İnsanların bana sürekli yol sormalarına alıştım. Oldukça olağan bir durum haline geldi hatta. Herhangi bir sokakta ben dahil 3 tane insan var diyelim yol sormak isteyen kişi o iki insanı es geçip bana yol sorar, bu hep böyledir. Yabancısı olduğum yerlerde bile inatla beni bulurlar. İşin garip tarafı ise dünya üzerinde yön duygusu en zayıf insanlardan biri olmam. Kendi yolumu kaybolarak, uzatarak bir şekilde bulurum ancak bir insana doğru yol tarif edebilmem imkansıza yakındır. Benim tarif ettiğim yolda ya kaybolurlar ya gereğinden fazla yürümek zorunda kalırlar, sonra küfürleriyle kulaklarımı çınlatırlar. Fakat inatla benden tarif isterler. Bir arkadaşım "her yol sorandan 1 lira alsaydın şimdiye zengindin" şeklinde bir açıklma bile yapmıştı ki gerçekten bundan sonrası için değerlendirmeyi düşündüğüm bir fikir bu zira işsizim, girişimci ruhum(!) sayesinde kısa yoldan para kazanmanın peşindeyim. Her neyse ben bu duruma alışmışken geçenlerde olay bambaşka bir boyuta taşındı. İki farklı insanla çok garip iki deneyim yaşadım. İnsanlar artık bende sadece yol bilen değil HBB (her boku bilen) insan tipi görmeye de başladılar. Ya da insanların soru sormaya çekinmelerini engelleyen bir takım özelliklere sahibim. Yüzümde bir ifade var bence benim ve insanlar soru sormaya çekinmiyor. Kimseyi tersleyecek bir tip yok bende herhalde. Neden bu da olabilir. Neyse gelelim olaylara;
İlk garip insanımız bir teyze. Kızılayda yürürken önce sıradan bir yol sorma olayı yaşıyorum zannederek pek sallamadım kendisini, üçler dersanesi sordu tarif ettim -en azından onun yerini gerçekten biliyordum.- Sonra kadın bana dersanenin eğitimini,mehmet tunçla ikisi arasında kaldıkalrını ve hangisinin daha iyi olduğunu falan sordu oğlunun fenci olduğunu, işte bu öss işlerinin pek zorladığını anlattı. Çok şükür hepsine verecek bir cevabım vardı. O noktada teyzeyi büyülediğimi hissettim. Hem yolu tarif et hem dersanenin içini dışını anlat, Mehmet Tunç'un garip bir adam olduğu bilgisini bile paylaş. Sonra kendimden emin gönderin teyzecim oğlunuzu dedim -ben kim oluyorsam, bana neyse-. Teyze de teşekkür ederek yoluna koyuldu. Anlayamadığım şey bir insanın böyle soruları herhangi birine hiç çekinmeden sorabilmesi. Hadi bir insana yol sormak bi derece anlaşılır ama yoldan geçen adamı dersanenin iç işleri hakkında soru yağmuruna tutmak nedir. Bu teyze gene şanslıydı ki benim gibi bir HBB ile karşılaştı. İşte benim şüphelendiğim de insanların yüzüme bakarak bende bunu görebiliyor olmaları. Ya da o melül ifade, bakışlarım sorunlu benim. evet kesin öyle.
İkinci garip insanımız ise bir amca. Amca biraz fazla olabilir belki amcadan daha genç görünüyordu ama ben kendisini amca kategorisine yerleştirdim. Bilkent durağında oturmuş müzik dinliyorum. Kulaklıklar falan var yani, zaten insanların kulaklığı olmayan insanlara bir şey sormak yerine müzik dinleyen insanları rahatsız edip o kulaklığı çıkartmak zorunda bırakarak soru sormalarına da hiç anlam verememişimdir. Yukarıda anlattığım gibi herhangi bir yerde kulaklığı olmayan 4-5 insan olsun ve ben kulaklığımla olayım gene bana soruyorlar. Neyse bu amca durdu ve diyalog şu şekilde gelişti
-Pardon bir şey sorabilir miyim?
-Kulaklığı çıkararak; tabi.
-Şimdi ben lise mezunuyum, turizm acentelerinde çalışmak istiyorum, ne yapmam lazım biliyor musunuz?
- Boş bakışlar--- bilmiyorum.
- Buralarda bildiğiniz acenta var mı?
-Yok.
-Yani işte ben lise mezunuyum turizm işinde çalışmak istiyorum.
-Sessizlik.
-Turizm bakanlığı balgattaydı değil mi, biliyor musunuz?
-Gerçekten bilmiyorum.
-Peki siz hangi bölümde okuyorsunuz?
- Ne alaka bakışları- okumuyorum mezunum ben.
-Ama hangi bölüm.
- te allaım ya bi git bakışları. psikoloji, hı hı.
-Ne güzel, iyi günler size.
Evet bu amca da beni bilirkişi sanan insanlardan biriydi, lise mezunlarının turizm acentasında çalışmak için ne yapmaları gerektiğini bildiğimi düşünmesi oldukça ilginçti. Hayatım boyunca dışarda tanımadığım biriyle yaptığım en garip konuşma bu olabilir. Amca bana lise mezunuyum dediği anda zaten bi vücudum attı, ne alaka ya bakışlarımı 50 metre öteden görebilirdiniz. İşte benim hayatıma anlatılacak bir olay kattıkları için bu teyze ve amcaya teşekkürlerimi iletiyorum. Gariplikleriyle bir blog postu haline gelmeyi bile başardılar. Bu da böyle bir anımdı şeklinde anlatacağım anılar kazandırdılar bana.
Ben de hayatıma hergün sorulan yolları, mekanları, çeşitli konulardaki genel geçer bilgileri cevaplayamayarak devam etmeyi planlıyorum. Ya da yol sorandan 1 lira, çeşitli konularda bilgilenmek isteyenlereden 2 lira, hayatın anlamı gibi derin konular hakkında sorular soranlardan ise 3 lira alarak, zamanla bunu tam zamanlı bir iş haline getirip herkesin gıpta ile baktığı bir başarı hikayesine dönüşerek pek mühim bir insan olmayı hayal ediyorum. Mottom da "her sorunun bir cevabı vardır doğruluğu hakkında garanti vermem mümkün değildir, yersen. " olacak. Hadi bakalım
17 Haziran 2010
3 Haziran 2010
Okul Bitiyor, Dünya Dönmeye Devam Ediyor. Böyle Bir Şey İşte.
"it was the best of times, it was the worst of times"
Bu yazıma okumadığım bir kitabın ilk cümlesiyle başlamak istedim çünkü hayatımın son dört yılını daha iyi daha kısa anlatabilecek başka bir cümle yoktu. Gerçekten yaşamımın en güzel ve en kötü zamanlarını geçirdiğim üniversiteye veda ettim. İçime bir öküz oturdu yalan değil; aslında o kadar üzgünüm ki ancak bu kadar üzgün olduğum zamanlarda hissettiğim hiçbir şey hissedememe durumuyla cebelleşiyorum. İnsan geçen zamanın, anıların, kısacık anların ve kocaman duyguların arkada kalışını buruk bi şekilde izlemek zorunda bırakılıyor ne yazık ki, zamanın bizlere en büyük kazığı galiba bu. Son günlerde düşünüyordum da dört yıl insan hayatında aslında ne kadar kısa bir zaman dilimi ve bir insanı tanımak için ne kadar uzun. Bugün üniversiteye veda ederken okulun ilk gününden beri yanımda olan, birlikte büyüdüğüm bir arkadaşımı da yolcu etmek zorunda kaldım. Onun gidişi büyüdüğümü yüzüme yüzüme çarpan en önemli işaretlerden biriydi. Zaman geçtikçe hayatımıza ne çok insan giriyor ve ne çok insanı yolcu etmek zorunda kalıyoruz değil mi? Ve bu akşamın cevabı belki de en tartışmalı sorusuyla yani "Gitmek mi zor kalmak mı?" ile yüzleştiğimde aklıma ilk gelenin "kalmak" olması da tamamen bu yüzden. Gitmek ekstra bir çaba gerektirken ve dikkatini ayrılışın acıtan doğasından başka şeylere çekerken kalmak tüm gücünle ayrılmaya odaklanmana neden oluyor. Sevmiyorum geride kalmayı ama niyeyse hep kalıyorum belki hayatımda artık giden olmam gereken bir zamana geldim. Neyse.
Bazen bazı insanlar sonsuza kadar dibimizde dursunlar, hiçbir yere ayrılmasınlar isteriz ama bu çoğu zaman gerçekleşmez. Ve biz çoğu zaman sevdiklerimizi uğurlarız, göndeririz, onlara veda ederiz. Fiziksel olarak ayrılmak zorunda kalırız bunu istediğimiz için değil hayat zorladığı için. Sonra bir an gelir bazı bağların fiziksel yakınlıktan daha derin, daha kopmaz olduğunu fark ederiz. İşte ben bunu fark ettiğimde, hayatımda böyle insanların var olduğunu bildiğimde kendimi daha az yalnız hissederim. İsterse arada binlerce kilometre olsun sen o kişiyi yakında hissediyorsan o yakındır. Düşüncelerinde ona ulaşabileceğini hissettiren, komik bir şey olduğunda ona söyleyemeyecek olsan da aklında biriktirip hepsini aradan bir gün bile geçmemiş gibi anlatabildiğin insanlardır hayatı yaşanılır kılan. Takılıp düşerken, hayatta kalmaya çalışırken okullar okuyup işler ararken, severken, kalbin kırılırken ve bunların hepsini tek başına yaşaman gerekirken arada aldığın molalarda sadece varlıklarıyla yüzünü güldüren insanlardır onlar. Zaten gerisi oldukça boş. Özellikle bugünlerde gittiğimiz yollar üstüne çok düşünüyorum, başarı başarısızlık, iş, kariyer, evlilik, emeklilik vesaire. Herkesin olması gerekenlerle ilgili acayip düşünceleri var ama özellikle son zamanlarda yaşadığım şeyleri de göz önüne alarak diyorum ki; iyi bir hayat için "yapılması gerekenlerin" hiçbirini yapmaya gerek yok. Öldüğümüzde kimse bizim not çizelgemizi ya da çeyizin için mutlaka alman gereken yemek takımını hatırlamayacak. Dilerim hatırlamasınlar. Yaşamak başka bir şey ve bunun başka bir şey olduğunu anlayan insanlara sahip olduğum için de şanslıyım. O kadar küçük ayrıntılarda gizli ki bu samimiyet; belki hayatın tüm amacı, ulaşmamız gereken hedef birileriyle bu samimiyeti kurabilmektir, bilemiyorum. Çok saçmaladım farkındayım, kafam kazan gibi. Sadece kendimi körebe oynuyormuşum gibi hissediyorum, gözlerim kapalı; beni bir yere bırakmışlar, yolumu bulup bulamayacağım belli değil. Bundan sonrası kocaman bir muamma. Büyümek bana iyi gelmiyor, çok karışıyor aklım ama kesin olarak bildiğim şeyler de var, o konularda şüphem yok. Bundan sonrasının kolay olmayacağını biliyoruom mesela, önümde başka bir hayat olduğunun da farkındayım ve bir arkadaşımı bir süre için çok özleyeceğimi biliyorum ama onun bir parçasını benliğime eklediğimin de tamamen ayrımındayım. Dileyelim ki güzel olsun her şey, doğru seçimler yapalım hayatta. en öenlisi de o.
Bu yazıma okumadığım bir kitabın ilk cümlesiyle başlamak istedim çünkü hayatımın son dört yılını daha iyi daha kısa anlatabilecek başka bir cümle yoktu. Gerçekten yaşamımın en güzel ve en kötü zamanlarını geçirdiğim üniversiteye veda ettim. İçime bir öküz oturdu yalan değil; aslında o kadar üzgünüm ki ancak bu kadar üzgün olduğum zamanlarda hissettiğim hiçbir şey hissedememe durumuyla cebelleşiyorum. İnsan geçen zamanın, anıların, kısacık anların ve kocaman duyguların arkada kalışını buruk bi şekilde izlemek zorunda bırakılıyor ne yazık ki, zamanın bizlere en büyük kazığı galiba bu. Son günlerde düşünüyordum da dört yıl insan hayatında aslında ne kadar kısa bir zaman dilimi ve bir insanı tanımak için ne kadar uzun. Bugün üniversiteye veda ederken okulun ilk gününden beri yanımda olan, birlikte büyüdüğüm bir arkadaşımı da yolcu etmek zorunda kaldım. Onun gidişi büyüdüğümü yüzüme yüzüme çarpan en önemli işaretlerden biriydi. Zaman geçtikçe hayatımıza ne çok insan giriyor ve ne çok insanı yolcu etmek zorunda kalıyoruz değil mi? Ve bu akşamın cevabı belki de en tartışmalı sorusuyla yani "Gitmek mi zor kalmak mı?" ile yüzleştiğimde aklıma ilk gelenin "kalmak" olması da tamamen bu yüzden. Gitmek ekstra bir çaba gerektirken ve dikkatini ayrılışın acıtan doğasından başka şeylere çekerken kalmak tüm gücünle ayrılmaya odaklanmana neden oluyor. Sevmiyorum geride kalmayı ama niyeyse hep kalıyorum belki hayatımda artık giden olmam gereken bir zamana geldim. Neyse.
Bazen bazı insanlar sonsuza kadar dibimizde dursunlar, hiçbir yere ayrılmasınlar isteriz ama bu çoğu zaman gerçekleşmez. Ve biz çoğu zaman sevdiklerimizi uğurlarız, göndeririz, onlara veda ederiz. Fiziksel olarak ayrılmak zorunda kalırız bunu istediğimiz için değil hayat zorladığı için. Sonra bir an gelir bazı bağların fiziksel yakınlıktan daha derin, daha kopmaz olduğunu fark ederiz. İşte ben bunu fark ettiğimde, hayatımda böyle insanların var olduğunu bildiğimde kendimi daha az yalnız hissederim. İsterse arada binlerce kilometre olsun sen o kişiyi yakında hissediyorsan o yakındır. Düşüncelerinde ona ulaşabileceğini hissettiren, komik bir şey olduğunda ona söyleyemeyecek olsan da aklında biriktirip hepsini aradan bir gün bile geçmemiş gibi anlatabildiğin insanlardır hayatı yaşanılır kılan. Takılıp düşerken, hayatta kalmaya çalışırken okullar okuyup işler ararken, severken, kalbin kırılırken ve bunların hepsini tek başına yaşaman gerekirken arada aldığın molalarda sadece varlıklarıyla yüzünü güldüren insanlardır onlar. Zaten gerisi oldukça boş. Özellikle bugünlerde gittiğimiz yollar üstüne çok düşünüyorum, başarı başarısızlık, iş, kariyer, evlilik, emeklilik vesaire. Herkesin olması gerekenlerle ilgili acayip düşünceleri var ama özellikle son zamanlarda yaşadığım şeyleri de göz önüne alarak diyorum ki; iyi bir hayat için "yapılması gerekenlerin" hiçbirini yapmaya gerek yok. Öldüğümüzde kimse bizim not çizelgemizi ya da çeyizin için mutlaka alman gereken yemek takımını hatırlamayacak. Dilerim hatırlamasınlar. Yaşamak başka bir şey ve bunun başka bir şey olduğunu anlayan insanlara sahip olduğum için de şanslıyım. O kadar küçük ayrıntılarda gizli ki bu samimiyet; belki hayatın tüm amacı, ulaşmamız gereken hedef birileriyle bu samimiyeti kurabilmektir, bilemiyorum. Çok saçmaladım farkındayım, kafam kazan gibi. Sadece kendimi körebe oynuyormuşum gibi hissediyorum, gözlerim kapalı; beni bir yere bırakmışlar, yolumu bulup bulamayacağım belli değil. Bundan sonrası kocaman bir muamma. Büyümek bana iyi gelmiyor, çok karışıyor aklım ama kesin olarak bildiğim şeyler de var, o konularda şüphem yok. Bundan sonrasının kolay olmayacağını biliyoruom mesela, önümde başka bir hayat olduğunun da farkındayım ve bir arkadaşımı bir süre için çok özleyeceğimi biliyorum ama onun bir parçasını benliğime eklediğimin de tamamen ayrımındayım. Dileyelim ki güzel olsun her şey, doğru seçimler yapalım hayatta. en öenlisi de o.

24 Mayıs 2010
İhtimaller ve Kaybedişler
ben şu blogta şöyle bir söze rastladım: "No matter what you have now it is saddening to remember what you lost." Tam bu cümleye denk geldiğim sırada aynen bunu düşünüyor olmam beni oldukça etkiledi. İnsan bir sürü düşünce bulutu arasında anlamlandırmaya çalıştığı şeyi tek bir cümle halinde özetlenmiş görünce mutlu oluyor, bir aydınlama yaşıyor. Evet durum bu; sahip olduğumuz bir sürü şeye rağmen kaybettiğimiz de bir sürü şey var ve ne olursa olsun bu üzücü. Bence olasılık dahilinde olan şeylerin artık kesin bir şekilde olası olmadığı an yaşadığımız kayıp duygusu bizi üzen. Yani orada bir yerlerde şu anda sahip olmasak da "belki bir gün olur ya neden olmasın" dediğimiz şeyler artık hiç olamayacak boyuta ulaştıklarında hissettiğimiz yas yüzünden mutsuz oluyoruz. O yüzden aslında belki insanlara "sahip olduklarına bak mutlu ol" demek çok manalı değil. Tabi ki onlarla mutlu oluyoruz ama bu sahip olmadıklarımız için mutsuz olmamıza engel değil. Çünkü insan doğası arzulamaya programlanmış şımarık bir makine gibi, istediği bir şeyi kaybettiğini anlandğında buna bir tepki vermek zorunda. -Hoş bazen insanlara söylenecek başka bir söz olmadığı için de sarf ediyoruz bu cümleyi benim de yapmışlığım çok hani o yüzden doğru nedir yanlış nedir orası muğlak.-
Bazen de seçimler diğer seçenekleri olasılıksız hale getiriyor ve hayatta her zaman seçimler yapmak zorunda kalacağız, o nedenle "her seçim bir kaybediştir" sözünü bu kadar severim. Bir şeyi seçmeye karar verdiğimizde diğer tüm seçenekleri bir şekilde resimden dışarı atmak zorunda kalmak aslında bizlere verilmiş lanetlerden biri. Burada önemli olansa kaybedilen seçenek için üzülmek değil, insan üzülür ve ukte dedikleri o lanet şey var ya ah o ukteler en çok da onlara üzülür ama aslında önemli olan o seçimin sorumluluğunu almak; üzüleceğini bilsen de gene o seçimi yapmak. Sonuçta hayatta üzülmemek diye bir şey yok. Üzülmemek için her türlü olasılığı elinde tutmaya çalışan ama hiçbirine gerçekten sahip olamayan biri olmaktansa kaybettiklerimin yasını tutup hayatıma devam etmeyi tercih ederim herhalde. Zaten olan da bu. "Şöyle de bir ihtimal vardı olsaydı belki şu anda daha mutlu olurdum" dediğim çok fazla şey var ama şu anda olana sahip çıkıyorum. Hayat böyle yaşanıyor belli ki. Arada bir gözleri doluyor insanın ihtimallerinin olasılığını yitirişini düşününce sonra kafasını çevirip gülmeye ve kahvesini içmeye devam ediyor. Gerçekten hiçbir üzüntü grafikte sonsuza ulaşmıyor biz çoğu zaman öyle olacağını düşünsek de. Ya da belki ben artık eskisi kadar sallamıyorum. Şarkılar filmler de olmasa hatta bazı şeyleri hatırlayacağım bile yok.
"It’s not denial. I’m just selective about the reality I accept." bu sözü de şurda okudum onu da pek beğendim alakasız veya bi yerinden alakalı olarak.
Bazen de seçimler diğer seçenekleri olasılıksız hale getiriyor ve hayatta her zaman seçimler yapmak zorunda kalacağız, o nedenle "her seçim bir kaybediştir" sözünü bu kadar severim. Bir şeyi seçmeye karar verdiğimizde diğer tüm seçenekleri bir şekilde resimden dışarı atmak zorunda kalmak aslında bizlere verilmiş lanetlerden biri. Burada önemli olansa kaybedilen seçenek için üzülmek değil, insan üzülür ve ukte dedikleri o lanet şey var ya ah o ukteler en çok da onlara üzülür ama aslında önemli olan o seçimin sorumluluğunu almak; üzüleceğini bilsen de gene o seçimi yapmak. Sonuçta hayatta üzülmemek diye bir şey yok. Üzülmemek için her türlü olasılığı elinde tutmaya çalışan ama hiçbirine gerçekten sahip olamayan biri olmaktansa kaybettiklerimin yasını tutup hayatıma devam etmeyi tercih ederim herhalde. Zaten olan da bu. "Şöyle de bir ihtimal vardı olsaydı belki şu anda daha mutlu olurdum" dediğim çok fazla şey var ama şu anda olana sahip çıkıyorum. Hayat böyle yaşanıyor belli ki. Arada bir gözleri doluyor insanın ihtimallerinin olasılığını yitirişini düşününce sonra kafasını çevirip gülmeye ve kahvesini içmeye devam ediyor. Gerçekten hiçbir üzüntü grafikte sonsuza ulaşmıyor biz çoğu zaman öyle olacağını düşünsek de. Ya da belki ben artık eskisi kadar sallamıyorum. Şarkılar filmler de olmasa hatta bazı şeyleri hatırlayacağım bile yok.
"It’s not denial. I’m just selective about the reality I accept." bu sözü de şurda okudum onu da pek beğendim alakasız veya bi yerinden alakalı olarak.
21 Mayıs 2010
Ö
Herhangi bir şeyin önemi varmış gibi yaşamaya devam ediyoruz, olan bu. Sanki yaşamayı çok seviyormuşuz gibi sanki bazı insanlar hiç varolmamış gibi. Ölüm üzerine çok düşünürdüm eskiden; entellektüel bir kavrama çabam vardı, kuramlar ve felsefi laflar çok anlamlıymış gibi yapardım. Artık düşünmüyorum çünkü ölüm bir konsept değil, bir gerçek ve bu gerçek beni çok yordu, yoruyor. Ne olursa olsun ölümden sonra doldurulamayacak boşluklar var ve kimse bunu düzeltemez, düzeltemeyecek. Kimse kimsenin acısını onun yerine yaşayamaz ancak o acısını yaşarken yanında olabilir. Ve galiba bu da yetiyor; acı çekerken yanında duran birilerinin olması belki de yaşamayı isteme nedenimiz her şeye rağmen.
Ve gerçekten insanlar öldüğünde geriye sadece fotoğraflar kalıyor. Her fotoğrafta o kişinin yaşadığı bir gün. O yüzden daha çok fotoğraf çektirin. Sevdikleriniz için.
Ve gerçekten insanlar öldüğünde geriye sadece fotoğraflar kalıyor. Her fotoğrafta o kişinin yaşadığı bir gün. O yüzden daha çok fotoğraf çektirin. Sevdikleriniz için.
7 Mayıs 2010
Life Unexpected, The Weepies ve çok az miktarda yakarış.

The weepies'de iki tane pek şirin insanın vokallerini duyuyoruz, tatlı gitar melodileri ve süper sözlerle folka yakın işte genel olarak singer-songwriter tarzı şarkıları söylüyorlar. Grup amerikalıymış ve ayrı müzik kariyerlerini birlşetirmeye karar vermişler çok da iyi etmişler. Henüz tüm albümlerini dinleyemedim ama "say i am you" albümlerinin büyük kısmnı dinlemiş olarak söyleyebilirim ki muhteşem muhteşem bir albüm. Her şarkı başka güzel. Happiness albümlerinden de birkaç şarkı dinledim ama zaten ben bu grubun henüz beğenmediğim bir şarkısına rastlamadım. İlk dinlediğimde bile çok sevdiğim şarkıların sahibi grupların yerlerinin hep ayrı olduğunu bildiğimden the weepies'i şimdiden en favorilerimin arasına koydum. Siz de dinleyin belki seversiniz hatta bence kesin seversiniz.
Bir de aklıma geldi geçen gün teoman bizim okula konsere gelmişti. Hani şu "babamın öldüğü yaştayım" cümlesi var ya bir şarkısında, o şarkıyı binlerce kişiyle birlikte sürekli söylemek zor gelmiyor mudur? Orada binlerce kişinin ağzından babasının öldüğü yaşta kendisinin bir bar taburesinde oturduğunu duyuyor avaz avaz. Sürekli olarak babasının erken ölümünü düşündürtmüyor mudur bu durum. Niyeyse bana çok garip geldi, yani ne bileyim evet sadece şarkı sözü ama ben binlerce kişi öyle bağırırken rahat edemezdim herhalde.
Son birkaç kelamım olacak tutamadım gene kendimi. How i met'deki gibi gelecekteki gökçe'ye bir not bırakmak istiyorum. Hayatta istediğin şeylerin olmasını sağlayamıyorsan bunda senin suçun büyük, adam gibi insan ol azıcık. Eğer yapamayacağını düşünüyorsan büyük hedefler yerine elindekilerle yetinmeyi öğren çünkü hayatta elindekilere gözünü kapayıp onları elinin tersiyle iten insanlar mutsuz olmaya mahkum oluyorlar.Bu biraz şey gibi; herkesin rock starları sevmesi gibi, onları sevmek kolay sadece ışığından etkilenip üzerine hiç düşünmeden sevebiliyorsun ama önemli olan rock star olmayanı-olmak istemeyeni sevebilmek, çaba harcamak. İçinde çelişkilere düşmeden yaşayabilmek. Yine de kendine de çok haksızlık etme, baktın olmuyor yardım istersin.
Canım sıkkınmış benim ya, pazar günü de ales var. Sonra çilenin bir kısmı bitiyor.
2 Mayıs 2010
Yaşayabilmek
Bugün kendi hayatımdan çok sıkıldım, ders çalışmayı ve yapmam gereken diğer şeyleri bıraktım. Kendimden sıkıldığımda hep yaptığım şeyi yapıp kitaplara sarıldım çünkü bir süreliğine de olsa başka bir hayatın içine girmek, okumak, okumak ve okumak iyi geliyor bana. Ancak bu şekilde geçirebiliyorum zamanı yoksa kafamı duvarlara vurmam an meselesi haline gelebiliyor. Murathan Mungan'ı ne çok sevdiğim üzeirne sayfalarca yazsam gene de içim rahat etmez, yetiremem. Onun kitaplarında beni çok başka etkileyen hikayeler, hayatlar var, dilinde hiçbir zaman erişemeyeceğim mükemmelik ve duruluk var. Akıp gidiyor zaman ve sayfalar. İşte o hayatlardan biri kendi sıkıcı ve anlamsız hayatımken onun anlattığı hikayelerin birindeki anlamsız hayata sahip başka bir karakterin ağzından çıkan sözleri buraya yazmak istedim.
"Güzellik, başlı başına bir faşizmdi; dünyanın en adaletsiz dağıtılan şeylerinden biriydi. Bedenler arasına çekilen sosyal tel örgüler ve bunların birbirine haram edilmesinin çeşitleri üzerine düşünüyordum uzun uzun... Cinsiyet, milliyet, din ayrımından, güzel ya da çirkin olmaya, genç ya da yaşlı olmaya, sağlam ya da engelli olmaya varan birçok olasılıkla yeniden basküle çıkarıp tartıyordum insan gövdelerini zihnimin haritasında. Herkesçe görünür gövdelerin neredeyse sahiplerinden bağımsız görünmez hikayelerle dolu bir dünyası vardı. Onları her an her yerde görürdük, bakın bir kambur, bir obez, bir topal, bir hüsna, bir yaşlı, bir cüce; bedenlerin dünyası başlı başına zalim bir imparatorluktu. Bu imparatorluğun onca farklı çeşitten oluşan tebasına karşın, içlerinde yalnızca birkaç biçimine yaşam hakkı tanınıyordu."
Ben de düşünürüm ve içim acır bu konu üzerine, insanların bedenlere her şeymiş gibi davranmalarından ve o bedenlerin içinde olan bitenle ilgi kimsenin en ufak bir anlama çabasının olmamasından sıtkım sıyrılır. Etiketlerden, gruplamalardan, dışlamalardan. Üstelik kimse içine hapsolduğu bedeni seçmezken nasıl oluyor da insanlar bu kadar beden faşisti olabiliyorlar. Neden böyle oluyor, neden bazı kriterlein dışında kalan herkese kendilerinden nefret etmeleri gerektiği aşılanıyor, neden insanlar zalimce bedenlerinin kölesi olmaya zorlanıyor. Bilmiyorum, anlayamıyorum zaten. Hergün gördüğüm duyduğum onca şey beni hayattan biraz daha soğutuyor. Kendi hayatımdan sıkıldığım gibi dışarıda olan biten her şeyden de sıkılıyorum. İnsanlar arasında yaşamak istemiyorum bazen.
"Güzellik, başlı başına bir faşizmdi; dünyanın en adaletsiz dağıtılan şeylerinden biriydi. Bedenler arasına çekilen sosyal tel örgüler ve bunların birbirine haram edilmesinin çeşitleri üzerine düşünüyordum uzun uzun... Cinsiyet, milliyet, din ayrımından, güzel ya da çirkin olmaya, genç ya da yaşlı olmaya, sağlam ya da engelli olmaya varan birçok olasılıkla yeniden basküle çıkarıp tartıyordum insan gövdelerini zihnimin haritasında. Herkesçe görünür gövdelerin neredeyse sahiplerinden bağımsız görünmez hikayelerle dolu bir dünyası vardı. Onları her an her yerde görürdük, bakın bir kambur, bir obez, bir topal, bir hüsna, bir yaşlı, bir cüce; bedenlerin dünyası başlı başına zalim bir imparatorluktu. Bu imparatorluğun onca farklı çeşitten oluşan tebasına karşın, içlerinde yalnızca birkaç biçimine yaşam hakkı tanınıyordu."
Ben de düşünürüm ve içim acır bu konu üzerine, insanların bedenlere her şeymiş gibi davranmalarından ve o bedenlerin içinde olan bitenle ilgi kimsenin en ufak bir anlama çabasının olmamasından sıtkım sıyrılır. Etiketlerden, gruplamalardan, dışlamalardan. Üstelik kimse içine hapsolduğu bedeni seçmezken nasıl oluyor da insanlar bu kadar beden faşisti olabiliyorlar. Neden böyle oluyor, neden bazı kriterlein dışında kalan herkese kendilerinden nefret etmeleri gerektiği aşılanıyor, neden insanlar zalimce bedenlerinin kölesi olmaya zorlanıyor. Bilmiyorum, anlayamıyorum zaten. Hergün gördüğüm duyduğum onca şey beni hayattan biraz daha soğutuyor. Kendi hayatımdan sıkıldığım gibi dışarıda olan biten her şeyden de sıkılıyorum. İnsanlar arasında yaşamak istemiyorum bazen.
30 Nisan 2010
Örnek olarak kola ve tavan, şarkı olarak foxey lady var.
İçime dert olan bazı mevzular var, üzerine düşünmeye bile korkuyorum. Rahatsız olduğumu bilip olmuyormuş gibi yapıyorum, zamanla nasılsa geçer denilen şeyler bunlardan bazıları. Zamanla neyi kast ettiklerini bi anlasam; 50 yıl bir zaman dilimi 10 gün de öyle. Yani zamanın geçirici bir etkisi olduğuna inanıyorum ama buradaki "geçirici" kelimesini her türlü anlamıyla düşünmek serbest. Bazen biri bazen diğeri bazen ilginçtir ikisi birden. Galiba Ferzan Özpetek haklı bazı şeyler bizle kalıyor istemesek de. Öyle zamanmış mekanmış uzaymış suymuş lost adasıymış, olmayınca olmuyormuş. İşte tam da böyle zamanlarda düşüncelerimi duymamak için müziğin içinde kaybolmak istiyorum, mesela şarkıları dinlerken sadece gitarlara odaklanayım şarkı dinlemeyi tam konsantreli bir iş haline getireyim istiyorum. Size garip bir şey söyleyeyim mi ben oturup hiç jimi hendrix dinlemedim, çok ayıp sanki o yüzden bugün düşünce bulutlarından ayrılıp jimi hendrixle havamı bulayım ayaklarımı uzatarak tavana bakayım diyorum. İnsanlar bence birinci olarak kolanın farklı şişelerde farklı tatlar aldığını -mesela cam şişedeki kolanın tadı hoşken plastik şişedeki berbattır- ikinci olarak de tavana bakmanın gerek ve önemini fark edemiyorlar. Bunlar önemli ve geçerli şeyler. Ama işte cam şişede kola bulmak ayrı bir olay. Hayat önümüze plastik şişeleri koymuş, biz de cam yok diye plastik olanı alıyoruz halbuki birkaç kişi cam şişedeki kola için mücadele etse hiç olmadı 5 mahalle bakkalından ikisinde bulabilirdik. Ama bulamıyoruz eh amca madem kutu kola ver diyoruz. Demesek güzel olabilir sanki. Bu da içime dert olmuş mevzulardan biridir ki ben yılda iki kere falan kola içerim. Kola sevmem. Tavana bakmayı severim.
22 Nisan 2010
Buraya aklınıza gelen bir şarkı sözü koyun.
Ben blog yazma konusunda motivasyonumu kaybediyorum galiba, aklıma bir şeyler gelmiyor değil ama yazmaya o kadar çok üşeniyorum ki, aman boşver diyorum. Son günlerde mezuniyetimi sık sık düşünüyorum, hani amerikan filmlerinde "it's the end of the world as we know it" cümlesini ota boka söylüyorlar ya ben de mezun olacağımı düşündükçe "it's the end of the life as i know it" diyorum. Çünkü gerçekten bildiğim tek hayat öğrencilik, hayatım boyunca öğrenciydim, yıllar yıllar boyu. Bu duruma o kadar alışkınım ki bitiyor olmasını düşündükçe içim daralıyor. Ben hazır değilim ama kimse de hazır mısın diye sormuyor.
Supernatural'daki cennet tasvirine bayıldım. Yani insanın en güzel anılarını tekrar tekrar yaşadığı ve kendine ait bir dünya inşa edebildiği zamansız bir boyut fikri hoşuma gitti. Cennet diye bir şeye inanmasam da olsaydı eğer böyle olmasını isterdim. Ben eskiden cennet varsa insanın orada en mutlu olduğu yaşında en sevdiği insanlarla birlikte olduğunu, yaşarken hayal ettiği ama gerçekleşmeyen her şeyin gerçeğe döndüğü bir hayatı yaşacağını hayal ederdim. Bu da güzel bir cennet fikriydi. Ama ne yaparsın yok öyle bir şey.
İnsanlar garip canlılar, öyleler. Kurban'ın insanlar şarkısında çok da güzel anlattığı gibi biri bir şey derken diğeri susar, aynı olaylara iki ayrı uçta tepkiler verip kendileri dışında herkesi suçlayabilir, sorumluluk almaktan kaçınmak için sorumluluğu almanın gerektirdiği enerjiden fazlasını harcarlar, saldırır, uydurur, saçmalarlar. İşin garibi hiç de anlaşamazlar ki bence anlaşmak gibi bir gayretleri de yok öyle olduğunu iddia etmelerine rağmen. Sanıyorum ki insanların istedikleri tek şey haklı olmak, haklı çıkmak ve ben diyebilmek. Bazen çok sıkılıyorum hepsinden.
Supernatural'daki cennet tasvirine bayıldım. Yani insanın en güzel anılarını tekrar tekrar yaşadığı ve kendine ait bir dünya inşa edebildiği zamansız bir boyut fikri hoşuma gitti. Cennet diye bir şeye inanmasam da olsaydı eğer böyle olmasını isterdim. Ben eskiden cennet varsa insanın orada en mutlu olduğu yaşında en sevdiği insanlarla birlikte olduğunu, yaşarken hayal ettiği ama gerçekleşmeyen her şeyin gerçeğe döndüğü bir hayatı yaşacağını hayal ederdim. Bu da güzel bir cennet fikriydi. Ama ne yaparsın yok öyle bir şey.
İnsanlar garip canlılar, öyleler. Kurban'ın insanlar şarkısında çok da güzel anlattığı gibi biri bir şey derken diğeri susar, aynı olaylara iki ayrı uçta tepkiler verip kendileri dışında herkesi suçlayabilir, sorumluluk almaktan kaçınmak için sorumluluğu almanın gerektirdiği enerjiden fazlasını harcarlar, saldırır, uydurur, saçmalarlar. İşin garibi hiç de anlaşamazlar ki bence anlaşmak gibi bir gayretleri de yok öyle olduğunu iddia etmelerine rağmen. Sanıyorum ki insanların istedikleri tek şey haklı olmak, haklı çıkmak ve ben diyebilmek. Bazen çok sıkılıyorum hepsinden.
11 Nisan 2010
I'm not here, This isn't happening
Bazı günler beni bıraksalar saatlerce, sayfalarca yazabilirmişim gibi geliyor, beni bırakmıyorum. Her şeyi kafamın arka tarafında duran çöp sepetine atıyor kapağını kapatıyorum. İnatla yazmıyorum. Yazmaktan korkuyorum. O sayfalarca yazdığım şeyleri tek bir tuşla sileceğimi biliyorum. Gittikçe zorlaşıyor hayatta kalmak ve gittikçe zorlaşıyor ölmek. Büyümek diyor bazıları buna, ne biçim kelimedir büyümek. Her kelime gibi çok fazla tekrarlayınca anlamını yitiriyor ama sanki bu çok tekararlanmadan da anlamsız. Artık olan bitenle ilgili hiçbir fikrim yok, eskiden birkaç teori bulur, hiç olmadı 2-3 tespit yapardım, anlamaya çalışırdım. Nice zamandır o da terk etti beni. Gözlem bile yapacak gücüm yok, yorgunum. Belki kendimden fazlasıyla sıkıldığımdan belki de hayatla ilgili tüm tespitlerin aslında hep komik olduğunu fark ettiğimden kendimi de pek ciddiye alamaz oldum. Ne var ki bu durum nefes almamı kolaylaştırmıyor. Bir yandan sinirliyim bir şeylere neye olduğunu da bilmiyorum boş bir sinir, herkese, kimseye, her şeye. Amaçsız ve savruk hissediyorum. Doğru kelime savruk bence, evet evet öyle. Hem göreceli olarak fazla tekrarlara bağışıklığı olan bir kelime.
Neden sorusu yıllarımı çaldı benim, neden sorusuna sinirliyim, sonunda hiçbir neden bulamadığım için savrulmuş olmama da anlam veremiyorum. Gelecekle ilgili senaryolar yazmak en sevdiğim şeydir, siz bilmezsiniz. Artık senaryolara bile sinirliyim. Yaşamak değil onları çekmek ve bir filmin içinde dondurup tekrar tekrar ve tekrar izlemek istiyorum. Tüm bu sakin karmaşayı belgelemek, kendimi parmakla gösterip gülmek sonra da üzülmek istiyorum. Gerçek bir film hayata benzesin diye boşuna demiyorum. Hayat böyle insanı parmakla gösterip önce güldürür sonra da mal gibi reklamları izlerken ağlatır. Budur yani. Çok derin anlamlar falan yok. Şu hayatta inandığım hiçbir şey yokken ölümün net bir son olduğunu, ilahi adalet, karma, şans, amaç, kader, anlam kavramlarının aslında tıkırdayan teneke kadar anlamsız birer ses çıkardığını düşünürken her şey biraz daha zor -ironik bir şekilde- daha anlamsız. Buna rağmen özgür hissedemiyorum. Hiçbir düşünceye, kavrama sıkı sıkıya sarılamıyor, insanlara bile zar zor bağlanabiliyorum. Birçok konuda kendimi dayanak alıyor yine de insanları dinlemeye çalışıyorum ve görüyorum; oralarda hiçbir şey yok cam fanusun içindeyim sanki -orta okulda adı geçen sürtünmesiz ortamda gibi- dışarıdan teğet geçen insanları izlemekle geçecek bir zaman yanılgısı ömür dedikleri de. Belki.
kafamın içinde dönüp duran şarkı, bu sorunun cevabını birgün bulurum belki, aramaya devam edebilirsem.
Neden sorusu yıllarımı çaldı benim, neden sorusuna sinirliyim, sonunda hiçbir neden bulamadığım için savrulmuş olmama da anlam veremiyorum. Gelecekle ilgili senaryolar yazmak en sevdiğim şeydir, siz bilmezsiniz. Artık senaryolara bile sinirliyim. Yaşamak değil onları çekmek ve bir filmin içinde dondurup tekrar tekrar ve tekrar izlemek istiyorum. Tüm bu sakin karmaşayı belgelemek, kendimi parmakla gösterip gülmek sonra da üzülmek istiyorum. Gerçek bir film hayata benzesin diye boşuna demiyorum. Hayat böyle insanı parmakla gösterip önce güldürür sonra da mal gibi reklamları izlerken ağlatır. Budur yani. Çok derin anlamlar falan yok. Şu hayatta inandığım hiçbir şey yokken ölümün net bir son olduğunu, ilahi adalet, karma, şans, amaç, kader, anlam kavramlarının aslında tıkırdayan teneke kadar anlamsız birer ses çıkardığını düşünürken her şey biraz daha zor -ironik bir şekilde- daha anlamsız. Buna rağmen özgür hissedemiyorum. Hiçbir düşünceye, kavrama sıkı sıkıya sarılamıyor, insanlara bile zar zor bağlanabiliyorum. Birçok konuda kendimi dayanak alıyor yine de insanları dinlemeye çalışıyorum ve görüyorum; oralarda hiçbir şey yok cam fanusun içindeyim sanki -orta okulda adı geçen sürtünmesiz ortamda gibi- dışarıdan teğet geçen insanları izlemekle geçecek bir zaman yanılgısı ömür dedikleri de. Belki.
kafamın içinde dönüp duran şarkı, bu sorunun cevabını birgün bulurum belki, aramaya devam edebilirsem.
4 Nisan 2010
Plansız- Şimdili
Ferzan Özpetek'in son filmi Mine Vaganti'yi çok çok sevdim. Filmde bana dokunan ne olduğunu tam bilemediğim bir şeyler vardı, belki renklerden belki müziklerden belki de filmin son 10 dakikasından kaynaklanıyordu, ama çoğu insanın aksine ben filmden rahatlamış, hafiflemiş çıkmadım. Mideme bir şeyler oturdu. Tomasso karakterinin "bazı şeyleri bırakmayı bilmiyoruz, gerçekten önemli olan şeyler biz istemesek de bizimle kalır geri kalanlara böyle inatla tutunmanın ne anlamı var" temalı konuşması sanırım filmin en beğendiğim yeriydi. Çünkü bence de gerçekten önemli olan şeyleri unutmaya, bırakmaya çalışsak da onlar bizle kalırlar, diğer anlamsız şeylere hayatın anlamı gibi tutunmaksa zaman ve ömür kaybıdır, kendimize yaptığımız en büyük işkencelerdendir. Niye bilmiyorum bunu buraya yazmak istedim. Son zamanlarda yazmak isteyip de yazamadığım onca şey içinden bunu seçip yazabilmeme de sevindim. Gerçekten uzun bir süredir çok düşündüğüm halde düşündüklerimle ilgili yazacak enerjiyi bulamıyorum. Duygu kapılarını açtım ve içinden güzel şeyler çıkmıyor, belki yazınca gerçeğe dönüşecek her okuduğumda yüzüme çarpacak diye korktuğumdan oluyor bunlar. Neyse bu sefer de böyle geçip gitsin her duyguyu düşünceyi tekrar tekrar hatırlamama gerek yok, hem güzel gidiyor hayat son günlerde, çok eğleniyorum, yaşadığımı hissediyorum. Gelecekle ilgili planlara ara verdim, gelecek gelmeyebilir, şu an buralarda. Hayatım nereye gidecek? sorusundan hayatım gidiyor ve ben şu an bunun farkındayım cümlesine geçiş yaptım. İştir,paradır ve okul bitince yapılması gerektiği söylenilen her şey umrumda değil. Şu an dinlediğim şarkı, yediğim elma umrumda sadece. Bu kadar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)