24 Temmuz 2012

Bir Doctor Who Yazısı

Bu sıralar hayatımı tamamen işgal eden bir şey var; Doctor Who. Günüm, gecem Doctor Who izleyerek, izlemediğim zamanlarda da onun hakkında düşünerek geçiyor. O yüzden bir Doctor Who yazısı yazmayı kendime borç bilirim. Çünkü bu dizi gerçekten hayatımın büyük bir parçası haline geldi ve bence bir dizinin insanın hayatında bu kadar büyük yer edinebilmesi o dizinin inanılmaz derecede başarılı olduğunun göstergesidir. İzlediğim çok fazla dizi var -bu bir gerçek- ama Doctor Who bunların arasından çok rahatlıkla sıyrılıyor, tam bir gönüllerin birincisi durumu. Plaketler yaptırıp tüm kadroya dağıtasım, dünyanın çeşitli şehirlerine her biri için özel heykeller yaptırasım var. O aşamaya geldim bu sıralar, Fangirl moduna bağladım gidiyorum. Halimden de çok memnunum. Bir de uzun bir Doctor Who yazısı yardırayım da fangirlüğüm tam olsun. Hadi bakalım.
 -Yazı bir miktar spoiler içermektedir ama öyle okursam yanarım biterim tarzı şeyler yoktur, haberiniz ola! Okuyun bence, nolcak canım-

Neden Doctor Who?
Genel olarak dizi izlemeyi çok sevme nedenlerimden biri, dizilerin belli bir hikayeyi uzun süreler boyunca takip edebilmeye olanak sağlaması. Yıllarca bazı karakterlerin hikayeleri durmadan, birçok farklı yönüyle anlatılıyor. Tüm bu süre içinde hikayelerin büyüsü hep benimle kalabiliyor. Ben de hikayenin devamını görebilmek iç.in yaşamak istiyorum ya da hikayenin devamını kendim hayal ediyorum. En önemlisi hikaye kahramanlarıyla arkadaş oluyorum, onlara aşık oluyorum, yani temelde onları seviyorum. Onları sevmek kolay, insan sadece izleyici olduğu hikayelerle daha rahat anlaşıyor pek tabii ki. Doctor Who'da anlatılan hikaye de insanı gerçekten büyüleyen, başka bir dünyada, başka bir zamanda yaşıyormuş hissi veren, izlendiği anda "aslında her şey mümkün" diye gaza getiren bir dizi. İçinde zaman yolculuğu olan her şeyi manyakça sevme eğilimim de işin içine girince benim zaten Doctor Who'yu sevmemem garip olurdu. Üstelik bu doktor sadece zamanda değil uzayda da seyahat edebiliyor. Milyarlarca ışık yılı uzaktaki gezegenleri, oradaki yaşamları da gösteriyor. Tüm bu zaman-uzay seyahati mükemmelliğinin yanında bir doktor karakteri var ki o karakter hakkında sayfalarca yazsam yine de az gelir. Dizinin 1963 yılından beri devam ediyor oluşunu tek açıklaması da The Doctor karakteri zaten. Sürekli değişen, dönüşen bir adam Doktor. O yüzden insanlar aslından bir karakterin hikayesini izlerken bir sürü adamın hikayesini izlemiş oluyorlar. Doktor değişiyor, her değişimininde fiziksel özelliklerini değiştirdiği gibi kişiliğinin bazı boyutlarını da değiştiriyor ama aynı kalan özellikleri de var. İşte dizinin büyüsü tam bu noktada insanları esir etmeye başlıyor. Yalnız bir adamın, daha doğrusu bir time lord'un yalnız hikayesi çerçevesinde bu bitmeyen öykü, doktorlar değiştikçe çeşitleniyor. Her bir doktor aynı yalnızlığın, aynı bilgeliğin aynı gücün farklı bir versiyonunu gösteriyor. Aynı hikayenin birçok farklı karakter üzerinden anlatılması gibi bir şey. Ve ben buna mükemmellik diyorum işte.

Last of the Time Lords- A Mad Man With a Box- Time Lord Victorious- The Oncoming Storm
Doktor karakteri benim izlediğim onlarca dizi içerisinde en hayran olduğum erkek karakterler top 5ine üst sıralardan girer. Belki ilk sırada bile olabilir (Sherlockla bir çekişme içinde de diyebiliriz birinci sıra için). Her ne kadar ilk 8 doktoru baştan sona izlememiş olsam da onlarla ilgili okuduklarımdan ve birtakım youtube videolarından edindiğim izlenim aslında 11 doktorun da çok temel ve benzer özellikleri olduğu. Öncelikle doktor çok zeki bir adam. Bir dahi, dizide söyledikleri gibi bir science geek. Çok geveze, çok hızlı konuşuyor ve saniyede üç cümle ile tüm zaman ve mekanlardaki yaratıklara laf sokabiliyor. Kendine has bir şapşallığı var ama aynı zamanda inanılmaz korkutucu bir havası da var. Bazen öyle bir bakıyor ki tüm evren resmen önünde diz çöküyor, bazen de yavru bir sokak köpeği gibi korunmaya muhtaç, evsiz yurtsuz, yalnız. Bazen tüm evrenin en şapşal, en sakar varlığı. Kaybedecek çok bir şeyi yok ama kaybedebileceği şeyleri de vücudunun son molekülünün bile yok olması pahasına koruyor. Hiçbir şeyden korkmuyor.

Hatta onun ne kadar korkusuz olduğunu en güzel anlatan diyaloglardan biri ise şu;
Çocuk: Daha önce hiç canavarlarla karşılaştın mı?
Doktor: Evet
Çocuk: Peki onlardan korktun mu?
Doktor: Onlar benden korktu.


Dizide birçok kez doktoru tanımlamaya yönelik ifadeler kullanıldı. Hem doktorun kendisi hem de onunla en az bir kere karşılaşmış herkes tarafından. 10. doktor sürekli ne kadar zeki oduğunu I'm Brilliant diye belirtirken 11. Doktor, daha geldiği ilk bölümde I'm a mad man with a box der kendisiyle ilgili. Doktorun kendi gücünün sınırsızlığını görüp, dark side'a geçmeye en çok yaklaştığı anda söylediği cümle ise I am the Time Lord Victorious'dur.  Ancak dizi boyunca doktoru en güzel anlatan sahnelerden biri kesinlikle dünyanın en şirin İngiliz çocuğunun ağzından dinlediğimiz Doktor tasviri. 10. doktor için şöyle diyor kendisi;

Because I've seen him. And he's like fire and ice and rage. He's like the night and the storm and the heart of the sun. He's ancient and forever. He burns at the center of time and he can see the turn of the Universe... And he's wonderful"

Tam olarak doktor bu. İçinde kontrolsüz, bitmek tükenmez bir güç var. Zaman lordları ırkın son temsilcisi, 900 yaşından daha büyük ve yaşamı boyunca sevdiği birçok şeyin ölümünü, yitişini izlemiş, yalnız bir adam. O yüzden yapabileceklerinin sınırı yok, hiç durmayan beyni yüzünden aklının da sınırları yok ve sınırsızlık bazen onu delirtiyor ve bazen onu durduracak biri gerekiyor. O biri de genelde doktorun bir şekilde bulduğu ya da yollarının kesişmesinin kaçınılmaz olduğu yoldaşları. Seyahat arkadaşları.

Seyahat Arkadaşları- Companions
Benim dizideki favori olaylarımdan biri Doktor'un yol arkadaşları yani dizideki ifadesiyle companion'ları. Onlarla çok rahat bir şekilde özdeşim kurabiliyorum. Ya da belki özdeşim kurmak istediğim şey onların doktorla birlikte yaşadıkları hayat. Yani aslında onların yerinde olmak istiyorum. Tutunamayan insanlar genelde doktorun seçtiği ya da yolu doktorla kesişen kişiler. Hayatlarında bir sıkışmışlık var, kaçmak istiyorlar ve doktor onları tabiri caizse; kaçırıyor. Birçoğumuz ölmeden önce dünyayı görmek istediğini en az bir kez söylemiştir hayatı boyunca, işte doktor insanlara sadece dünyayı değil tüm evreni, zamanı ve uzayı da göstermeyi vaadediyor. Kim hayır diyebilir ki buna. Ben demezdim şahsen. Doktor olmak istemezdim ama onunla seyahat eden bir turist olmak isterdim. Bazen gerçekten doktor gibi bir şeyin gelip beni de sıkıştığım yerden kurtarmasını, bana zamanı, uzayı, evreni göstermesini hayal ediyorum. Doctor Who'yu güzel yapan şey zaten birçok insana bu hayali kurdurmayı başarması. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını sıkıcı mantığım biliyor ama en azından dizi süresi boyunca kendimden çok daha büyük bir evreni görmek, ya da sadece doktor gibi bir adamla seyahat etmek düşüncesi beni çok mutlu ediyor. Oturup bir kurtarıcıyı beklemek belki çok çaresizce ve aşağılayıcı bir şey ama bazen insan biraz nefes almak istiyor. Bana nefes aldıran şeyler de gerçekliği unutmamı sağlayan şeyler. Sıkıcı beynimden beni uzaklaştıranlar. Doctor Who mesela. Dizinin kendisi benim TARDIS'im. Birçok doctor who hayranı için de öyle olduğunu düşünüyorum. İçi dışından daha büyük ve sadece bir dizi olmanın çok daha ötesinde. My very own private time machine. O yüzden kendimi başka bir hayal seviyesinde doktor'un yol arkadaşı gibi hissedebiliyorum. Diziyi izlemek benim için bir yolculuğa çıkmak anlamına geliyor. Bir gün uyanacağım ve bahçede tardisiyle doktor beni bekliyor olacak gibi hayaller kurabiliyorum, bu yaşımda. Öyle bir adamın var olduğuna dünyayı ve başka gezegenleri bizim haberimiz olmadan koruduğuna falan inanmak istiyorum safça. Bunun mümkün olmadığını elbet biliyorum ama 45 dakika boyunca sanki mümkünmüş gibi hissedebiliyorum. O da az bir şey değil. Dizideki yol arkadaşlarının hissettiğini ben izlerken hissediyorum. O adama hayran olup zamanı ve evreni görmenin heyecanını yaşıyorum. Gerçekten böyle bir şeye şahit olsam, hayatımda bir kere bile bir zaman makinasıyla geçmişe gitsem hayatım tamamen değişirdi ki companionların her günü zaman yolculuğu, her gün yeni türden yaratıklarla, koşmayla, macerayla geçiyor. En basit şekliyle benim için güzel bir hayat bu. En azından farklı bir hayat. Özlem duyduğum bir şey. Fark ettiğiniz üzere yol arkadaşları kısmında çok romantikleştim. Hemen Doctor Who'nun düşmanlarına ve yaratıklarına geçeyim de yavan romantikliğim üzerimden aksın.

Düşmanlar- Yaratıklar
Doctor Who'nun düşmanları diyince herkesin aklına ilk sırada tabii ki Dalekler gelir. Dalekler benim için de yaratık listesinin bir numarasındalar ve ben gerçekten bayılıyorum Daleklere,  ayy canım ne şirinlerrr, yirim gibi bir sevgi değil tabii zira şirinlikle pek bi alakaları yok. Ben dalekleri doctor who'da görmeyi seviyorum. Onların olduğu bölümler çok heyecanlı oluyor, çok komik ve absürt de oluyor. Dalekler ve doktor ayrılamaz, ayrılmamalı. Gerçi son iki sezondur neredeyse hiç Dalek görmediğimizi düşününce şu an içimi bir hüzün kapladı. Onların mekanik exterminate-exterminate seslerini duymayı özledik. Doktorun hepsini teker teker göt etmesini özledik.Ne zaman daleklerle ilgili bölümler artsa finalde çok heyecanlı şeyler göreceğiz diye gaza gelmeyi özledik. Her şeyden önce Doctor Who için bir ikon Dalekler. Bir efsane, tuvalet pompasından bozma garip kollarıyla absürtlüğün sınırlarında dolaşan yaratıklar onlar. Kendilerini evrendeki diğer tüm yaratıklardan üstün görüyor ve aşağıda kalan tüm yaratıkların yok edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Time lordlar da ebedi düşmanları. Büyük zaman savaşında birbirlerinin soylarını kırmışlar, yani en azından dizide ilk bahsedilen durum buydu. Ancak zaman ilerledikçe hem daleklerin hem de time lordların aslında bitmediğini görüyoruz, hepsinden son kalan bir tane olduğunu düşünürken zırt pırt ordan burdan çıkıyorlar.
Dizideki birçok şey gibi kötü adamlarda da bazı sembolik durumlar olduğu bence çok açık. Diziyi izlemeye başladığım ilk zamanlardan beri daleklerin nazileri simgelediğini düşünüyorum ben. Üstün ırk söylemi ve tamamen yok edici olma gibi özelliklerle tanımlamış ingiliz yazarlar dalekleri. Doktor da aslında ingiliz falan olmadığı halde her zaman İngiltere'nin kurtarıcısıdır, çok sever Büyük Britanya topraklarını. Londara'yı kim bilir kaç kere yok olmaktan kurtarmıştır. -kurtarsın zaten,ben görmeden londra'ya hiçbir şey olamaz!- Doktor'un daleklere karşı büyük zaferleri sembolik olarak ingilizlerin nazileri tekrar tekrar def etmesi anlamını da taşıyor. Dizide yer yer gözümüze çarpan ingiliz milliyetçisi söylemlerden ve geçmişe gidilen bölümlerde birçok kez ikinci dünya savaşıyla ilgili hikayeler anlatmayı tercih etmelerinden de yola çıkarak bu çıkarımı yapmak iyice kolaylaşıyor. Gerçekten 2. dünya savaşı ile ilgili birçok şey var dizide, birkaç bölümde Churchill var mesela, bir bölümde geçmişe gidip hitler'i öldürmeye karar verdikleri bile oluyor. O dönemin zor şartları fonunda doktor herkesi bir kez daha kurtarıyor, ingilizler savaşı tekrar tekrar kazanıyor. İlk sezon doktor mesela 1941 hava saldırısı altındaki londra'ya bakıyor ve "2. dünya savaşında almanya domino taşları gibi tüm avrupayı yerle bir ediyordu sonra bir nemli ada çıktı ve burası olmaz dedi, işte bu beni çok etkiliyor" gibi bir konuşma yapıyor mesela. Ki o bölüm çok gerilimli olmasının yanında İngiliz miliyetçiliğinin tavan yaptığı bölüm olarak aklımda yer etmiştir. Rose Tyler'ın tüm bölüm boyunca ingiltere bayrağı giymesi de zaten işin en aleni boyutuydu. Gerçi ben bu durumdan rahatsız değilim, adamların ülkesi ve dizisi istedikleri kadar kendilerini övebilir, gaza getirebilirler. Bir de tabii dünya çapında en çok izlenen dizileri bu, İngiltere propagandası yapmak için daha güzel bir yol düşünemiyorum. Belki başka bir ülke olsa rahatsız da olabilirdim ama yapacak bir şey yok İngiltere'ye aşığım, ne yapsalar kolay kolay gıcık olamıyorum. sbt.

Doctor Who'daki diğer yaratıklara baktığımda ise dizide beni gerçekten korkutmayı başarabilmiş tek şeyin ağlayan melekler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ağlayan meleklerin olduğu her bölüm gerilimi hissediyorum. Dizideki kahramanlar gözlerini kırpamazken ben de onlarla birlikte gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. Bu zamana kadar hiç başaramadım gözlerimi kırpmamayı, doctor who dünyasında yaşasam başıma fena şeyler gelecekti demek ki. Fena şeylere de razıyım keşke o dünyada yaşasaydım. Rüyalarımda sürekli doktorla maceralara atıldığımı görüyorum bu sıralar. Acayip de mutlu uyanıyorum ki o rüyalardan. Gerçekten içinde yaşamak istediğim farklı dünya seçenekleri olsaydı ilk sıraya doktorun dünyasını koyardım. İnsanın bir tardis'i oldu mu sırtı yere gelmez zaten. Tardis benim olmasa da mühim değil yanında bir doktorla geldiği sürece. Bir de meşhur Cybermanler var. İnsanlardan makinelere dönüşen ve duyguları tamamen yok edilmiş, acı çekmeyen varlıklar bunlar. Tek amaçları tüm insanları "silmek" Onlardan daha üst, acı ve duygu hissetmeyen hepsi birbirinin aynı cybermanler yaratmak. Dizinin güzel sembolik hareketlerinden biri daha. Acı çekmenin, duyguların farklılıkların temelde o kadar da kötü olmadığını, sonsuza kadar yaşama ihtimalinin bile bu şartlar altında hiçbir şey ifade etmediğini-etmeyeceğini güzelcene anlatmış caaanım doctor who senaristleri. cybermanlerin ilginçliği de aslında özlerinde bir kötülük olmaması, kötülük olsun diye yapmıyorlar yaptıklarını. programlandıkları şey insanları yok etmek ve onları acı çekmeyen daha güçlü bir yaşam formuna çevirmek. dalekler gibi öldürmek, yıkmak gibi düşünceleri yok. zaten pek bi düşünceleri yok. Altta yatan bir felsefesi olan kötü adamlar değiller, böyle olmalarının hepimizi derinden etkileyen bir nedeni yok. Bir joker değiller yani. Dizide o tarz bir kötü adam da var aslında. The Master. Klasik kötü adam portresi, gerçekten kötü, korkunç bir adam ve davranış şeklini geçmişiyle bağdaştırıyor tüm bu tarz kötü adamlar gibi karizmatik kötü adamımız the master. Ben genel olarak kötü adam sever biriyim o yüzden Master'a da bayılıyorum tabii. Kötü adamlarda ama bu tarz manyak, garip, geçmişiyle münakaşa içinde, acı çekmiş kötü adamlarda beni etkileyen bir şey var. Süper kahraman hikayelerinde süper kahramanlarında da çocukluklarıyla, geçmişleriyle aileleriyle ilgili problemleri hep vardır ama onlar kendilerine bahşedilen yeteneklerini insanlığın iyiliği yönünde kullanmak isterler, bir de benzer bir geçmişe sahip bazı insanlar vardır onlarsa kötüdürler, bireysel bir intikamı tüm insanlıktan almaya çalışmaları beni her zaman derin düşüncelere sevk eder. Anlamıyor da değilim gerçi, intikam neticede büyük bir duygu genelle genelleyebildiğin kadar. Gerçek hayatta tasvip etmiyoruz tabii ama kurgu dünyasında olmasalar bence büyük eksikliklerini hissederiz, bu tarz kötü karakterlerin yokluğunda çoğu dizinin-filmin de tadı tuzu olmaz. Kötü karakter rules! Doctor Who'da milyonlarca kötü karakter-düşman-canavar vesaire var, hepsinden tek tek bahsedemem sanırım bu yazı sınırları içinde ama büyük çoğunluğu ile barışığım. Sadece tüm dizi boyunca saçma dediğim tek bir canavar vardı o da Agatha Christieli bölümdeki dev arı. Uçan bebek yağlar bile bana normal gelirken o dev arı bana çok alakasız geldi. Bu diziyi kesinlikle mantıksal sınırlar içinde düşündüğümden değil çok daha akla hayale sığmayacak şeyler var ve hepsi dizi bağlamında çok normal geliyor bana o dev arı olmamış. Doctor Who ile ilgili hoşuma gitmeyen 2-3 şeyden biri de budur herhalde.

Tardis, 50. Yıl ve Birtakım Saçmalamalar
Evet son olarak bir kez daha TARDIS'e ne kadar aşık olduğumu söylemek isterim. Gerçekten bir gün bir dövme yaptıracak olsam birkaç seçeneğimden biri de mini mini mavi bir tardis olurduı. -Şöyle bileğimin içinde ne kadar da güzel olurdu, napsam niyeti bozsam mı.- Öyle manyakça seviyorum. Deli seviyorum. Benim için çok sembolik anlamları var. En sevdiğim doktor, -benim doktorum- 10. doktor. David Tennant'ın mükemmel bir oyuncu olduğunu ve onun çizdiği doktor portresinin karakterin en başarılı yorumu olduğunu düşünüyorum (eski doktorları baştan sona izlemediğim için izledikçe fikrim değişebilir elbet, birçok kişi gibi 4. doktor'a da aşık olabilirim, belli olmaz.). En sevdiğim companion ise donna noble sanırım, gerçi amy pond'u da çok seviyorum, belki berabere diyebiliriz. 3. ve 5. sezon favorilerim, bu sezonlardaki her bölümü 2şer 3er kez izledim. Dizinin sadece Mart'tan beri hayatımda olduğu düşünülürse çok iyi bir performans. 2013 dizinin 50. yılı ve 2013'ü iple çekiyorum, çok acayip şeyler yapacaklarına inanmak istiyorum. Belki David Tennant da gelir, eskilerden captain jack harkness'ı görsek de fena olmaz mesela. Neyse gelecekteki sezonlar şöyle bir yerde dursun, ben asıl keşke orjinal seriye sahip olsam 1963'ten itibaren hepsini izlesem istiyorum. Şu sıralar en çok istediğim şeylerden biri bu. Keşke birileri bana tüm serinin dvdlerini hediye etse, valla anında en sevdiğim insan mertebesine yükseltirim. Eğer bana dvdleri hedie etmek isteyen varsa şimdiden kendisine burdan canım ya sen dünyanın en mükemmel insanısın diyorum. Ama şansımı fazla zorlamayayım, hediye dilenciliğini çok sevsem de kısmen ayıp bir şey heheh. Kimse hediye etmeyecekse de yavaş yavaş torrentten icabına bakarım artık napayım. Doctor Who'nun 50. yılından önce tüm sezonları izlemiş olurum umarım. Kendime koyduğum hedeflerden biri bu olsun. Bir de başarabilirsem, ayrıca bu yıl içinde Cardiff'teki Doctor Who Experience'ı ziyaret etmek hedefindeyim. Çok imkansız görünmüyor şu anki şartlara bakılırsa. Ha gitmişken bir de Matt Smith ile tanışırım belki, hıımm o da pek güzel olur, ya da ben yeni yılın başında gideyim de Sherlock çekilirken hem Benedict ile tanışayım hem Matt ile. Anında da ilk isimleriyle seslenirim, nasılsa gelecekte arkadaş olacağız. Evet gülmeyin , bunlar da benim içimde yaşayan ergenin hayalleri, kızmayalım ve içimizdeki ergenleri dışlamayalım. 


Ciddi başlayıp cıvıtarak bitirdiğim yazının sonunda, -buraya kadar okuyan varsa onlara da saygılar- demek isterim ki Doctor Who'yu sevin, izlemediyseniz hemen izleyin, izleyip seviyorsanız gelin dizi üzerine muhabbet edelim, kanka olalım, birbirimize Doctor Who şakaları yapalım, zaman yolculuğu üzerine uzun uzun konuşalım karşılıklı Dalek taklidi falan da yapabiliriz, olur yani. Gerçekten hayatımda Doctor Who muhabbeti yapacağım insan eksikliği hissediyorum zira üzerine sürekli konuşmak istediğim nadir şeylerden biri de bu dizi. Zaten bu kadar uzun yazmamdan da anlamışsınızdır. İzleyin. Ben de izlemeye devam edeyim. 

22 Temmuz 2012


hayatım boyunca birileri beni bulsun diye saklandım. yapılabilecek en yanlış şey buymuş. neyse ki çok geç değil.

13 Temmuz 2012

Gri

havanın çok sıcak olduğu bir akşam üzeri şehrin en çok geçtiğiniz sokağından yürüyorsanız ve moraliniz bozuksa etrafta mutlaka pis bir koku da olur. ya nereden geldiğini bir türlü anlayamadığınız ağır bir kızartma kokusudur bu ya da şehrin altında başka bir dünya olarak var olmaya devam eden kanalizasyonun varlığını hatırlatmaya çalıştığı için yukarıdaki dünyaya gönderdiği tehdit mesajlarıdır duyumsadığınız. her şey yerli yerindedir; sıcak hava, eve doğru yürüdükçe kaybolacakmış gibi hisseden bir kadın, etrafı saran pis koku, sokaklarda öylesine oturan ve çay içen insanlar, sıcaktan bayılmış köpekler ve tozlanmış kaldırım taşları... hepsi size bir şeyler anlatmaya çalışır. yıllardır önünden geçtiğiniz bir dükkan kapanmıştır, kepenkleri gridir ve hayattaki her şey  gri gelmeye başlar. çay içen insanlar gridir mesela, lağım kokuları grileşir, havanın sıcağı bile gri bir sıcaktır. hüzün dedikleri şey özünde hardal sarısıyken bir anda griye dönüşür siz tozlu kaldırımlarda yürürken. bir dükkanın kapanması neden bu kadar önemlidir ve neden bir dükkan kapandığında şehrin o dükkana yakın yerlerinde yaşayan birileri kızartma yapmaya karar verir?

11 Temmuz 2012

Gitmek ve Hayali Kökler

gitmek üzerine bir yazı mı yazsam diye düşündüm bugün, hemen ardından da gitme konusunun bana artık hiç de dramatik gelmediğini fark ettim. olayın doğası beni çok mutlu ediyor bu sıralar. gitmeyi bekleme kısmı bile yeterince iyiyken gitme eyleminin kendisini gerçekleştirdiğimde ne biçim iyi hissederim bilemiyorum. hayatımın gitmelerle barışık bu pek şirin aşamasına gelebileceğimi de pek tahmin etmiyordum doğrusu. hatta 17 yaşımdaki ben şu halimi görse o dandik lisenin bahçesinde benim için bir tur sevinçten koşardı. elbette bir yıl süreyle dalga konusu olurdu ama o durumu da pek umursamazdı. o zamanlar gitme hayalleri kurmadığımdan değil, çocukken bile, kökleri çok sağlam şekilde toprağa tutunmuş bir aileden geldiğim halde, hatta hayatımın hatırladığım kısmında HİÇ taşınmadığım halde her zaman uzakları hayal ederdim. o ihtimali hep çok sevdim ama köklerim çok sağlamdı. benim yolculuklarım bir yere kadar hep hayaliydi, ihtimallerin yollarını zihnimde katettim. bir yanım gitme fikrine aşıkken bir yanım hep çok korktu. güvenli alanımı, nereye kadar uzandığını tahmin bile edemediğim köklerimi toprağın altında bırakıp uzaklaşmak imkansız gibi gelirdi. sevdiğim ülkelerle ilgili fotoğrafları dergilerden kesip yıllardır uyuduğum odamın bir çekmecesinde sakladım uzunca zaman. ufak tefek gidip görüp yine aynı eve, aynı şehre, aynı odaya döndüm. neden korktuğum hakkında çok geçerli bir açıklamam yok, ha oturup analiz ettiğimde bir sürü ıvır zıvır açıklama bulabiliyorum ama bik bik psikolojik açıklamalar yapmaktan da dinlemekten de sıkıldım. ayrıca geçmişteki bir düşünce ya da eylemin nedenleri hakkında kafa yormak yerine şu anki bir duygunun peşinden gitmeyi tercih eden bir insana dönüşme çabamı da göz önüne alarak, net bir şekilde söylüyorum ki; kim takar geçmişteki yanlışları. şu an için kendimle ilgili bildiğim şey, korkunun kaybolduğu, gitmenin ve uzunca bir süre burada olmama fikrinin bana inanılmaz iyi geldiği, ayrılık sahnelerinin zihnimdeki dramatik renginin giderek solduğu, köklerin aslında tamamen hayali bir toprakta gömülü olduğu, gerçek hayatta ise dilediğim kadar bağlı, dilediğim kadar da kopuk olabileceğim gerçeği. gerçeğin hayalden daha kolay gelmesi (ne garip) ve gitmenin somut olarak gerçek olduğunun tam ayrımına vardığım anlarda hissettiğim şeyin salt bir neşe ve heyecan olması... bunlar tek tek küçük aydınlanmalar belki ama bir arada olduklarında masamın üzerinde yığınlar halinde birikmiş bir sürü kitabın çağrıştırdığı şey kadar büyük ve etkili olabiliyorlar benim için: ihtimaller, ihtimaller... ihtimalleri hala çok seviyorum, sadece bu kez ihtimallerin yollarını kafamın içinde değil dışarıdaki dünyada da katedeceğim. yollar her zaman güzel, bazen dönebileceğin bir evin olduğunu bilmek güzel ama bazen evsiz olmak, köksüz olmak ve kopmak da güzel. kimi zaman yeni bir ev ihtimalinin kendisi güzel. geçmişte bir şeyi neden yapamadığın üzerine kafa yormayı bırakıp ilerleyebilmek de güzel. belki de insan bunu yapmayı başarabildiği an hayali köklerinden de kurtulmaya başlıyordur.

9 Temmuz 2012

insanlığın birçok teknolojik çabası başkalarını anlayabilmek üzerineyken neden bir türlü bunu başaramıyoruz çok merak ediyorum. telefonun icadını düşünüyorum mesela, bize uzak olan insanlarla konuşabilme imkanımız olsun diye telefon gibi bir şey icat ediyoruz. konuşabilelim, birbirimizi anlayalım, sesimiz uzaklarda da duyulsun diye. sonra o yetmiyor interneti icat ediyoruz. dünyadaki tüm insanları birbirine bağlayalım, tanıdığımız tanımadığımız herkesle iletişim halinde olabilelim, dünyanın bir ucunda çekilen acıları da canlı canlı görelim diye böyle bir şey yaratıyoruz. dilleri birbirine çeviriyor her dilde yazılan kitapları kendi dilimizde okuyabiliyoruz. sürekli anlaşmaya, sürekli birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz. insanlığın tüm tarihi birilerine ulaşmak üzerine kurulu. düşünceleri aktarmak, uzakları da görebilmek, tanıyabilmek üzerine... bu kocaman insanlık macerasında tüm çabalar bunun üzerineyken neden hala bu kadar uzağız? birbirimize kablolarla, wirelessla telefonla mektuplarla, kitaplarla bağlı olduğumuz halde neden hala bu kadar yalnızız. neden anlaşamadık? neden dünyanın bu ucunda da öbür ucunda da insanlar hala mutsuz? tüm bu bağlantıları insanların üzüntüsünü görebilmek ama bunun hakkında hiçbir şey yapamamak için mi kurduk? o kadar çok araç, yollar, uçaklar, cep telefonları, sms, sosyal medya, posta teşkilatı, kitaplar, televizyon... acaba bunların hepsi sadece kendimizi anlatmak için mi? anlamaktan çok söz sahibi olmak, sadece kendimizi ifade edip rahatlamak için mi? yoksa "bir şekilde birbirimize bağlıysak o zaman aslında yalnız değilizdir" gibi bir fikirden yola çıkarak kendimizi kandırmaya mı çalışıyoruz? belki de tüm çabamız imkansız bir şeyi gerçeğe dönüştürme inadımız yüzündendir. öylesi çok mümkün görünüyor ki; farklı bedenlerin içinde yaşayan insanların her birinin dünyası bambaşkadır ve tüm dünyayı geçtim, iki insanın bile birbirini anlayabilmesi sadece bir ütopyadır. teknik olarak birbirimize bağlı olmamız, pratik söz konusu olduğunda sadece bir ayrıntıdır. ya da ben yine çok karamsarım.

2 Temmuz 2012

Saatler

"Evet, diye düşünüyor Clarrisa, bugün bitse iyi olur. Partilerimizi veriyoruz; Kanada'da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz olsa da elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de, dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmaya uğraşıyoruz. Hayatımızı yaşıyor, istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay. Bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu kazayla ölüyor; ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor, ya da eğer şanlıysak zamanın kendisi. Avunacak bir şey var: Ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin geleceğini bilse de. Yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun daha fazlasını umut ederiz."

Michael Cunningham-Saatler.

19 Haziran 2012

Yaşasak ya!

bir akşamüstü nedensiz yere gelen "yaşasak ya" isteği gibisi var mı? yapılacak bir sürü şey benden habersiz, bir köşede birikmiş ve sonsuza kadar yorulmayacakmışım gibi hissettiğim o kısa anlar. gerçekten kısa ve nadir anlar. bıraksalar dünyanın dönme hızına yetişeceğim neredeyse. kafamın içi öylesine dolu ve planlı ki o kısa anlarda. o birkaç saniyede beni yakalasanız mutluluğun formülünü verebilirim size. ama tam o anlarda yakalayın beni çünkü sonra kendim de unutuyorum her türlü formülü. ya da sadece o anlarda herhangi bir şeyi formüllere indirgeyebileceğime inanıyorum. bazen müzik bazen biraz alkol bazen fazla miktarda kahve öyle hissetmeme vesile oluyor gibi gelse de asıl yaşasak ya anları hiçbir şeyin etkisinde olmadığım sessiz akşamüstleri geliyor bana. yaşamayı istiyorum bilinçli olarak, sanki bunu düşünüyorum birkaç saniyeliğine. hayatımın geri kalanında yaşamak üzerine hiç düşünmemişim ve sanki tam o an anlamışım gibi. diğer zamanlar ne olduğunu bilmediğim bir yükü taşımanın yaşamak olduğunu kabul etmişim gibi. hep taşıdığım için bir parçam olduğunu zannettiğim bir yük yaşamak. ama o yaşasak ya anları, öylesine bir akşam üzeri bir anda kafamın içinde yanan kibrit gibi. güzel kokan ve hemen sönen bir kibrit.

18 Haziran 2012

Zaman

hayatımın 2 yılını seksenlerde 10 yılını doksanlarda ve 12 yılını iki binlerde geçirmiş biri olarak geçen gün defterime 2012 diye tarih atarken kendime yabancılaştım. hayatımın çoğunu 2000li yıllarda geçirmiş olduğum halde 2012 yılında yaşıyor olmak çok garibime gitti . tarihi düşündüm, insanların günlüklerine yazdıkları tüm tarihleri düşündüm. insanlık ve zamanın bitmeyen mücadelesi... 2000 yıldan fazla bir süredir bir yerlere tarih yazılıyor olduğunu fark etmek kendimi çok çaresiz hissetmeme neden oldu. bunca yıl boyunca insanlar bir kağıdın üzerine günleri ayları ve yılları yazdılar. sonra o gün,ay ve yıllar geçti, sadece defterlerde kaldı tarihler. tarihler bir yerde kalmaya uygun değil ki, var oldukları bile şüpheli. ama ben ve benim gibi insanlar miladi takvimin başlangıcından beri bi yerlere yılları yazıp duruyorlar. o yıllar birike birike 2012'ye kadar da ulaşıyor ama ben defterime yazdığım tarihe bile inanamıyorum. ne var ki inatla tarih atmaya devam ediyorum. yazılı olan şey gerçektir değil mi? öyle olması gerek, ama söz konusu tarih olduğunda bunu hissedemiyorum. hayatımın on iki yılını 90lardan sonra yaşadım ama sanki yaşamadım. tarihsel boyuttan düşündüğümde 2012'yi görmek bana hiçbir şey ifade etmiyor. zamanı bir türlü yıllarla düşünemiyorum. tabii ki hayatımı dönemlere bölüyorum, matematiksel hesaplar yapabiliyorum, tarih sorulduğunda hiç şüpheye düşmeden cevap verebiliyorum ama bunu derinden hissedemiyorum. hayatım boyu zaman birimleriyle kavga edip durdum, bi yerden sonra herhangi bir şeyle kavga etmenin manasız olduğunu kavradım ve kavgaları bıraktım ama kavgayı bırakmış olmam zamanla ilgili meselelerimi çözdüğüm anlamına gelmiyor ne yazık ki. zamanla ilgili meselelerimi çözemedim.

zaman benim için hep bir gariplik. günlüklere yazılan tarihlerin garipliği gibi. geriye dönüp bir günü gün olarak hatırlayabiliyor mu insan ? hatırlayamıyor. bir duyguyu, bir olayı, bir insanı hatırlayabiliyor ama bir günü, bir ayı, bir yıl zamansal olarak hatırlayamıyor. çünkü öyle bir şeyin imkanı yok. o zaman neden zamanı mümkün olan en küçük parçalara bölüp, onları bi yerlere not ediyoruz? ne değişecek ki? 2012 yılında 24 yaşımda olmam nedir ki? 1940'da yazılan bir kitabı okurken bunu yazan insanın benden 100 yıl önce doğduğunu düşünmenin ne yararı var. insanların saplantılı şekilde zamanı kontrol etme çabaları bazen çok acınası geliyor bana. çünkü bunca çabaya rağmen kontrol edemiyorlar. her şeyi bin parçaya bölsek de o parçaları birleştirip bir bütün elde edemiyoruz. zamanın bizden bağımsız olduğunu kabul edip günlüklere zaman yazmayı bırakmak en doğrusu belki. bunu yapamayacağımı biliyorum ve bu yüzden kendime de acıyorum. çünkü  yaşadığım yılla ayla ve günle bağlantı kuramayacağımı bildiğim halde her seferinde zamanın bir şey ifade etmesini istemeye ve her şeyin anlamlı geleceği bir gün görebileceğime dair umudu barındırmaya devam edeceğim. belki ani bir aydınlama yaşayıp zaman birimlerinin önemini falan anlarım gibi boş umutlarım var. hiçbir şey anlayamayacağım çok açık ama ne yapayım ben de insanlık dramının bir parçasıyım. zaman ve umut kavramlarını öyle şıp diye silemem ki hayatımdan. gariplik devam ederken ben defterlere tarih yazmaya devam edeceğim. yaşlanacağım, yaşlanmamı yıllara bile bağlayacağım belki. "yıllar geçti gitti yaşlandık be çocuklar" diye başlayan konuşmalar bile yapabilirim, kim bilir.

14 Haziran 2012

İnsanlar ve Bazı İnsanlar

(2 ay kadar önce çok sinirlendiğim bir an, yazarsam belki sinirim geçer diye yazdığım bir yazıydı. bu konuyla ilgili hala sinirliyim ve sanırım hayatım boyunca da sinirli olacağım. o yüzden yazıyı buraya da koyabilirim, hatta her okuduğumda tekrar tekrar daha çok sinirlenebilirim. bir şeyler ne zaman değişecek acaba?)

çevremdeki birçok insanla bağlantı kurmayı başaramıyorum ve her seferinde bu durum beni şaşırtıyor, inatla şaşırıyorum. şimdiye kadar insanlarla aramdaki bu alakasızlığa alışmış olmam lazımdı ama nedendir bilinmez bir türlü alışamadım. gündelik sohbetler içinde bazen öyle kayboluyorum ki 3 ışık yılı uzakta bir yıldıza gidip oraya yerleşsem ancak bu kadar kopuk olabilirim. 3 ışık yılı gidecek teknolojiye henüz sahip olmadığımdan içimdeki bir başka gezegene gidiyor, o yalnız gezegende kaybolurken durup dinliyorum onları; hayallerini anlatıyor insanlar, kocalarını, ev kredilerini, yeni aldıkları televizyonları, memuriyetin bir başka seviyesine geçmek için çabalarını, inançlarını, kaderi, aslında bambaşka şekilde davranırlarken şükretmenin ne kadar önemli olduğunu, yapacakları çocukları, son model düdüklü tencereleri, başkalarının hayatlarını, uygun salça seçmenin püf noktalarını, dine uygun gelen davranışları, evliliğin nasıl aile meselesi olduğunu, aile kurmanın önemini, kadınların mutlaka anne olmaları gerektiğini, play-offu, bilmem kim futbolcunun efsane pasını, üç odalı evleri, ilaç tedavilerini, "deli" diye yaftaladıkları insanları, hayattan en önemli şeyin sağlık olduğunu, sakin bir hayatın gerek ve önemini... bir sürü şey daha, hepsini dinliyorum ve inanın düşüncelerinin birçoğuna saygı bile duyuyorum. "herkesin hayatı kendine, öyle mutlu olacaksa öyle yapsın, öyle mutlu olunmayacağına inanmam sadece beni bağlar" diyorum. bana göre çarpık onlara göre pek mühim gerçekler olan şeyleri duydukça" ama sen yanılıyorsun" demiyorum, ağzıma bile açmıyorum, gülümseyip kafamı sallıyorum. ezan okunurken müziği kapatır mısın diye rica ettiklerinde benim inandığım şey müzik olduğu halde insanların önemli buldukları değerlerle tartışmıyorum ve müziği kapatıyorum. biliyorum ki müzik her zaman benim yanımda, onu beş dakikalığına kapatmak beni yaralamaz. aynısını ben istediğimde, kimsenin güzel bir şarkı için ezanı kısmayacağını bilerek yapıyorum bunu üstelik. ama ben bunları yapmakla çok büyük hata ediyorum. çünkü ben onların kararlarına, sıkıcı konuşma başlıklarına, hayatlarında değer verdikleri büyük televizyonlara, bozulmayan salçalara, koca bulma yöntemlerine, toplumsal düzene saplantılı hayat tarzlarına, ölüm hiç yokmuş gibi yaşamalarına gülümseyip başımı sallarken söz onlara verildiğinde benim hayallerimin önemsizliğinden dem vurabiliyorlar. istediğim hayatın toplumsal düzende bir yeri olmadığını söyleyip, "bunlar da senin gençlik heveslerin, elbet doğru yolu bulursun bu süreç geçtiğinde" tarzı abuk cümleler kurup, bana acıyormuş gibi bakabiliyorlar. inançsız olmam içimdeki kocaman bir boşluğa, hayalimin evlenip düdüklü tencere almak olmaması da çocuk akıllı bir hayalperest olduğuma işaret ediyor (ki çocuk akıllı bir hayalperest olmak dünyanın en güzel şeyidir, onların bunu kötü bir şey zannetmesi ne ayıp). "üzülme sen de evlenecek birini bulacaksın" gibi bir cümle duyabiliyorum mesela ben. kendilerini tanımlayan şeyin beni de tanımlayacağından öyle eminler. evlenmeden, çocuk sahibi olamadan tam olamayan insanlarız çünkü. hepimiz öyleyiz. ilgi duydukları şeyin tüm insanların ortak paydası olduğunu düşünmeleri var bir de. tüm kadınların anne olmak istediğini, tüm erkeklerin spor üzerine bir fikri olması gerektiğini falan bekliyorlar. ne garip. anne olmakta ya da sporla ilgilenmekte hiçbir kötü yan yok tabii ki, zaten o yüzden insanların hayallerine ve ilgi alanlarına çoğu zaman saygı duyuyor, gülümseyip başımı sallıyorum ama ben kitap yazmayı hayal ettiğimi, kendimde anaç hiçbir taraf görmediğimi ve çocuk istemediğimi, en büyük hayalimin gelinlik giymek olmadığını, ev dekorasyonu yerine sevdiğim bir müzisyenin yeni çıkan albümüne ilgi duyduğumu, dolaşmak istediğimi, dünyayı görmek istediğimi, sokaklarda sabahlamak istediğimi, sadece kadın olduğum için yapamayacağımı söyledikleri şeylerin hiçbirini umursamadığımı, ataerkil kültürden hoşlanmadığımı, yalnızlıktan korkmadığımı, ölüm bilgisini yadsıyamadığımı, nedensiz yere şükretmediğimi ve inanmadığımı söylediğimde veya ima ettiğimde garip bakışlara maruz kalmak zorunda kalıyorum. öyle ayakları yere basmayan bir insan da değilim, yapmam gereken şeylerin bilincindeyim ve sorumluluk alabiliyorum. yaşamak için en azından bir süreliğine sıkıcı bir işe sahip olmak zorunda olduğumu falan ben de kabul ediyorum. ama hayatın bu acımasız gerçekliği içinde bir de herkesin kafasındaki yaşam tarzına uymak gibi bir zorunluluğumuz olmadığını keşke insanlar bir vahiy inmişçesine anlasalardı. çünkü benim anlatacak gücüm yok. çünkü dönüp dolaşıp uzak hisseden ben oluyorum. kopup gidiyorum, ışık yılının neye tekabül ettiğini bilmeden manasız cümleler kuruyorum ve insanlara dair barındırdığım minicik umutlar da ölüyor. işin garip tarafı ise bu bahsettiğim insanların bir şekilde çevremde olması. yoldan geçen adam değiller, belki toplumun tamamını temsil eden bir örneklem grubu oluşturuyorlar ama sanıyorum ki ben çevremdeki insanların benim hayallerime inanmalarını istiyorum. inanmadıkları hayallerimin de neden gerçekleşemeceğini gerçekçi bir şekilde bana anlatmalarını istiyorum, ama bunu sadece hayallerin doğru olana uygun olmaması, toplumsal bağlamda bir yeri yurdu bulunmaması gibi nedenlere dayandırarak yapmalarını istemiyorum. gündelik hayat muhabbetlerinde kopup gitmek zorunda olmadığım bir hayat. çok mu zor? herkes evlilik, nişanlılık hikayelerini anlattıktan sonra benim anlattığım herhangi bir şeyin aman bu da gene şimdi ne abuk subuk şeylerden bahsediyor bakışlarıyla karşılanması büyük haksızlık. sonra insanlar neden günden güne yalnızlaşıyor. işte tam bu yüzden. çünkü bağlantı kuramıyorlar.

sadece gülümseyip kafalarını sallasalar yeter ama asla ve asla bana "gerçek" hayatı öğretmeye kalkmasınlar, net bir doğrudan bahsedip, beni yargılamasınlar. sonuçta herkesin hayatı kendine ve herkes sadece kendi hayatını mahvetme ve düzeltme hakkına sahip. o yüzden başka insanların hayatları hakkındaki düşüncelerimizi kendimize saklayıp kendi hayatlarımıza odaklanırsak mükemmel bir dünyada yaşamanın ilk adımlarını atabiliriz. ya da belki ben de bu düzeni kabul edip ben de onların yaşam tarzlarını eleştirir cümleler kurmaya falan başlamalıyım. belki de ikiyüzlü davranan benim. inanmadığım şeylere saygı duymak zorunda da değilim belki. nasılsa onlar saygı duymuyor o zaman alemin enayisi ben miyim? belki de en güzeli böyle insanları hayatımdan çıkarmam. tabii insan ailesini hayatından çıkaramıyor ama arkadaş ve tanıdık kategorisinde bulunan ve kendimi olduğumdan daha yalnız hissetmeme yol açan kişiler var olmasalar da olur. birilerinden yaşam dersi almak ya da olmak istediğim kişinin yanlış olduğunu duymak zorunda değilim. dünyada tamamen siyah bir alana ya da salt bir yanlış olduğuna bile inanmıyorken birilerinin üzerimden tanımladığı yanlışlık kavramına daha fazla dayanmak zorunda hiç değilim.

13 Haziran 2012

Hells Bells



Bugün sabahın erken saatlerinden beri bu şarkıyı dinliyorum. Belki de bu şarkıyı yıllardır sürekli dinliyorum ama kaçıncı kez olursa olsun şu şarkının girişinde tüylerimin diken diken olmadığı bir sefer hatırlamıyorum. Sürekli vay be tepkisi verebildiğim ender şarkılardan. Müzik böyle bir şey olmalı. Müzik böyle olsun. Bir de ölmeden önce AC/DC konserine gidemezsem çok üzüleceğim.

Şunu da izlemeden geçmeyelim.