13 Ekim 2010

Bir Film: Nowhere Boy

John Lennon 70 yaşını doldurdu geçen gün, ben de oturdum tüm günümü Beatles şarkıları dinleyerek geçirdim ve bu adamın bize bıraktıklarının ne kadar büyük ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Tek bir insanın dünyada böylesine değişim yaratabilmesini hep büyüleyici bulmuşumdur; insanlıkla ve kendimle ilgili az da olsa umut barındırmama sebep oluyor bu insanlar.. Sonra Lennon'ın doğumgünü şerefine aylardır izlenmeyi bekleyen Nowhere Boy'u izledim, meğerse filmin zamanı buymuş dedim kendi kendime, onca zaman bekletmenin güzel bir tarafı da olabiliyormuş. Öncelikle söylemem lazım filme bayıldım ve Beatles'ı ve John Lennon'ı seven herkesin derhal izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve buradan sonra spoilerlı mevzulara giriyorum.

Film Lennon'ın ergenliğini anlatıyor; çok kısaca böyle diyebiliriz. Tam bir ergen görüyoruz filmde sinirli, tavırlı, eğlenceli bir çocuk John ve ailesiyle okuluyla problemli. Aslında asıl olay ailesi, filmin bize gösterdiği John Lennon'ı annesi Julia ile ilişkisi ve bu ilişkinin onun hayatına ve müziğine etkisi. Julia John'u bırakıyor ve teyzesi Mimi ile büyüyor John ancak çok sonradan annesiyle karşılaşıyor, ardından derin-karmaşık aslında çok da anne-oğul ilişkisine benzemeyen bir nevi arkadaşlık bağı gibi bir şeyle bağlanıyorlar birbirlerine. O bağ sayesinde Lennon müziğe başlıyor ve belki filmdeki en heyecan verici yerlerden biri de John'un müzikle tanışması oluyor. Plak dükkanından rock'n roll plakları çalmaya çalışması mızıkasının melodileri, Elvis'e özenip ben rock'n roll grubu kuracağım diyerek çok spontan bir kararla ilk gitarını alması. Bu sahneler beni çok heyecanlandırdı, bir şekilde The Beatles'ın kuruluşunun ilk anlarına tanık olmuş gibi hissettim. Aynı heyecanı Paul McCartney'nin ilk göründüğü sahnede de yaşadım ve filmin sonuna kadar beatles kelimesinin geçeceği anı bekledim ama o an hiç gelmedi. Yine de söylenmese de filmin sonunda John yeni grubunu kurmuştu ve Paul ile birliktelerdi.

Julia karakteri hakkında ise söylenecek çok fazla şey var. John Lennon'ı bu insan yapan şey aslında çocukluğu, annesinin onu bırakması, babasının yokluğu ve Julia'nın müzikle içli dışlı olup oğluna bildiği her şeyi anlatması ya da belki sadece başlı başına bir ilham kaynağı olması. Böyle bir anne figürünün ve onun yokluğunun bir adamı şekillendirmesi hiç de şaşılacak şey değil ve ben, hayran olduğum insanların çocuklukları, travmaları, aileleri konusundaki genel merakımı göz önüne alınca çok da memnun oldum Lennon'ın geçmişinden, onun bir ikon olmasını sağlayan geri planından anlar izlemekten. Hikaye tamamiyle doğru mudur eksiği gediği var mıdır bilmiyorum ama film bitince Julia şarkısını açıp da bir dinlemek istiyor insan, öyle etkiliyor Julia işte -ki o şarkı da Julia için yazılmış ama yoko ono'dan da bahseden bir şarkıymış.- Şimdi düşününce Lennon'ın Julia gibi bir farklı ve baskın bir anne figüründen sonra diğer güçlü ve baskın bir kadın olan yoko ono'yu böyle çok sevmesi şaşırtıcı değil. Veya ben çok zorlama bir bağ kuruyorum şu anda. Her neyse filmde en sevdiğim söz şu aşağıdaki diyalogta geçen John'un bir Elvis olma hayaliyle yanıp tutuştuğu ve annesine dert yandığı sahnede annesinin verdiği cevaptı. Elvis olmadığı iyi olmuş gerçekten yoksa kim John Lennon olabilirdi.

John: why can't god make me Elvis?
Julia: cause he was saving you for John Lennon.

30 Eylül 2010

Seçenek

Her zaman iki seçenek olması garip değil mi? Neden hep iki şey arasında kalıp kafayı yer insan. Bazen de 4-5 farklı seçenek olsa da onlardan birini seçmek zorunda kalsak, sırf değişiklik olsun diye. Ama nedense olan hep ikinin laneti. Sanki hepimiz bir filmin son yarım saatinde yaşıyoruz da ana karakterin artan gerilimini anksiyete dolu bir fon müziğiyle tırnaklarımızı yiterek izliyoruz. Filmi hem izliyoruz hem de ana karakteri oynuyoruz; daha da gerilim dolu oluyor öylesi. Evet biliyorum iki seçenek arasında seçim yapma süreci çok dramatik, çok heyecanlı falan filan, yine de drama dediğimiz şey gerçek hayatta olmasa da bir şey kaybetmezdik gibi geliyor bana. Belki çok fazla dizi-film izlediğim içindir.

27 Eylül 2010

Loser.





Ha şunu bileydim. Bir de "what's wrong with me? uuu don't open that door." var.
Kapımız penceremiz kapalı chandler sen hiç merak etme.





fotoğraf şurdan

15 Eylül 2010

Kitap ayracı ve çağrışımları

Bugün can sıkıntısı neticesinde kendimi sokaklara attım, yediğim pizza midemi bozdu ama moralimi bozamadı, eve iki tane süper kitap ayracı alarak döndüm. Sonuçta dışarı çıkıp da bir şey almadan eve döndüğüm günler oldukça sınırlı, say desen tarihleriyle sayarım. Bu masraflı halime rağmen hala işsiz olduğumu da gururla söylemekten çekinmiyorum. Ama kitap ayracı dediğimiz şey ucuz bir şey yani, zaten benim burada bahsetmek istediğim onların fiyatı falan da değil ama giriş yapma konusundaki yetersizliğim neticesinde hiçbir zaman isteğim girişi yazamıyorum. Mazur görün a dostlar. Anlatmak istediğim bu ayraçların üzerinde yazan sözler ve bana çağrıştırdıkları. Zaten orada yazan şeyler hoşuma gitmese almamın bir anlamı olmazdı, kim ister kitabını her açtığında gıcık olduğu bir cümleyi görmeyi değil mi ama? Belki onu isteyen insanlar da vardır tabi ama o kişi ben değilim ve evet biri beni sustursun da gerçek konuya dönelim:

Birincisi Dostoyevski'nin bir sözü ve ben buna tamamen inanıyorum.

"Yeryüzünde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa tanrı yoktur."

Tanrı, dinler, anlam, amaçsızlık vesaire ile ilgili ilk sorgulamaları yaptığım zamanlarda -belki orta son belki lise bire falan denk geliyor- tanrının var olmadığını düşündüğümde aklıma gelen ilk fikir tam da buydu. Her şeyi anlayabilirdim ama dünyada bu kadar çok çocuğun sürekli acı çekiyor olmasına bir türlü anlam veremezdim. Bu durum her türlü dinin her türlü argümanıyla çelişiyordu. Bu dünya bir sınav yeriyse bu çocuklar daha hiçbir şey yapamadan ölüyor, ödüllendirilecek veya cezalandıracak hiçbir şey biriktirmemiş oluyorlardı. Zaten islama göre çocuklara günah yazılmıyordu, yaptıkalrı herhangi bir şeyden belli bir yaşa gelmeden sorumlu olmuyorlardı. İşin kötüsü bu çocuklar hiçbir şey de yapmıyorlardı, hep başka yetişkinler yüzünden acı çekiyor savaşlarda yaralanıyor dünyanın bir yerinde temiz su bulamadıkları için ölüyorlardı. Aileleri tarafında taciz edilip, dövülüyor hatta öldürülüyorlardı. İnsanların ölen çocuklarla ilgili savunduğu diğer argümansa tanrının onları direk cennete aldığı veya çocukların melek oldukları yönündeydi. O zaman bu nasıl bir tanrıydı ki bu çocuklara önce bu dünyada işkence ettirip sonra onları cennete alıyordu. O zaman direkt cennete alsındı. Buradaki acının amacı neydi, zaten yaşadıkları bir şeyden sorumlu tutulmayacaklardı. Bu çocuklar diğer insanlara bir şeyleri gösterebilmek için acı çekiyorduysa başka insanlara ders olsun hepimiz utanıp kendimize gelelim diye tanrı onlara böyle bir misyon yüklediyse bu gene çok acımasızdı. Niye onlar diğer bencil insanlara bir şey öğretmek için feda edilmeliydi. Nasıl bir tanrı anlayışıydı bu. Nasıl bir tanrı yapardı bunu.

Her türlü tartışmada ben dünyada bu kadar çocuğun acı çekiyor olmasından bahsedip "işte tamamen yapayalnızız buraya terk edilmişiz ve tanrı yok varsa da umrunda değiliz" dediğimde insanların bana verdikleri cevaplar bunlardı. Ve ben bu cevapların hepsinden nefret ettim çünkü onlar ne kadar buna inanmak isteseler de hepsi mantıksızdı. Hala mantıksız. Bunları ilk düşündüğümde belki ben de çocuktum ama o günden bu güne hiçbir şey değişmedi dünya hala aynı bombok yer, çocuklar her gün daha fazla acı çekiyor ve bem tamamen yalnız olduğumuza inanıyorum, buraya atılmış yapayalnız varlıklarız. Ve belki bir tanrı varsa bile o, dinlerin bize anlattığı tanrı değil; bizi seven, çocukları melek yapan veya günahlarımız için bizi cezalandıracak bi şey değil o. Bizi umursadığını, gördüğünü veya ilgilendiğini sanmıyorum ki ben varolduğunu da sanmıyorum ama varsa da eminim ki işi gücü bırakıp bizleri izlemiyor, hakkımızda notlar falan tutmuyor.

İkinci kitap ayracında yazansa Kafka'nın bir sözü;

Umut olmasına var,
sınırsız denecek kadar umut var,
ama bizim için değil.

Bu sözü ilk okuduğumda şöyle bir gülümsedim aklıma morrissey geldi. O da diyor ya hani :
love is natural and real
but not for you, my love
not tonight, my love
love is natural and real
but not for such as you and i.

İşte ben de aynen öyle dedim. Bu adamlar çözmüşler olayı. Aşk da umut da kavram olarak algılayabildiğim şeyler, var olduklarını da biliyorum ama benim için o kadar uzak o kadar garipler ki başka insanların hikayelerini dinlerken kendime yabancılaşıyorum. Onları anlayabiliyorum ama kendime yapıştıramıyor, bu kavramları somut olarak tutamıyorum elimde. Aşk ve umut benim için şey gibi; Fransızca'nın varolması gibi. Bir fransızca var, biliyorum, fransızcaya inanıyorum, insanlar konuşuyor duyuyorum ama ne söylediklerini bilmiyorum ve asla konuşamıyorum. Tabi ki benim konuşamıyor olmam onun var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. evet aynen böyle hissediyorum bu kavramlarla ilgili o yüzden de bu şarkıyı ne zaman dinlesem ve artık bu kitap ayracını ne zaman okusam gülümseyeceğim. En azından dünyada benim durumumda başka insanlar da var bileceğim. Not for such as you and i falan diyeceğim herhalde. Umut da sınırsız, sokaklar geçilmiyor umuttan, dolup taşıyor hatta ama not for such as you and i.

Not : bir de nolur bana "ama fransızca öğrenebilirsin, yapabilirsin bunu" demeyin.

Bir gün kitap ayracı kavramı üzerine de yazacağım. Bence çok önemli bir şey. Ve hak ettiği değeri görmüyor kitap ayracı, bu duruma üzülüyorum.

6 Eylül 2010

Rüyada Yaşasak Her Şey Daha Az Kötü Olurdu.

Çok garip bir rüya gördüm geçen gece. Şeftali şeklindeki basket topuyla voleybol oynuyorduk ama bunu Scrubs tayfasıyla yapıyorduk. O top kocaman koyu renkli bir şeftaliydi ve basketbol topu olduğu hakkında herkes hemfikirdi ancak yine de voleybol oynamak yapılacak en mantıklı şeymiş gibi bir halimiz, tavrımız vardı. Top kafama birkaç kez çarptı ama ben salak salak güldüm. Nedense mutluydum. Şeftali mi Scrubs ekibi mi yoksa voleybol mu beni mutlu ediyordu orasını bilemiyorum.

Bir de rüya demişken aklıma geldi inception'un beni mahvettiğini söylemiştim ya twitterda, bu mahvolma durumu halen devam ediyor. Çok garip, film gibi, konulu, oyunculu rüyalar görmeye devam ediyorum ve ilginçtir bu rüyaları çok acayip net hatırlıyorum. Ayrıca çeşitli zamanlarda başıma gelen "seri rüyalar" olayı ile de yeniden karşı karşıyayım. Her gece aynı kişiyi görüyorum rüyamda, istinasız her gece ve hep mutsuz olaylar gelişiyor. Çok gıcık olmaya başladım bakalım bu işin sonu nereye varacak. Ama size de öyle geliyor mu bilmiyorum, rüyalar mutsuz da olsa kötü olsa çok eğlenceli. Her şeyi bırakıp orada yaşamak isteğim geliyor bazı bazı. Herhalde insanlığın sahip olduğu en yararlı özellik rüya görebilme yetisi. Bir de tüm o süreç bu kadar gizemli, o kadar bilinmez ya, hani çok net açıklamalarımız yok ya, bu benim çok hoşuma gidiyor. Dünyada hala bilinmeyen, çözülemeyen bir şeylerin varlığı ve hepimizin bunun bir parçası olabilmemiz inanılmaz. Bilmem kaç milyar insan her gece rüya görüyor ve eminim ki kimse aynı anda aynı rüyayı görmüyor. Hatta hiçbir zaman kimse aynı rüyayı göremiyor. Herkesin kafasının içinde olan biten bambaşka ve bunu düşünürken tüylerim diken diken oluyor. (abarttım biraz, sakin ol) Parmak izi gibi bir şey rüya dediğimiz ama daha az yavan olan versiyonu. Aynı dünyaya bakıyor olsak da duvarlarımızın altında öyle farklı şeyler yaşanıyor ki ve bunları görme şeklimiz o kadar farklı ki. İmgeler, simgeler, renkler, senaryo ve oyuncular... Hepsi bize özel, tamamen özel.

Bu rüya sevgi patlamasının üzerine şimdi önce inception'u sonra da dünyanın en güzel 3. veya 4. filmi olan rüya bilmecesi'ni izleyip rüyalarımızı biraz daha zanginleştirsek. çok da güzel olur sanki

2 Eylül 2010

Bir Yabancı

Bugün Dost'ta bir çocukla karşılaştım, kulaklıklarla konuştuğumu ve Jeff Buckley cdlerini ön rafa koyduğumu gördü. O artık beni tanıyor bense ona aşık oldum. İnsanlar hayatları boyunca bir yabancının gelip her şeyi değiştirmesini umarlar ya keşke benim yabancım o olsaydı. Her şey filmlerdeki gibi değişseydi, bambaşka yolculuklar yapıp başka başka şeyler keşfetseydik kendimizle ilgili. Fonda indie şarkılar çalsaydı.

Sahi insanlar bir yabancının her şeyi değiştirmesini, sıkıcı hayatlarına bir anlam ve amaç katmasını beklerlerken neden hiçkimse yabancılarla konuşmaya istekli olmaz, neden onlardan öcü gibi korkup kaçarlar. Neden böyle yani. Madem bayılıyoruz o filmlere madem inanıyoruz yolda yürürken ya da bir kafede otururken hayatımızı değiştirecek kişinin üç adım ötede olduğuna o zaman niye herkesten nefret ediyormuş gibi bir havamız var. Ben neden konuşmuyorum, çekindiğim nedir. Şu içine edilmiş hayatımda daha kötü ne olabilir, bir insanla konuşmak beni daha fazla üzebilir mi? Bazen mantık çok çirkin bir şey.

bir de şu var ki işte ben de bunu diyorum:

"bir gün bir parkta otururken, biliyorum
bir el yağmurla dokunacak omuzuma
bir çift göz, bir davet, bir kalp
çoluğu çocuğu terk edeceğim... "

28 Ağustos 2010

Bear Grylls bir süper kahramandır.







Evet, öyledir. Ayrıca ben ölümsüz olduğunu da düşünüyorum ciddi ciddi. Ayrı bir şey tamamen, hastasıyız.

24 Ağustos 2010

Küçülmek

Hayatımla ilgili önemli bir karar vermek için yürüdüm Kızılay'da. Ne zaman canım sıkılsa, yalnız hissetsem, bir şeyler ters gitse, uykum gelse hatta Dost Kitabevi'ne girerim. Bugün de öyle yapıyorum. Kitaplara bakmak bile değil amacım sadece orada bir şeyler var, havası mıdır kokusu mu yoksa, bana güven veriyor, bir nevi ana rahmi. İçeri giriyorum, içerisi başka bir dünya, nefes alıyorum yavaş yavaş. Amerikan edebiyatı bölümünü geçiyor Murathan Mungan'ın kitaplarına bakıyorum, onlara dokunuyorum. Her zaman Murathan Mungan kitaplarına gider dokunurum, orada mutlaka durur ve kitaplara birgün hepinizi alacağım sözünü veririm. Bugün de aynısını yapıyorum. Sonra Türk edebiyatı'na uzaktan bakıp yürümeye devam ediyorum. Tam karşımda şiir bölümü duruyor, kulaklıkta transatlanticism çalıyor "i need you so much closer" diye sesleniyor bana derinden ama yalanım yok o sırada kimseyi yakınımda istemiyorum, kimsenin yanımda olmasına ihtiyacım yok, herkes uzak olsun mümkünse ,kendimden bile uzağa gitmek istiyorum ama neden bu şarkıyı dinliyorum orası muamma. Şarkı devam ediyor ve şiir bölümünde öylece duruyorum, elim birkaç kitaba uzanıyor, rastgele sayfalarını açıyorum okumuyorum sadece bakınıyorum. Sonra bir tane kitabı alıveriyorum elime. Kitabı sıkı sıkaya tutmuş hatta neredeyse ona sarılmış bir şekilde klasiklerin durduğu rafa doğru ilerlerken kararımı veriyorum. Kendimde bir istanbul görmediğimin farkındayım; sadece bunu güvenli alanımı terk etmeye korktuğum için mi yoksa gerçekten istemediğim için mi gördüğümün ayrımını yapmam gerekiyor, yapıyorum. Hepimizin korkuları var ve hepimiz biraz da olsa, tanıdıklığın sıcaklığına ihtiyaç duyan varlıklarız. Belki herkes değil ama ben öyleyim, tanıdık bir kitapçı bile beni sakinleştirmeye yetiyor, belli ki öyleyim. Yeniliklerden korktuğumdan da değil üstelik bunu da biliyorum, yenilikleri seviyorum ama beni mutlu edecek ve etmeyecek yenilikleri ayırt etmeyi öğrenmem gerektiğini anlıyorum. Bir anda karar veren bir insan olmadığımı düşünürdüm eskiden hep şimdiyse kararlarımı on dakikada alabiliyorum. Büyüyorum galiba diye geçiyor içimden ama sonra büyümenin kararları düşünerek- tartarak almak olduğunu söyleyen annem geliyor aklıma , o zaman küçülüyorum ben galiba diyorum. Bildiğin küçülüyorum daha doğaçlama yaşıyorum, daha umursamaz gitgide daha umursamaz. evet evet bende bir ankara var, nemli memleketlerde yaşayamam ki ben hem, kuru hava lazım bana kış ve soğuk, o herkesin sevmediği gri'ye ihtiyacım var, bunları hep biliyorum daha iyi görüyorum. Kararım açık, o kitabı alıp evime geliyorum.

23 Ağustos 2010

İsyan

Sabahın köründe nevrim döndü, çok beklenmedik bir kararla kalktım yataktan. Cidden sabahın körü ama. Stres dediğimiz bok hayatta en sevmediğim şey,uyutmuyor insanı. Evet ne uyku kaldı ne iştah, vampir gibiyim lan hatta o kadar bile değilim en azından onlar arada sırada çeşitli şekillerde kan bulup içiyorlar, mutlu oluyorlar. Ben uyumuyorum, günde bir öğün yersem yiyorum ve hayatta kalmaya çalışıyorum. Başlıycam böyle işten, başvuru formuna kompozisyon sorusu ekleyen üniversitlerden, mülakat listesini açıklamayan gerizekalı üniversitelerden ve genel olarak tüm üniversitelerden bıktım. Kendimi niye bu kadar kastığımı da anlamadım zaten; ben bu düzenin içine girsem de başarılı olamayacağım yani tüm bunlar o kadar sıkıcı o kadar uğraştırıcı ki nedir derdim benim yaa. Birazdan başka bir ani kararla her şeyi bırakacağım o olacak. Üstüne bir de hasta oldum, burnum akıyor 3 dakikada bir hapsuruyorum. Yeterince derdim yok, bu hafta içi istanbula gidip dönmen gerekmiyor zaten, orada kalacak yerim olmaması da sorun değil zaten, sonra döner dönmez sıçtığımın bilim sınavına çalışacak olmam da hiiiç önemli değil o yüzden hasta oluvereyim dedim, hayat bu kadar kolay olmasın birazcık daha zorlaşsın istedim. Dünyanın en mutlu ve şanslı insanı benim, valla ha. Tek bunlar da değil canımı sıkan ya diğer meseleye girsem çıkamam. Orada bambaşka şeyler dönüyor Serhat ya. Ben hep kendimi mal sanıyordum ama benden daha malları da varmış. Ne yaptıkları, söyledikleri belli olmayan bir de karşıdakini gerizkalı zanneden insanlar beni benden alıyor. Yani ağzımı bozduracaklar en sonunda. Sanki bir davranışı yaptıklarında bunun altında yatan niyeti ben göremiyorum ve hemen kanıveriyorum de mi. Çok kurnazsınız siz ben de saftorik bir zavallı. Bir de üzülüyorum mal mal sanki çok umrunda.

Şu hafta geçsin artık, nolur bitsin de nefess alayım. Hoş ne diyorum ki ben, bundan sonraki hafta bundan daha beter. Hiç bitmiyor, yemin ediyorum sanki bir yıldır sürekli bir şeyler için uğraşıyorum ama elimde hiçbir şey yok. Param yok, herhangi bir başarım yok, yapmayı çok iyi bildiğim başka bir şey yok. İnsanlarla istediğim gibi anlaşamıyorum, insanlar yoruyor beni. Sonra bir de Dexter'ın finaline lanet olsun, allah kahretsin ne biçim şeydir, üzülecek gerçek şeyler yetmiyor bir de durup durup dexter'ı düşünüyorum, üzülüyorum. 2-3 gündür her boş kaldığım anda dexter'a üzülüyorum. Olmaz olsun böyle şey, zamanlama ne çirkin şey. Sevdiğim dizi bile üstüme üstüme geliyor. Şu kadar sinirin stresin içinde olacak iş değil.

17 Ağustos 2010

Perde

Koltuğa ölü gibi uzanmış kafamı kaldırmadan perdenin rüzgarda aldığı şekilleri izliyorum. Sabahın 7sinden beri hiç durmadan müzik dinliyorum, kulağımda duruyor öylece; aslında dinlemiyorum bile ama o kulaklığın orada durmasına öyle çok ihtiyacım var ki buna bir mantık bulamıyorum. Perde rüzgarda ağır çekimde koşan bir insanmış gibi hareket ederken kendimle ilgili bir şeyler düşünüyorum. O an için dünyanın en sevilmez ve istenmez insanı olduğumu hayal ediyorum, kanepede yaşayan bir bitkiyim ben. Hatırlanmaya değer anıları unutmuş, sevdiği insanlar hakkındaki detayların beyninden uçup gitmesine engel olamamış, ağlayan ve göz yaşlarını silmeye üşenen bir zararlıyım ben. Ölsem ya diyorum burada, böylece mezara koyarlar beni, zaten yaşamıyorum. Kulağımdaki müziği duymaya bu yüzden ihtiyacım var belki de; yaşadığımı hatırlatsın bana diye. O olmasa sessizlikte boş gözlerle perdeye bakan bir salak olacaktım şimdiyse müzik dinlerken perdeye bakan bir salağım. Çok ince bir ayrıntı değil mi. Belli ki önemli ama, beni yaşar kılıyor. Ağlıyorum ama neden, üzgünüm yüksek dozda ama neden? Bunları düşünmeye bile üşeniyorum, perdenin aldığı şekiller şu anda tüm hayatım, başka hiçbir şey yok. Şimdi burnum aksa annemin minderlerine, bana neler söyler acaba diye geçiyor içimden bir anda. Bu pislik halimle nasıl yaşadığımı soracak bana, ben de "aynen anne" diyeceğim nasıl yaşıyorum ben. Salinger'ın kitaplarındaki karakterlere hiç benzemiyorum, salinger bu halimi görse bana gıcık olurdu diye düşünüyorum, bana gıcık olmasını hiç istemiyorum. Belki de bir tür franny'imdir diyorum ama olmadığımı çok iyi biliyorum. Neden olamıyorum. Rüzgar hiç bitmiyor, bu perde yüzünden sonsuza kadar burada kalacağım, yatar şekilde taşlaşacağım. Sonra belki insanlar hikayeler anlatacak hakkımda, taşlaşmamı çok romantik nedenlere bağlayacaklar, dilden dile dolaşacak ve efsane haline gelecek perdeleri izlerken taşlaşan kız. Ama kimse o anda aslında efsanevi bir şeyin yaşanmadığını bilemeyecek, sadece durmayan bir rüzgar, ağır çekimde hareket eden bir perde ve sümüğü yastıklara akan bir yararsızdan başka bir şey olmadığını bir ben bileceğim, ne yazıktır ki kimseye anlatamayacağım.