduğu gibi kabul ettim bazen çaresiz kalabileceğimi biliyorum, herkes hayat karşısında çaresiz sonuçta bu yükü tek başıma taşımadığımın farkındayım. Geri kalanları da şimdilik umursamıyorum hatta yeni mottom bir morrissey sözüdür ki şöyle diyor canım benim "i really don't know and i really don't care" .

4 Ekim 2009

Neşeli

Mutluyum ben ya, çok ilginçtir çoşkuyla doldum. Sonbahar benim mevsimim olduğundan, belki de üzülecek bir şey olmadığından. Dikkati toplayabilmenin nasıl bir şey olduğunu uzun zaman sonra hatırladım. Film izleyebiliyorum artık mesela. Sbarro'dan mega dilim pizza yiyince çok fazla mutlu oluyorum, alışveriş yapıyorum, saçımı zooey deschanel gibi kestireceğim, çok heyecanlıyım. Sonra bugün ipodumdan sıkıldım, dedim "ne bu böyle bi tane mutlu şarkı olmaz mı, hepsi mi acılar içinde şarkılar" insan içinde böyle şarkılar dolu bir ipodla nasıl mutlu olsun zaten, neyse açtım AC/DC, bayık olmayan Bon Jovi falan. İçimdeki Rock n' Roll ruhunu öldürmemeliyim, asla. İç bayıcı şarkılarımdan vazgeçemesem de arada bir böylesi lazım. Guitar Hero almak istedim sonra, herkesi eve çağırıp guitar hero tunuvaları düzenleyesim geldi. Slash gibi dar kot da almışken guitar hero moduma girebilirdim. Ama ben karar verdim benim guitar herom Jimmy Page. Ama bir de mesela karaokeye gitsek bir Led Zeppelin, Gnr ya da ac/dc şarkısı da söyleyemem yani, içimde kalır, ve evet benim karaokeye gidesim var. Yarın okul başlıyor, tatil modundan da pek çıkasım yok. Üds pek iyi geçmedi de pek umursayamadım, yaklaşık 1 saat umursadım sonra geçti. Bu yeni halimi çok sevdim, Barney gibi kendime iki de bir I'm Awesome diyesim bile var. Yaşam enerjimi sömürecek tek bir gereksiz insan bile yok ve bu süfer bir şey gerçekten. Hayattan soğutan her şey ve herkesten uzak hissediyorum. 5 ay önceki halim için kendimden özür diliyorum valla.